Matmazel Amabella

Onu en son ne zaman görmüştü? İstanbul’dan ayrılalı epey zaman olmuştu Matmazel.
Onu en son ne zaman görmüştü? İstanbul’dan ayrılalı epey zaman olmuştu Matmazel.

Tünel’e doğru yönelip, çiçek pasajının önünden kıvrılan yoldan geçti. Şimdi daha iyi hatırlıyordu. O zamanlar Beyoğlu’nda küçük pastaneler vardı. Matmazel Amabella’yı da ilk kez orada görmüştü. Matmazel’in deniz esintisi saçları vardı; gür, dalgalı. Kimse onun gibi yürüyemezdi sonra. O yürürken ardında depremler, yürek çarpıntıları bırakırdı.

Sahilde balık yüklü küçük bir tekne, kabaran dalgalarla yükselip alçalıyor. Yanık tenli bir adam, tekneye uzanan elleri takip ediyor, bir elinde poşet diğer elinde kürek. Alnı, boynu hatta koltuk altları terlemiş. Boynuna doladığı yemeni ile ara ara terini siliyor.

Az ötede bir adam bulmaca çözüyor, önünde çayı, ara ara yudumluyor. Yarım saatte bir tazeliyor, ufka, karşı kıyıya dalıp gidiyor. Garson çayını getirdiğinde istifini bozmadan bulmacaya dönüyor, telaşsız.

Gün kızarıyor. Yanık tenli adamda akşam telaşı. İleride Boğaziçi’nde ışıklar yanmaya başladı. Homurdana homurdana geçen altı otuz vapuru yolcularını bırakmaya başladı sonra. Deniz dalgalanıyor, hoyrat dalgalar dubalara çarpıyor, gerilen, çatırdayan halatların desteklediği tahta basamaklardan yolcular iniyor. Düdükler, kornalar, parlak neon lambalar, uzaktan uzağa yankılanan martı sesleri…

Gün, yerini bir telaşa bıraktı. Evine dönmek için acele eden, işinden çıkmış onlarca insan, hızlı adımlarla, isyankar yürüyüşlerle, o tuhaf mırıldanmalarla yürüyüp indiler köprünün üzerinden. Bütün bu koşturmacanın içinde eriyip giden, yanından geçen, omuz atan, dönüp bakmayan bu insanların içinde dikkatlerden kaçan önemsiz biri; beyaz, ütüsüz gömleği, hantal ve biçimsiz gövdesiyle vapurdan inenleri seyreden Ahmet Rıfat vardı. Bakışlarında eski âlemlerin sarhoşluğuyla, bitkin ve zayıf bakışlarıyla önce iskeleyi, yanık tenli balıkçıyı izledi. Sonra evine gitmeye karar vermiş gibi köprüye yöneldi ve ansızın, sanki bir eşyasını unutmuş gibi geri dönüp vapuru izlemeye koyuldu. Niçin beklediğini, nereye baktığını bilmeden dakikalarca inenleri seyretti. Her inenle birlikte yürümeye karar veriyor, sonra birden vazgeçiyor, kalabalığın dağılışını izliyor, o küçük gözbebekleriyle onları süzüyor ve belki de onlarda tanıdık bir yüz arıyordu. Bir ara dalgın bakışlarla bir çiftin arkasından bakakaldı. El kaldırıp seslenmek istedi, sonra vazgeçmiş olacak ki eli isteksizce indi.

Kaç zamandır buradaydı, vakit nasıl geçmişti, hayret! Eskiden olsa evde onu bekleyen bir ailesi olduğunu hatırlar, Zeynep Kamil’e varmadan önce, yokuşun başındaki büfeden ekmeğini alır eve giderdi. Yanında tulumba tatlısı, yarım kiloluklardan…

Onun bir işi de vardı elbet. Her gün tıraş olmak zorundaydı mesela. Ayakkabılarını boyar, kravatını ümüğüne kadar sıkardı. Bir eşi vardı sonra, bir de kızı. Derin bir soluk aldı. Beklemek yoruyor insanı. Terden sırılsıklam olan elleri korkuluklara yapışmıştı. Eve dönsem iyi olacak, dedi. Yapacak işi yoktu.

Saatin ilerlemesiyle kızlı erkekli gruplar sokaklara inmişti. Yukarıda, betonların içinden müzik sesleri geliyor, anlaşılmaz, boğucu bir gürültü, aşağıya, taa caddenin sonuna kadar yankılanıyordu. Önünden değişik giyimli, beyaz tenli, sarışın, mavi, yeşil gözlü, dudakları boyalı kızlar geçiyor; bu ürkütücü, başıbozuk kalabalığın içinde parlayıp dikkatleri topluyor, düşünceleri dağıtıyordu. İlerlediler, ilerledikçe yürekleri hoplattılar; irili ufaklı, yerli yersiz bakışları üzerlerine topladılar. Farkında olmadan, onlarla birlikte Ahmet Rıfat da karşıya geçti. Sonra durdu, çevresine bakındı. Yönünü değiştirip eve yöneldi.

