Mehmed Serhan Tayşî ile Sohbet

​Mehmed Serhan Tayşî
​Mehmed Serhan Tayşî

Bir gün Diyojen bir hasır fıçının içinde uyuklarken tüm ihtişamıyla Asya fatihi Büyük İskender gelir ve “Ey Diyojen, dile benden ne dilersen!” der. Diyojen ise bu hazretin yüzüne dahi bakmadan, “Gölge etme, başka ihsan istemem. Güneşimin önünden çekil.” der. Büyük İskender bu alemin büyüğü iken, Diyojen iki alemin de hükümdarı olmuş bir şahsiyettir.

Şehbenderzâde Filibeli Ahmet Hilmi’nin Tasavvufî Altyapısı

Büyüyen Ay yayınları tarafından neşredilen A’mak-ı Hayâl kitabının sunuş bölümünde, Cemil Meriç’in A’mak-ı Hayâl’i felsefî bir roman olarak nitelendirdiği geçer. Fakat bu niteleme, kitabın muhtevası gereği yanlış bir tanımdır. Felsefe insanı bunalıma ve belirsizliklere sürükleyen bir ilimken, bu roman aksine felsefeden ayrılışa işaret etmektedir. Eserin başkahramanı Râci, felsefe tahsili yapmış biridir. Avrupa’da felsefe eğitimi görmüştür. Filibeli Ahmet Hilmi de Batı odaklı eğitim sisteminden geçmiş biri olarak Râci karakteri üzerinden kendi bunalımlarını anlatır, diyebiliriz.

Fakat bu durum, kitabın “felsefi” tabirine indirgenebileceği anlamına gelmez. Cemil Meriç’in “A’mak-ı Hayâl’i karıştıran kaç Türk aydını var?” sorusu ise oldukça yerinde bir vurgudur, tabii önemli olan bu kitabı karıştıran aydınların da doğru hükümlerde bulunmasıdır. Örneğin, A’mak-ı Hayâl adını ilk defa duymuş olan bir “aydının”, bu kitaba “Ahmâk-ı Hayal” (ahmakın hayalleri) dediği de görüldü bu toplumda. A’mak, unk kökünden gelir, derinlik demektir. Yani günümüz Türkçesi ile “hayalin derinlikleri” gibi bir karşılığı olabilir.

Fakat “hayalin derinlikleri” lafzı, insanları, bu metnin fantastik bir kurgu olduğuna yönelik aldatıyor. Bu metin için “felsefi” ya da “fantastik” tabirlerinden ziyade Türkiye’de kaleme alınmış ilk tasavvufi roman demek, metnin ruhuna daha uygun olacaktır. Nitekim bu romanda saf ve tecrübî tasavvuf ele alınmaktadır. Tasavvuftaki makamlar, kelam yerine seanslar aracılığıyla, yani telepatik bir şekilde anlatılmaktadır. Aynalı Baba’nın yaptığı bu seanslar Râci’ye, örneğin nefs-i emmare mertebesi, bir mezar taşına dayandırılarak bir hayal ya da rüya gibi gösterilmiştir.

Bu noktada, nefs-i emmarenin (nefsin aşağı ve ilk seviyesinin) dünyadaki temsilcisi Buda’dır. Buda’nın bir incir ağacının altında kemale erdiği rivayet olunur. Buda tefekkürünün nihai hedefi ve neticesi Nirvana’ya, zirve-i hîçe (hiçlik zirvesi) ulaşmaktır; benlikten arınmaktır. Bir başka deyişle ise fenafillahtır. Fakat malzemelerin tahrip edilmiş olması, döneminde belki de nebi, hakîm yani örnek bir zat olan Buda’nın putlaştırılması, diğer mukaddes kitaplarda olduğu gibi hükmünün kalkmış olduğunu gösterir.

