Melamet, Sözcükler ve Edebiyat Ortamı Dergileri

Bazı öykülerin esaslı bir sona ihtiyacı olmayabiliyor.
Bazı öykülerin esaslı bir sona ihtiyacı olmayabiliyor.

Sıkça tekrar ettiğimiz “öykünün sonu” bahsine biraz olsun değinsek fena olmaz sanki. İyi öykünün bir matematiği olduğunu sanmıyorum ama mutlaka oturması gereken bir zemin ve mutlaka sağlam tutulması gereken sacayakları olduğu kesin…

Beş sayıdır devam eden bu bölümde değindiğimiz öykülere yaklaşımımız, bir okur olarak bendenizin görüşlerini barındırıyor. Anlayacağınız beklentiler her sayı değişmiyor. Sıkça tekrar ettiğimiz “öykünün sonu” bahsine biraz olsun değinsek fena olmaz sanki. Bazı öykülerin esaslı bir sona ihtiyacı olmayabiliyor: bunlar genelde daha en başından sizi içine alan ve her anı çarpıcı bir şekilde ilerleyen öyküler olur, bunu başarmak ise takdir olunacağı üzere pek kolay değil. Genel olarak da güçlü karakterleri ve gerçekten özgün bir hikayesi olan öyküler iyi bir kalemin elinden bahsettiğimiz bu tarzda öykülere dönüşür. Bunun yanında bir de esaslı sona çok ihtiyacı olan öyküler var: onlar da genel olarak sade öykülerdir.

Bu tarz metinlerde sadeliği yakalamak bir hayli zor olsa da güçlü karakter yaratmaktan ve özgün hikaye üretmekten daha kolay bir durum. İşte bu tür metinlerde bütün o anlatılanların aslında sondaki o cümle ya da paragraf ya da sezdirme yolu ile ima edilen bir hakikatin ilanı için anlatıldığı mesajı yer alır. Hal böyle olunca da “öykünün sonu” çok daha kilit bir noktada yer alır. Son ana kadar size hiçbir şey anlatmadığını düşündüğünüz bir öyküyü o “son dakika golü” öncesine bile anlam katarak bambaşka bir zemine çekebilir. Aksi durumlar da söz konusudur; kotarılamamış bir sonun sorduracağı “eee nolmuş yani” ya da “eee sonra” soruları bir anda göklerde dolaşan bir metni yerin dibine sokmasa da yeryüzüne indirebilir. İyi öykünün bir matematiği olduğunu sanmıyorum ama mutlaka oturması gereken bir zemin ve mutlaka sağlam tutulması gereken sacayakları olduğu kesin…

Melâmet - Sayı 2 - Mayıs/Haziran

“Kabuk” Ali Işık

Bir fotoğrafçının vizöründen göstermeye çalışıyor anlatıcı gördüklerini. Uzun bir girizgaha sahip olduğu söylenebilir, öykünün tamamı da uzun, akıcılık neredeyse yok, bu yüzden de metin ağır ilerliyor. İki bölüm halindeki öykünün ilk kısmında; gün boyunca takip ettiği Sadık Bey’den fotoğraf/hayat üzerine sağlam bir ders alıyor anlatıcı/karakter. Uzun tutulmuş bir bölüm ama dahası da fazlaca didaktik bir bölüm. İkinci kısımsa; Sadık Bey’in anlatıcı/karaktere fark ettirdiği şeyin tecrübe edilmesi olarak özetlenebilir. Devamlı spot cümleler karşılıyor okuru, her cümlede dert anlatma gayreti var gibi, haliyle bu durum biraz yorucu oluyor. Her cümle için güç harcayan okur sona geldiğinde gücünü yitirip bir bütün olarak öykünün derdini anlamakta zorlanıyor.

“Şimdi O Elindeki Telefonu Yavaşça Yere Bırak!” Arzu Şahin

Modern hayatın bir bomba gibi ortamıza bıraktığı sanal âlemin insanlara “ettikleri” üzerine bir hikaye hızlıca anlatılıyor. Eleştirel bir dil kullanılmış, önüne gelene söylenen huysuz ihtiyarlar gibi söylenip duruyor karakterimiz ve söylediklerinde ise sonuna kadar haklı. Geçişler makul yumuşaklıkta, sadece ritim bazı yerlerde kayboluyor. Oysa bu denli eleştirel dil kullanılacaksa metin sona doğru gümbür gümbür ilerlemeli. Son haliyle zirve olmalı, değişken temposunun etkisiyle de anlatının zirveye ulaşamadan nefesi kesiliyor. Bunlara rağmen akıcılık, başarılı eleştirel dil, kurgusal başarı kötü bir öykü olmadığını kanıtlıyor.

