Modern olanın sancısı: Safiye Gölbaşı hikayesi

Zor bir coğrafyada genç kız olmanın, kadın olmanın yaraları büyük bir cesaretle deşiliyor
Zor bir coğrafyada genç kız olmanın, kadın olmanın yaraları büyük bir cesaretle deşiliyor

Safiye Gölbaşı bahçeli evleri, huzuru, dinginliği özlüyor. Onun öykülerinde küçük çocukları mutlu eden yaşlı adamlar, birbirinin gölgesinde ömür tüketen abla ve kardeşler, karısının isteğini hemencecik yerine getirmeye teşne adamlar; gayretleri ile yaşanır kılıyor hayatı.

Serazat, Farsça bir kelime. Başıboş, özgür, serbest, tasasız anlamlarına geliyor. Adının aksine ağır bir ruhu var kitabın. Serazat’ta, dertlenen ve derdini döken duyarlı bir yazarın öykülerini okuyoruz. 19 öyküden oluşan kitapta derin bir düşünüş ve bunun sonucu olarak ortaya çıkan haklı bir isyan var.

Adının aksine ağır bir ruhu var kitabın. Serazat’ta, dertlenen ve derdini döken duyarlı bir yazarın öykülerini okuyoruz.
Adının aksine ağır bir ruhu var kitabın. Serazat’ta, dertlenen ve derdini döken duyarlı bir yazarın öykülerini okuyoruz.

“sayfalar arasında kitap kurdu gibi dolaşmayı bir marifet bellemiş onlar

Allah’ın sokakta gerçekleşen cezbesine karışamazlar”

mısralarındaki mantığa yakın biri olarak, Gölbaşı öyküsünde akan gerçeği oldukça değerli bulduğumu peşinen ifade etmeliyim.

Kitabın en çarpıcı öyküsü Hicri.“Bizim bir annemiz vardı. Bizce çok güzeldi. Annemizi çok severdik. Kim sevmez annesini. Açık-kapalı çarşılarında koşar, camilerinde soluklanır, kütüphanelerinde sessizleşir, dağlarında haykırır, türbelerinde sakinleşirdik.”diye başlıyor. Sayfalar ilerledikçe, o annenin bir ülke olduğunu anlıyoruz: Suriye. Safiye Gölbaşı devam ediyor: “Ama bir gün annemiz vuruldu. Annemize vurdular. Onu vurdular. Korkunç bir bağrışma oldu, bir toz bulutu kalktı, bir hengame koptu.” Öykü boyunca hamasetin tuzağına düşmüyor Gölbaşı. Basit bir lanet çukurunda kalmıyor. Slogan atmıyor. İdrakini, hüznünü bir itidal çerçevesine oturtmayı başarıyor. Böylece, yanı başımızda patlak veren akıl dışı savaşın ve tehcirin en güzel hikayesini yazmış oluyor:

"Halimizi arz etmek mecburiyetinde kaldık. Annemizi vurdular dedik. Annemiz düştü, bizi kucağına alamıyor, bize sahip çıkamıyor, ağır yaralı. Yaralı olduğu halde annenizi bıraktınız öyle mi, dediler bu sefer de. İnsan annesini hiç bırakır mı, dediler. Ama karşı koymaya, annemizi korumaya gücümüz yetmiyordu, neredeyse bizi de vuracaklardı, dedik. Vursalardı, dediler. Ölürdük, dedik. Ölseydiniz, dediler. O annelerden vazgeçtik. Turuncu yelekler gidip denize giden insanları bulduk. Onlara katıldık. Gecenin karanlığında kapkara buz gibi sularda annemizden biraz daha biraz daha uzaklaştık. Turuncu yeleklilerden bazıları denize düştü, çıkamadı. Allah biliyor ya ben de onlar gibi denize düşüp çıkmamak istedim ama olmadı.”

Gölbaşı, insan üzerine düşünmek ve ruhun gizli noktalarını aydınlatmak anlamında da öne çıkıyor. Medcezir Günlüğü adlı nispeten daha uzun öyküsünde psikanaliz sürecindeki bir hastanın ruhuna eğiliyor. Bu öykü, yazarın ileride daha uzun soluklu metinler deneyeceğinin habercisi olarak göründü bana çünkü sıkıcılığa düşmeden metnini merakla okutmayı başarıyor. Medcezir Günlüğü de oldukça başarılı bir hikaye. Zor bir coğrafyada genç kız olmanın, kadın olmanın yaraları büyük bir cesaretle deşiliyor: “Onun yaşamak istediği semtlerde yaşadık, onun gösterdiği okullarda okuduk. Kimlerle arkadaşlık kuracağımızı bile babam belirledi. Onun seçtiği çoğu şeyi ben hiç benimseyemedim halbuki. Her şeyi bize rağmen kendisi için yaptı. Kimin ne istediğinin, kimin ne kadar üzüldüğünün onun için zerrece önemi yok. İşte ben yıllardır Allah’ı da böyle zannediyordum.”

Gölbaşı’nın postmodern arayışların peşinden bir süre daha gidip gitmeyeceğini ise hep beraber göreceğiz.

Bu örnekleri ortalardan verdim fakat kitabın ilk öyküleri ciddi anlamda postmodern denemeler barındırıyor. İlk öykü olan Nevski Bulvarı’ndan Notlar’da Dostoyevski’nin bir karakterini görüyoruz. Soğuk bulvarda bir aşağı bir yukarı yürürken, çılgınlar gibi, yazarı ile karşılaşmayı arzuluyor. İkinci öykü Gökkuşağı İspinozu’nda italik vurgularla yapılan bir ayrım söz konusu. Metin çift zamanlı, çift bakışlı olarak akıyor. Boş Sandalye Egzersizi’nde, kurgunun yazma süreci ile eş zamanlı hareket ettiğini görüyoruz. Annemle Ben Aynı Yaştayken öyküsünde ise neredeyse büyülü gerçekliğe uzanan başarılı bir anlatım göze çarpıyor. Bu öykülerin kitabın geri kalanına göre daha sonra yazıldığı hissi uyandı içimde. Özellikle başa konması, yazarın da bu tarzı daha doyurucu bulduğunu gösteriyor. Gölbaşı’nın postmodern arayışların peşinden bir süre daha gidip gitmeyeceğini ise hep beraber göreceğiz.

Safiye Gölbaşı bahçeli evleri, huzuru, dinginliği özlüyor. Onun öykülerinde küçük çocukları mutlu eden yaşlı adamlar, birbirinin gölgesinde ömür tüketen abla ve kardeşler, karısının isteğini hemencecik yerine getirmeye teşne adamlar; gayretleri ile yaşanır kılıyor hayatı. İnsanların birbirine küçük iyilikler yaptığı, kurulan dünyaların çatırdamadığı, emek ve vefanın ön planda olduğu, sığınılan bir yaratıcının daima bulunduğu naif bir öykü dünyası kuruyor Gölbaşı:“Çünkü kalbimi tüm yaralarıyla Allah’a verirsem, Allah yaraları saranların en hayırlısıdır.” Bu dünyanın kurulmasında ve varlığını sürdürmesinde hissedilen kadın duyarlılığı ise Serazat’ı daha bir özel kılıyor.