Bu tahribata kutsal kitapların dışında, felsefî kemalin hareket noktası olan Sokrates’ten da örnek verebiliriz. Kendisi, çoğu İyonyalı yani Anadolulu bir avuç gence akıl hocalığı yapmış olan alim bir zattı. Bu gençler Atina’ya kültür ve ilim tahsili için gelirlerdi. Sokrates bu talebelere kendilerinde meknûz (saklı) bulunan gizli egeyi (eneyi) ve bu enenin sırrını çözmeyi bir başka deyişle “kendini bil”meyi öğretirdi. Kendisinin yetiştirdiği en kaliteli talebesi Eflatun (Platon), ikincisi de Diyojen’di. Diyojen “fenafillah”ta, fenafilfena mertebesindedir. Yani ne demektir bu? Diyojen’in sadece bir tası varmış, onunla su içiyormuş. Sonra bir çobanın avucuyla su içtiğini görünce tasını da atmış, “ihtiyaçsızlık” mezhebini seçmiş. Bu mümkündür, Allah’ın es-Samed isminin tecellisidir. Diyojen, “Samed tefekkürü” üzere yaşamıştır.

Bir gün Diyojen bir hasır fıçının içinde uyuklarken tüm ihtişamıyla Asya fatihi Büyük İskender gelir ve “Ey Diyojen, dile benden ne dilersen!” der. Diyojen ise bu hazretin yüzüne dahi bakmadan, “Gölge etme, başka ihsan istemem. Güneşimin önünden çekil.” der. Büyük İskender bu alemin büyüğü iken, Diyojen iki alemin de hükümdarı olmuş bir şahsiyettir. Bugün herkes bu alemin İskender’i olmak istiyor. Fakat İskender-i Zülkarneyn olmak talep edilmeli, iki alemin de ilmine vakıf olmak demektir bu. Bugün felsefe deniyor ama bu alimlerin hayat şekilleri ve usulleri hakkında malumatımız pek az. Dünyaya sayısız İskender geldi, hepsi gitti. İşte A’mak-ı Hayâl’de de bu hususun vurgulandığı çok değerli bir bölüm mevcuttur.

Sokrates’in üç sıra talebesi vardı; bu talebeler, karşısında hilal gibi otururlardı. Birinci sıradakilere ders telepati yoluyla, bî-huruf yani konuşmadan verilirdi. Böyle şey olur mu, bu çağ dışı diyenlerin, bu usulün hâlâ devam ettiğini kabul etmesi gerekiyor. Buna basit bir örnek olarak, Necip Fazıl Kısakürek’in Abdülhakîm Arvâsî (k.s) hazretleriyle olan diyaloguna işaret edebiliriz. Necip Fazıl, düşüncelerle allak bullak olmuş adeta bir keçeye dönmüş kafasındaki yüzlerce soruyla hazretin yanına varır, Arvâsî Hazretleri Necip Fazıl’ın sorularını dinler. Fakat çok yüksek perdeden sorular sormaya başlar Fazıl. Böyle olunca Arvâsî Hazretleri ders sırasında Necip Fazıl’ın zihnindeki, A’mak-ı Hayâl’in deyimiyle “şüphe ejderhaları”nı silip, hazretin kendi kafasındaki sükunetle yer değiştirir. Bu hadise Necip Fazıl’ın O ve Ben adlı kitabında ayrıntılı olarak işlenmiştir.

Herkesin belirli bir Aynalı Dedesi vardır. İyonyalılar onu Sokrates’le bulmuş, Necip Fazıl ise onu Abdülhakîm Arvâsî (k.s) hazretleriyle yaşamıştır; bu misaller çoğaltılabilir. A’mak-ı Hayâl romanına felsefi roman tabiriyle yaklaşıp kestirip atmak, özünden koparılmış ve tahribata uğramış felsefeyle bir olarak bu kitabı değerlendirmek hatalı olur. Bu roman modern tabirle iddia edilen bir felsefeden oldukça uzaktır, aksine felsefe içinde boğulurken oradan kaçışı sunar. Burada Sokrates’in hakiki anlamda talebelerine aktardığı üslup hakimdir; bu üslup da tasavvuftur.

