Okurun Halleri Metnin Muradı

Her eserin, kendince bir dünya kurduğu ve okuru bu dünyaya davet ettiği açıktır.

“Modern özne, anlatı ormanının içine tam bir özgürlükle bırakılınca, metnin yaslandığı metafizik ilkeleri, zihniyet dünyasını, yazarın ve daha önemlisi metnin muradını elinin tersiyle iter. Çünkü itme, reddetme hali zaten bu öznenin doğasında vardır.”

Eserin, okurda tamamlandığı fikri yirminci yüzyıl boyunca giderek kabul gördü ve böylece eser çoğul okumalara açıldı. Her eserin kendi içinde, kendine yeter bir dünya kurduğu, okura düşenin bu dünyadan kendi payını alması olduğu fikri zayıfladı. Eser merkezdeyken tamamlanmış, mükemmel, bütünlüklü bir yapı olarak değerlendiriliyordu. Okurun merkeze konulmasıyla birlikte eser, ucu açık, her türlü yoruma müsait bir açık yapıta dönüştü.

Her eserin, kendince bir dünya kurduğu ve okuru bu dünyaya davet ettiği açıktır. Okur, bu dünyaya girince her adımında onu tanıması, anlaması ve adlandırması gerekir. Bu noktada yazar-eser-okur arasında kimi mutabakatlar, ortak bir zemin gerekir. Edebiyat eserinde ortak zemin öncelikle dildir. Bu yanıyla dil, eserin mekanıdır ve eser gerçekliğini burada sağlar. Ama bu dil normatif, kural koyan, yargı bildiren bir dil değildir. Hep söylenegeldiği gibi sanat, duyumsamayla yol aldığı için, dili de ona uygun olarak figüratiftir. Dilin ona kucak açmasıyla eser, artık yazarın zihni bir mahsulü olmaktan çıkıp gerçekliğe dahil olur. Bir anlamda bağımsızlığını ilan eder. Yazarından kopmuş, kendisini başkasına açmıştır.

İşte bu açışla birlikte okurun onunla nasıl temas kuracağı önemlidir. Karşısında tamamlanmış, bütünlenmiş, kendi içinde tutarlı bir yapı vardır. Yapı, aynı zamanda bir mekanın tesis edilmesi demektir. Ama yazar her ne kadar kendince açık, anlaşılır, muhkem bir yapı tesis etse de okurun orada nasıl gezineceğini bilemez. Okurun orada gördüklerini nasıl, ne şekilde algılayacağını, nasıl anlamlandırıp isimlendireceğini belirleyemez. Eser, duyularla algılanıp yine duyulara hitap ettiği için okurun onunla ilişkisinde belli bir serbestiyet vardır. Sadece baştan mutabık kaldıkları dil yol gösterici olabilir. Ancak edebiyat eserinde kelimeler genellikle kendi anlam alanlarını aşıp genişler. Bu genişleme okurun dil dünyası kadardır. Dolayısıyla okur, eseri kendi dilince, kendi dilinde okur. Eserin çoğullaşmasının nedeni de okurların sahip olduğu farklı dil dünyalarıdır. Açıktır ki okurun algısı da kendi dilince olacaktır.

Eserin yaşadığı bu değişim, dönüşüm yeni bir gerçeklik kazanması anlamına gelir. Çünkü okur, eseri kendi diliyle telif eder. Bu durum okurun metnin içine çekilmesi demektir. Edebiyat eserlerinde anlatıcı, biraz yazarın vekili gibidir, daha çok onun adına konuşur. Anlatıcı, yazar ve okur arasında bir pozisyondadır. Ancak metnin açık yapıt olarak okurun algısına sonsuzca açılmasıyla bu ilişki yıkıldı ve okur, metne dahil edildi. Okurun metne dahil edilmesi, okura, metni kendisinin yazdığı duygusunu vermeye başladı.