“İkinci Melek” Oğuzhan Dursun

İkili anlatımla anlatılan öykünün hikayesi kendini çabucak açık etmeyi dert etmemişe benziyor. Birinci ve üçüncü tekil şahısların anlattıkları birbirinin devamı şeklinde ilerliyor. Düz bir kurgusu ve ritmi aynı seyreden bir yapısı var. Son dahil hiçbir sürpriz yok, şart da değil tabii. Duru anlatımı okunmasını kolaylaştıran birincil etken denilebilir. Başarılı da sayılabilecek bir kurguya sahip, olumsuz söylenecek tek şey sona dair; biraz zorlama bir son olduğu ortada.

“Göksahili Bekçisi” Mehmet Akgün

Ardı sonsuzluk olan Göksahili isimli düşsel yerin bekçisinin hikayesi anlatılıyor. Her gün gelen ziyaretçileri işletmenin yönergesi doğrultusunda içeri alan Bekçi ansızın gelen bir çoban ile sürüsünü içeri alıp almama konusunda çelişkiye düşer ve belki de ilk kez inisiyatif alıp kabul eder sürüyü. Gece geri dönmediklerinde ise yaptığı hatanın farkına varır çünkü yönergede sürünün kabulüne dair bir şey yoktur. Geri dönmeyen çoban ve sürüsünü, uyku tutmadığı gece yarısı kapının ardında bulur.

Çoban olanları anlatır: sonsuzluğu yürüyen bir adam gördüklerini ve onun peşine takıldıkları için geç kaldıklarını söyler ve Tolstoy’un Pokhom karakterinden konu açar, onun gibiydi diyerek sonlandırır. Biraz fazla özet oldu lakin gönderme yaptığı Pokhom üzerinden anlatılan bir metin olduğu için bu özet şarttı. Tolstoy’un karakteri ile bağlantıyı pek anlayabildiğimizi söyleyemem. Bunun dışında atmosfer bir nebze zayıf olsa da Bekçi karakteri güçlü işlenmiş. Daha da ayrıntılı işlenmeye müsait bir karakter olduğu da söylenebilir. Sona dair tekrar edersek yazar ya çok örtük bir anlatım tercih etmiş ya da gönderme gerçekten anlaşılır değil. Bu haliyle sonuçsuz duran bir öykü olmuş.

“Mina” Mesut Ateş

Sevdiğinin ölümünü bir türlü kabullenmemiş Mina’nın asla kabullenemeyeceğine dair bir öykü. Fazlaca betimleme ve tasvir ile atmosfer yeterince iyi oluşturulmuş. Oluşturulan bu atmosferin okuru ulaştırdığı nokta da kabullenememe hali oluyor. Tam manası ile bir hikayesi olduğu söylenemez. Duygunun aktarımı noktasında başarılı bir öykü olsa da acıdan başka hiçbir şey söylemeyen bir öyküden bahsediyoruz. Bu tür acı ile sertleştirilmiş öykülerde okura sağlam bir yumruk indirmek makbul olanıdır, yumruk sonrası okur yere serilirse işte maksat hasıl olmuş demektir. Mesut Ateş o sert yumruğu savuruyor olsa da okuru yere seremiyor maalesef.

Sözcükler - Sayı 55 - Mayıs/Haziran

“İskandinav Hikayesi” Aclan Emin

Öykü temelde, insanın bedenen bir zamanda yer alıp pekâlâ geçmişte yaşayabileceğini anlatan bir hikayeye sahip. Aclan Emin dilin imkanlarını sonuna kadar başarılı bir şekilde zorlamış. Kısa, okunması kolay ve sonu her an merak edilen bir öykü çıkmış ortaya. Ayrıntılar ustalıkla verilmiş ve metinde fazladan tek cümle bulmak mümkün değil. İşte bu güzel yanları beklentileri arttırırken anlatılmak istenen asıl meselenin ifşası ile öykü sonlanıyor. Böyle bir son tercihine denecek söz yok lakin beklentiler ister istemez esaslı bir son üzerine kuruluyor. Okurun beklentileri veya hüsranı bir yere kadar merkezde tutulmalı, bu doğru! Aclan Emin baştan sona takındığı “sakin” dil ile tutarlı bir son sunuyor, okura da bu durumda kabul etmek düşüyor.