Yunus Emre “Bu akl u fikr ile Mevlâ bulunmaz,” diyor. Dünyevi akıl, yani felsefeyle olacak meseleler olmadığına en kısa ve güzel örneklerdendir bu mısra. Sokrates’in talebesi Aristo ise ikinci sıradadır. Akıl ile anlamlandıranların arasındadır, onun için rasyonalisttir, mantıkçıdır. Aristo mantığı da düz mantığa işaret eder. İskender’in hocalarındandır, kıyafet ilminin de bulucularındandır. Enteresan bir adamdır, fakat hiçbir zaman ilham-ı Rabbanî’yi aklın önüne koyamamıştır, yani benliği aşamamıştır. Na-tamam kişi, kamil olanın halini anlayamaz. Bu yüzden Aristocu bir fikriyatla A’mak-ı Hayâl’i okumak, bu kitabı kemal manada değerlendirme kapılarını kapatır.

Aristo Diyojen’i, Sokrates’in vurulduğu dönemde, halka hitap etmesi için şehre davet eder. Diyojen benim kıyafetim yok, insan içine çıkamam, deyince ona bir poşette sandalet ve kıyafet getirir. Diyojen üstünü giyer fakat ayakkabıyı giymez. Aristo giymesi hususunda ısrar edince “Ben onu bırakalı çok oldu,” der. Nitekim ayakkabı, tasavvufta benliğe yani nefse işaret etmektedir. Aristo’nun böyle bir inceliği kavraması beklenemez. Diyojen gider halka zahiri ve batıni ilimleri kapsayan çok mühim bir konuşma yapar. Fakat kimse dinlemez, herkes kendi arasında gürültülü bir şekilde konuşmaya başlar. Sonra Diyojen kürsüde eşekler gibi anırmaya başlar. İşte o zaman herkes kendisine döner, çıt çıkarmadan kürsüdeki bu zata kulak kesilir. Bir süre bu şekilde anırdıktan sonra susar. “Aziz hemşerilerim, insan gibi konuştum, mühim hikmetlerden bahsettim, hiçbiriniz kulak asmadınız. Eşek gibi bağırdım o zaman dinlediniz,” der ve elbiselerin hepsini bir bohçaya koyup Aristo’ya verir, gider. Hülasa insana hitap kendi mertebesine, anlayışına göredir. A’mak-ı Hayâl’e de Aristocu bir mantıkla, felsefi tabirlerinden sıyrılarak bakıldığında zahiri ve batıni ilimler ve mertebeler hususunda derinlikli işaretler görülecektir. Nitekim insanların çoğu, Diyojen’in hitap ettiği kitle gibidir. Bunların arasında Racî gibi muhterem iki ya da üç tane ancak çıkar.

Sadece dünyevi hırslara bürünmüş bir zihin yapısının ihtiyaçları bitmez. Tefekkürî bir zihin ve kalp bir arada, yani akl-ı selim kalb-i selimle dost olmalıdır. Zikrullahla kalp temizlenecek, kalp de aklı dünya putlarından temizleyecektir, akla böylece sükunet gelecektir; bu işin esası budur. Böylece “normal” düşünen bir cemiyet oluşur. Üç aylar gelince belki biraz hayata çeki düzen verip, Ramazan ayı gelince içkiyi bırakıp Ramazan bayramının ertesi günü harama meyleden bir anlayışın İslam düşüncesi ile bir bağlantısı olamaz.

Büyüyen Ay Yayınları’nın neşrettiği A’mâk-ı Hayâl’de bu kitabın Doğu bilgeliğine yaslandığı geçmektedir, bu ise hatalıdır. Nitekim Hint - Doğu’nun görüşleri tasavvufi değildir, Tao ve Konfüçyanizm mesela, bunlar felsefi cereyandır. Şehpenderzâde’nin en önemli yönü anlatım inceliğinin olmasıdır. Şehpenderzâde’nin okurları II. Meşrutiyet’in adamlarıydı. Bu tasavvufî/yerli malzeme, hayallerle eski kültürlere dayandırılarak cazip hale getirilmektedir. Böyle bir dayandırmanın bir yanlış anlaşılmanın ürünü olduğuna örnek olarak da Aynalı Baba ile geçen dokuzuncu güne, Mahfil-i Eazım (Ulular Meclisi) kısmına bakılabilir. Bu bölümde Konfüçyüs, Zerdüşt, Brahma, Lokman, Hızır gibi Doğu’nun öne çıkan bilginleri vardır.