Her şey ne zaman başlamıştı? İnsan yaşlandığını ne zaman hissederdi? Saçları aklanınca mı, sevdiklerini kaybetmeye başlayınca mı? Kuşkusuz Ahmet Rıfat da bir gün yaşlandığını hissetti. Bir sabah aynaya baktığında kendisini dev bir böceğe dönüşmüş olarak buldu. Yüzü kırışmış, saçlarına aklar düşmüş. Yağlı cildini, gözenekleri kir dolu büyük yassı burnunu, gürleşmiş kaşlarıyla alnını hatta buruş buruş derisini gördü. Kaşlarını çattı. Alışkın olduğu sinsi bir his sardı zihnini. Evet, yaşlı ve çirkin olduğunu biliyordu. Gençliğinden bu yana, arkadaş ortamlarında, kızlı erkekli oturmalarda çirkinliği peşini bırakmamış; titrek ve korkak sesinin arkasında onu durmadan rahatsız etmişti. En azından öne çıkacağı bir meziyeti olsaydı, ilgi çekici, herkesin övgüyle söz edeceği, hatırladıklarında,“Evet yahu Ahmet Rıfat da çok başarılı bir müzisyendir, onun gibi org çalan bulamazsınız,” deselerdi.

Küçük bir Anadolu kasabasında geçen çocukluğunu, ilk aşkını, annesini kaybedişini, sonra sevdiği uğruna her şeyi terk edip İstanbul’a gelişini anlatmazdı. Bu yüzden karısı bile bilmezdi onun konargöçer sevdalı olduğunu. Vaktiyle buraya geldiğinde, ismini buraya yerleşen Karay Yahudilerinden alan semtte bir otele sığınmış, burada, eski bir Rus asilzadesinin himayesinde bir süre çalışmış, sonra yine o adamın tavsiyesiyle Tatavla’da bir balık restoranı açmıştı. Karısıyla da orada tanışmışlardı zaten. İşletme fazla dayanamamış, karısı da günün birinde çekip gitmiş.

Tünel’e doğru yönelip, çiçek pasajının önünden kıvrılan yoldan geçti. Sokak çalgıcılarını, ayyaşları, çiçekçi kadınları selamlayıp turnikelerden geçti. Şimdi daha iyi hatırlıyordu. O zamanlar Beyoğlu’nda küçük pastaneler vardı. Matmazel Amabella’yı da ilk kez orada görmüştü. İstanbul’un puslu ve kirli günlerinden biriydi. Üzerinde satenden beyaz elbisesi, başında pembe desenleri olan bir şapka vardı.

Leylak kokusunu çok severdi. Arkadaş ortamında sıcak davranışlarını, yapılan şakalardan sonra gözlerinin içine bakışlarını hatırlıyordu. Matmazel’in deniz esintisi saçları vardı; gür, dalgalı. Kimse onun gibi yürüyemezdi sonra. O yürürken ardında depremler, yürek çarpıntıları bırakırdı.

Eve çıkan yokuşa vardı. Anahtarı cebinde yokladı, eve girdi. Sahi, dedi. O kadınla görüşmem lazım. Onun ilacı ondaydı. Peki kimdi o kadın? Vaktiyle bir dost tavsiyesiyle gitmişti kadına. Onun doğaüstü güçleri olduğuna inanılırdı. Dağdan bayırdan topladığı otlarla büyü yaptığı, bunun da yürek acısını aldığı söylenirdi.

Ertesi gün kadının yanına vardı. Büyük tahta kapı, eklemleri romatizmalı bir adam gibi gıcırdayarak açıldı. Rutubetten pervazları çürümüş kirli camların, boyası dökülmüş duvarların ardında, eşyalar üzerine çökmüş habis bir kirliliği olan bir evdi burası. Sokak boyunca gelip geçenleri görebilmek için perdeleri aralanmış aydınlık bir odaya girdi. Az ötede, minderinin ucuna ilişmiş, keskin gözleriyle kendisine bakan kadının yanına oturdu. Kadın meseleyi biliyordu elbette. Onun işi buydu.

Önüne bir sehpa çekti. Bir tasa su doldurdu. İçine bir takım dualar üfledi. Sonra bir poşetten otlar çıkarıp tasa doldurdu. Ortalığı bir koku sardı. Derin bir soluk aldı Ahmet Rıfat. Gözlerini kapayıp kokunun zihnine dağılmasına izin verdi. Açelyaydı bu. Bir zamanlar birlikte okuduğu bir kızın, sıra arkadaşının kokusuydu. Adını hatırlayamadı bir türlü. Herkesin hayran olduğu bir kızdı sadece. Bir kere bile dönüp bakmamıştı.

Sonra ortalığı başka bir koku sardı. Derin derin içine çekti. Bu sırada önceki kokuyu unutuverdi, üstelik kokuyla birlikte o kızı da unutmuştu.