“Biri Kapatsın Artık Şu Radyoyu” Ayşen Işık

Bir fabrika yahut büyük bir konfeksiyon atölyesinden sorumlu karakterimiz yurt dışına sevk edilecek bir işi yetiştirtmeye çalışıyor. Boşanmış bir anne olduğunu ve kızının ateşinin çıktığını öğrendiğimiz anda her şeyin üst üste geldiğini rahatlıkla anlıyoruz. İçinde bulunduğu cenderede, her şeyi ve herkesi idare etme göreviyle cebelleşen bir karakter o. Annesinin, bilhassa anneliğini sorgulayan ve tenkit eden sözleri her şeyden çok sıkıyor canını ama yapacak hiçbir şey yok. Her ne pahasına olursa olsun o tır gümrüğe yetişmeli, bunu da patronun telefonundan öğreniyoruz.

İşte bu çaresizliği ve sıkışmışlığı çok net bir şekilde okura aktarabilen bir öykü olmuş. Diyalogların sahiciliği metnin akışını ve gerçekçiliğini güçlendiriyor. Ve Hakkı Bulut’un isyanı radyoda anons edilince - “Yaşamak Bu mu?” adlı parçası- müdür olarak isyanı bastırıyor radyoyu kapattırarak. Herkes farkında yaşamanın bu olmadığının ama o tır gümrüğe yetişmeli. Patron için, iş için, eve gidecek ekmek için. Başarılı bir kurguya sahip metinde fazlalık diyebileceğimiz hiçbir şey yok. Meramını anlatıp bir an evvel kenara çekilmek istiyor ve bunu da başarıyor. Bütün anlatılanların neticelendiği bu tür metinlerde son ister istemez çok güçlü olmalı. Genelde bir imge ile bu başarıya ulaşılır. Hakkı Bulut’un şarkısının ismi de gözler önüne serilmiş o tabloyu özetliyor. Bu bir isyan ama yapacak bir şey yok radyo kapanmalı ve o tır gümrüğe yetişmeli.

“Üçüncü Tekil Şahıs” Bülent Ayyıldız

Silik karakterimizin silikliği her an hissediliyor. Hususi tercih de olabilir ama kasvetli atmosfere hizmet eden bir siliklikten ve tam manası ile bir karakterden bahsetmek pek mümkün değil. Daha çok “tip” olarak kalmış ve örtük anlatı içinde iyice kaybolmuş. Anekdot ve çıkarımların hoş oluşu metni okutturan önemli bir özellik bunu söylemek gerek. Sözcük oyunlarını seven anlatıcının anlattığı hikayenin öne çıkan başarısı ise oluşturduğu atmosfer. Son ana kadar tekrar tekrar sorulan “şimdi ne olacak” sorusu önemli bir soru gerçekten. Atmosferin başarısına rağmen tek karakterli metinlerde karakterin daha güçlü verilmesi gerekir. Söylediğimiz gibi güçlü bir karakterden bahsedemiyoruz. Anlatıcının hususi gayreti öykü zamanını yavaşlatıyor netice itibariyle de okurun hızına da etki ediyor bu durum. Bu yavaşlık gevezelikten kaynaklı değil aksine öyküde kafi derecede cümle tasarrufu yapılmış, belki tekrar olacak ama yavaşlık da atmosferden kaynaklı.