Beşeriyet sefil bir elbise giyerek bu meclistekilere saadeti/mest olmayı aradığını söyler, derman arar. Dünyadan şikayet ederek onu burada bulamadığını dillendirir. Tüm alimler kendi saadet yöntemlerini sıralar. Örneğin Konfüçyüs; bir tencere pirinç pilavına bütün lezâizi sığdırmaktadır. Peygamberimiz (as)’ın da bu hususta pek çok hadisi bulunmaktadır. Buda da teehhül ederek yani heyecanla, saadetin Nirvana’da olduğunu haykırır. Meclise en son beşeriyetin babası, Fahr-i Âlem Hz. Peygamber Muhammed Mustafa (a.s) girince beşeriyet kendinden geçer, “Derdimi anlayan, ilacımı bulan ancak sensin,” der. Burada Resulullah (a.s)’ın düşünce yapısı kanaat, tefekkür, zirve-i hiç gibi sistemler Peygamberimiz (a.s)’ın tefekkür sistemi ile temellenmektedir.

Rasulullah’ın belirttiği saadet anahtarı hadislerle sabittir: Âkiller için seyr-i bedâyî / Câhiller için yemek ve şehvet. Şehvet; aşırılık demektir. Yemede, içmede, zamanı boş tüketmede, kısaca her türlü eylemde dengesizlik demektir. Akiller için ise güzellikleri seyretmektir, güzel düşünmektir. Şehpenderzâde’nin eseri de güzellikleri seyrettirmeyi ister, bu yüzden kıymetlidir. Sıradan bir insan, insan-ı kâmil nasıl olur? Allame-i cihan olsa da sıradan insandır. Niye? Çünkü nefis adına hiçbir şey bilmez. Adamın nefis terbiyesi yoksa istediği kadar alim olsun değeri yoktur. Kitap yüklü bir merkep hükmündedir, içindeki deryadan bihaberdir.

O dönemlerde Doğu yani Budizm, Tao, Zerdüştlük, Konfüçyanizm gibi sistemler bize uzak yani bilinmiyor. Örneğin Zerdüşt dualiteyi (ikiliği) savunur. Bizde İmam-ı Rabbanî’den ondan önce de Nakşibendî’den gelen vahdet-i vücut öğretisi vardır, tevhid birdir. Yani ben varım bir de Rabbim var dersen ikilik olur. Sen ancak aynanın karşısına geçmiş bir görüntüden ibaretsin. Yani O’nun varlığı ile varsın, yokluğu ise zaten yok. Seni, ruhundan ruh üfleyerek var ediyor. Parçalar değil, tek bir ruhun varlığından söz edebiliriz. Akıl değil, ruh bilir ve düşünür. Zamanı gelince de O’na dönersin. İmam-ı Rabbanî de iki gözün bir gördüğünü söyler. A’mâk-ı Hayâl’deki “Hep ikilik birlik için / Bak iki göz bir görüyor” mısraları da bu düşünceyi referans alır. Gerçek müşahede budur, ikilikte kalanlar ise nâkıstır, eksik kalmıştır. İkilemin zirvesi ise Zerdüştlerdir, yani İran’dır. Pers mitolojisi kahramanları ikiye ayırır. Rüstem iyilikleri ve hoşlukları temsil eder. Zahhak ise şeytanın remzidir. Olaylar bu ikilik üzerinden kurgulanır.

A’mâk-ı Hayâl’in Doğu bilgeliğine yaslanmadığının sebepleri saymakla bitmez. Nitekim hakikatin tecellisi adına bir merkez arıyorsak bu ancak Ortadoğu olabilir. Doğu’daki hikmetler zail olup gitmiş, Ortadoğu’da İbrahim (a.s) ile temerküz etmiştir, hakiki tevhid öğrenilmiştir. Bu kitap da tam anlamıyla İslam düşüncesini referans alarak, tasavvufu tecrübe etme üzerine kurulmuştur.