Sıradaki koku daha çekici bir kokuydu. Biraz biberiye vardı içinde, hafif, pudramsı bir aroma. Bunu nereden hatırlıyordu? Bu, karısına ait bir kokuydu. Nişanlı oldukları dönemde ona bu kokuyu kendisi almıştı. Seneler önce Kapalı Çarşı’da bir dükkanları vardı. Ahşap ürünler satarlardı. El işi sehpalar, biblolar, gemiler, küçük kolyeler hatta kama, kılıç gibi aletlerin kabzalarını yapardı babası. Ne vesileyle tanışmışlardı, gözleri ne renkti hatırlayamadı. Silinip gitmişti demek. Yeşil olduğunu anımsadı birden. Sonra onu da unutuverdi.

Kadın, zindan karası gözlerini arada bir Ahmet Rıfat’a çeviriyor, adamın dalgın ve sarhoş zihninden geçenleri izleyip eline aldığı kumaşları evirip çevirmeye, bir yandan da kamışlarla desteklemeye çalışıyordu. Eline biraz daha ot alıp suya attı. Kesif bir koku sardı ortalığı. Bu kokuyu da biliyordu Ahmet Rıfat. Bu koku Matmazel Amabella’ya aitti. Bulgar güllerinden elde edilen suyla leylak çiçeğinin bir karışımıydı. Biraz şeftali biraz yasemen vardı içinde. Ne müthiş bir kokuydu ama!

Onu en son ne zaman görmüştü? İstanbul’dan ayrılalı epey zaman olmuştu Matmazel’in. O günden beri görmemişti. Gerçi bir gün Viyana’da karşılaşmışlardı. Birlikte bir kahve içmişlerdi Café-Konditorei’da. Uzun uzun konuşmuş eski günleri anmışlardı. Matmazel hiç değişmemiş, sadece biraz kilo almıştı. Gözlerinin altında mor halkalar oluşmaya başlamıştı ama hâlâ çok güzeldi. Kaşının kenarındaki beni hatırladı. Sonra zarif ellerini, pembe yanaklarını…

Numarasını, adresini vermişti. İstanbul’a gelince muhakkak görüşelim demişti Matmazel’e. Mektup göndermiş miydi? Ya sonrası… Sonrasını hatırlayamadı. Gözlerini sımsıkı yumdu. Düşündü, düşündü… Koca bir boşluk oluştu. Düşündükçe bir bataklığa saplandı, düşündükçe unuttu, unuttukça rahatladı, gençleşti. Öyle ki uyandığında hiçbir şey hatırlayamadığını fark etti. Üstelik kendisini genç ve sağlıklı hissediyordu. Ellerini saçları arasında gezdirdi, saçları dolgunlaşmıştı. Yüzü artık çopur değil, pürüzsüz ve parlaktı.

Yaşlı kadının gözleri ışıl ışıldı. Eseriyle gurur duyan bir ressam gibi Ahmet Rıfat’ı süzüyor ve elinde tuttuğu bez bebeğin saçlarını okşuyordu. Ne güzel bir bebekti öyle. Demek iki arada bir derede bir bebek yapmıştı. Oysa bu bebekte bir tuhaflık vardı. Bebeği eline aldı. Saçlarına dokundu, parmağıyla yüzünü okşadı, dudaklarının dolgunluğunu hissetti. Sonra da işaret parmağıyla kaşlarının yanındaki beni hafifçe yoldu. Bu bebek ne kadar da tanıdıktı öyle. Üzerinde satenden beyaz bir elbise vardı, başında da pembe desenli bir şapka. Vah zavallı Matmazel, dedi Ahmet Rıfat. Ne hale gelmişti!

Avluya açılan kapının kapandığını duydular. İçeriye yaşlı kadının hizmetini gören bir kız girdi. Bir bahar rüzgarı gibi, körpe yapraklarını hışırdatarak önünden geçti. Masayı, masanın üzerindeki tası tarağı topladı. Ahmet Rıfat, gümüşî ipliklerle bezeli bir minderde oturuyormuş gibi, altından akan berrak ırmakların şırıltısına kapılmışçasına yorgunluğunu unutuverdi. Bir şey ister misiniz, diye sordu kız. Su, dedi fısıltıyla.

Kapının kapandığını, avluyu geçen ayak seslerini duydular. Uzaktan köpek havlamaları işitiliyordu. Bir süre sonra kız geri geldi. Suyu uzatırken hafifçe gülümsedi, sonra süzüle süzüle avluyu geçip tekrar gözden kayboldu. Kızın beline dökülen simsiyah saçları vardı. Rıfat’ın gözleri, yürüdükçe bir at yelesi gibi omuzlara dökülen saçlara takılı kalmıştı. Kız uzaklaşırken belli belirsiz bir sesle, “Keşke” dedi içini çeke çeke. “Keşke…”