Edebiyat Ortamı - Sayı 44 - Mayıs/Haziran

“Görgü Tanıkları” Mehmet Akgün

Yoksulluk içindeki karakterimizin öncelikle karnını doyurabilme ve birikmiş kira borcu için ev sahibine boyun büküşünün hikayesi anlatılıyor. Gereksiz birkaç ayrıntıya rağmen sona ulaşmakta zorlamayan bir yapısı var. Sözü uzatması, biraz da basit bir şekilde sona ermesi hayal kırıklığı yaratıyor. Kurgusal açıdan ciddi bir sorun olmamasına rağmen sonu itibariyle eksiklik hissi veren bir öykü olmuş. Daha vurucu bir son öykünün vasatı aşmasını sağlayabilirdi ama maalesef mümkün olmuyor.

“Ayn, Şın, Kaf … Ve Elif” Şeyhşamil Ejderha

Derviş’in şeyhi ile arasında geçen uzunca bir aşk muhabbeti. Derviş’in Arabi harflerle “ayn şın kaf” şeklinde yazılan aşk kelimesinin neden “elif” harfi ile yazılmadığını merak edişinin hikayesi bir yerde. Uzun girizgah ana hikayeden bu minvalde ayrı düşmüş. Bu ayrılık, bir yan kurgu zenginliğinden ziyade ana hikayeye bağlanamama sorunu olarak göze batıyor. Anlattıkları önemli ama öykü dili açısından başarısız bir metin olmuş.

“Kaset Seansları” Yunus Nadir Eraslan

Öyküde “televizyon giren eve melek girmez” diyen bir babanın çocuğunun, baskı altındaki çocukluğunun hikayesi anlatılıyor. İsimden de anlaşılacağı üzere bir döneme damga vurmuş “dini sohbet kasetlerinin” seans halinde dinlendiği bir ortam söz konusu. Dönemin ortamı fazla abartıya kaçılmadan sezdirme yoluyla çabucak veriliyor. Hemen öykünün başında aile yapısına ve dönemin insanların üstündeki algısına tanık olup asıl anlatılmak istenene dönüş yapılıyor. Bu durum öykünün başarılı olduğu bir nokta. Babanın zihin yapısı ve sert tavrı, dinlenilen sohbetlerle paralel seyrediyor. Kurgusal açıdan gayet başarılı bir öykü olduğunu söylemek gerek. Çok kısa olmasa da hep bir sonraki cümle merak ettirildiğinden sona ulaşmakta zorluk yaşanmıyor.

Bir çocuk anlatıcının gözünden görüp dilinden dinliyor olduğumuzdan ilk göze çarpan aksaklık zaman zaman yaşanan dildeki kaymalar. Bu durum çok sırıtmıyor olsa da gözden kaçmıyor. Ağırlıklı monolog halinde ilerleyen öykü, dönemi hatırlatan ayrıntılarla (Sinbat, kasetler, Grundig marka radyo vb. ) güçlendirilmiş. Esaslı bir sonun ehemmiyetini ortaya koyan bir öykü olduğunu söylemek gerek, daha önce çokça tekrar ettiğimiz vasat sonların iyi giden öyküye neler yaptığını hatırlarsak iyi bir örnek olarak gözler önünde. Ufacık görünen bir hamlenin onca edilen sözden sonra ne kadar değerli olduğunun bir kanıtı Kaset Seansları’nın sonu ve bu sayıda incelenen öyküler arasında en iyilerden biri olmasına sebep olmuş.

“Dedi, Şair” Pınar Vardar

Şairane cümlelerden mürekkep bir öykü. Hikayesi olmayan örtük bir anlatım söz konusu. Afili cümleler belki okuru yakalayabilir ama ne anlatıyor öykü, emin olamadık.

“Çocuk Pencere ve Ekmek” Berat Seyda

Öykü bir çocuk gözünden anlatılıyor. Çocuk anlatıcı, zemin kattaki evlerinin yaya kaldırımını gören penceresinden bakıp, gördüğü ayakkabılardan insanların nasıl birileri olduklarını çıkarma oyunu oynar ve bu sırada olanları anlatır. Bir çocuğun çıplak ayaklarını görmesiyle oyun ve öykü farklılaşır. Öykünün kademeli bir şekilde yükselen tempoya sahip olması başarılı noktalarından biri. Asıl dikkat çeken nokta ise çocuk anlatıcının sıradan bir çocuk olmadığı mesajını veren iç sesi, cümleleri. Beklenen bir sona sahip olmasına rağmen durumu ajite etmeden anlatabilmiş olması daha da dikkat edilmesi gereken bir nokta.