Bu eseri yayına hazırlayan, metnin transkripsiyonunu üstlenen N. Ahmet Özalp’in, eserin yorumlanmasına yönelik fikir aldığı şahsiyetler ağırlıklı olarak felsefî görüşteki kişilerdir. Şehbenderzâde’nin kendi ilmi alt yapısının felsefe olduğunu, Abdülhamit’e karşı bir tutumunun olduğunu, II. Meşrutiyet’in Jön Türkleri gibi davrandığını biliyoruz. Abdülhamit, Filibeli Ahmet Hilmi hakkında bir araştırma yapınca, İslamiyet’ten bağımsız biri olmadığını, iyi biri olduğunu görüyor. Onu Abdülhamit’in dostu Şerif Şeyh Sünûsi Hazretleri’nin yanına, Libya’ya gönderiyor. Şeyh Sünûsî, bölgenin anahtar isimlerindendir. Kenya ve aşağısına yönelik İngilizler’in işgal faaliyetleri, yani kolonizasyon çalışmalarından tutun da oradaki meşhur Halvetî’nin bir şubesi olan Mısır’daki Bekriyye tarikatı ve Bekriyye’nin bir şubesi olan Şeyh Seyyid Ahmed-i Ticâni Hazretleri de Şeyh Sünûsi Hazretleri’yle bağlantılıdır. Abdülhamit de el altından imkanlar nispetinde Şeyh Sünûsî’ye para ve silah yardımlarında bulunurdu. İngiltere’nin bu topraklara karşı faaliyetleri de bu yüzden Şeyh Sünûsi ve Abdülhamit üzerinden geçerdi.

Abdülhamit de Şehbenderzade Ahmet Hilmi ve Said-i Nursî’yi bu zatın yanına gönderdi. Hatta bir Fransız hürriyetçisi gibi konuşan, Şehbenderzâde, buradan dönüşte İki Gavseynan adında bir kitap yazar. Bu kitabı müstear bir isimle yani kendi adını kullanmadan yazar. Bu kitap bugün çok ender bulunur, Millet Kütüphanesi’nin tarih kısmında da bir nüshası vardır. İki Gavseynan’da, Şeyh Abdülkadir ve Abdüsselam Esmer diye iki kardeş ya da baba-oğul şeyhlerden bahsedilmektedir. Kitap Türkçeye aktarıldı mı bilmiyorum, okumuştum ama ayrıntıları çok hatırlamıyorum. Bunlara Benderî şeyhi diyorlar. Yani ritüellerinde ateş yakılıyor, zikirden sonra ekstaz halinde ateş üzerinde yürüyorlar, bazen de yağmur duasına çıkıyorlar. Afrikalılar da dansı ya da bu tip ayinleri sevdiklerinden uyum sağlanıyor.

Coşkulu cehrî zikirle yani açıktan zikirle yapılır. Bu tarikat kökü Halvetî ve Kadirî’den gelmektedir. Şehbenderzâde burada onları görüyor, kendileriyle ve talebeleriyle görüşüyor, fikir alışverişinde bulunuyor. Bu görüşmeleri onun geleneğe yaklaşmasına vesile oluyor, böylelikle yeni bir Şehbenderzâde oluyor. Nasıl ki eski Necip Fâzıl yeni necip Fâzıl gibi kendisinin dönüşünden sonra ayrım yapıyoruz; Filibeli Ahmet Hilmi de böyle bir değişime giriyor. Nasıl ki Necip Fâzıl eski halini, yazdığı şiirleri reddediyorsa, pişman oluyorsa, Şehpenderzâde de aynı şekilde eski halinden bir dönüş yaparak insan-ı kâmil olma yoluna girerek, Batı merkezli düşünce yapısından ayrılmaya başlıyor. Aynı şekilde Said Nursî de Abdülhamit’ten habersiz iş yaptığı için pişman olarak dönüş yapıyor.

  • Şeyma Aydın’ın vefatından bir süre önce saygıdeğer Mehmet Serhan Tayşi ile yaptığı bu kıymetli söyleşi, Amak-ı Hayal dosyamıza yetişmediği için zamanında yayımlayamamıştık. Fakat arşiv değerini de göz önüne alınca kaybolmasına gönlümüz razı gelmedi. Bu vesileyle merhuma Allah’tan rahmet diliyor, metni okurlarımızın ve bir gün Tayşi Hoca’yı çalışacak olan araştırmacıların dikkatine sunuyoruz. (AE)