Aydınlanmanın öznesinin, doğayı kendi bakışına tâbi kılmasıyla doğa kendi gerçekliğini giderek yitirmeye başlamıştı. Özne, kendi dışındakileri nesneleştirerek onlarla kendine göre bir ilişki kuruyordu. Sonraki gelişmelerle özellikle romantizmle birlikte doğa kendi gerçekliğinden tamamen sıyrılarak insana tâbi kılındı. Her şey insanın ona anlam yüklemesine, isim vermesine muhtaçtı; aksi hâlde yoktular. Böylesine güçlü bir özne anlayışını hep yedeğinde taşıyan algı nedeniyle okurun merkeze oturmasında herhangi bir güçlük yaşanmadı.

Bu öznel yaklaşım, metin üzerindeki yazarın, dilin ve formun iktidarının yıkımı anlamına geliyordu. Böylelikle tutarlı, bütünlüklü bir yapı olan eser fikri de çözülmüş oluyordu. Dahası yazar-eser-okur arasındaki mutabakatlar da berhava ediliyordu. Şimdi okur, bir anlatı ormanında paşa gönlünce gezinebilecekti. Hâl böyle olunca eser, okur için üretilen bir metin olmaktan çıkıp okurun yazdığı (üstelik bu yeniden yazım değil; her okurun yazımı kendi başına orijinaldi) ve yazarın kendi eseri karşısında ancak okur olabildiği interaktif bir yapıta dönüştü.

Finallerinin açık uçluluğu, okurun doldurması için bırakılan metin-içi boşluklar, eksiltili anlatımın karanlık noktaları modern edebiyatın temel niteliklerindendir. Bu niteliklerinden dolayı modern edebiyat, okura kendisini dayatmaz; onu muhkem bir kale gibi kuşatmaz. Okuru, kurduğu atmosferin içine çeker; sonrası el ele bir yolculuktur. Dahası postmodern edebiyatın, mutfağı okura açarak, okurla metin arasındaki ilişkiyi organik bir hale dönüştürmesi de söylediklerimizden berî değildir. Yazarın, eserine dair temel malzemeyi adeta bir legonun parçaları gibi okura vermesi ve bu parçaları okurun dilediğince bir araya getirmesini istemesi de aşırı yoruma kapı açmaz. Çünkü bu yolculukta kılavuz her zaman metindir. Dolayısıyla metni anlamanın en güzel yolu, metnin kendisidir.

Metin bir yere varmak, nihayetinde bir söz söylemek derdindedir. Yani metnin bir muradı vardır. Bu murat, tespihin imamesi gibidir; anlatı ormanındaki bazen korkulu, bazen neşeli, bazen mutsuz yolculuğun kodlarını bir arada tutar. Metnin içine serpiştirilmiş kodların temel referansıdır. İlk kez karşılaştığımız bir yapının işlevinin ne menem bir şey olduğunu, o yapının neye hizmet ettiğini anlamak için onda kimi nişaneler ararız; örneğin minare, alem, kubbe... görürsek cami olduğuna hükmederiz. Bu, yapıyla ilk temastır; bu temasta nişaneler, kodlar bizim elimizden tutarak yapıyla tanışmamızı sağlar. Yapıyla, eserle kurulan interaktif süreç bu noktada başlar. Okura düşen kodları çözmek, çözdükçe nüfuz etmektir.

Malum, edebiyat eseri, edebi sanatları arsızca kullanır; gücünü de buradan alır. Ancak bu arsızlıkta bile eser daima dilin içindedir, dilin imkanlarıyla sınırlıdır. Elbette kelimelerin anlam alanları genişletilebilir, hatta yeni anlamlar yüklenebilir, mecazların yardımıyla gerçeklik başka bir bağlama taşınabilir, kelimeler hiç olmadık şekilde yan yana dizilebilir. Ama bütün arayışlar hep dilin içindedir. Yorumcu, mecazları tevil ederken dahi mecazın doğduğu kültürle, dil-içi bağlamla sınırlıdır. Örneğin anlatıcı, derse geç kalmış bir öğrenciyi sınıfa alırken, “Sınıfa bir aslan geldi” dediğinde; öğretmen, ders, sınıf gibi öğeler, bizim mecazın gerçekliğini anlamamız için gerekli kodları oluşturur. Eğer irrasyonel bir metinle karşı karşıya değilsek bu mecazı ne şekilde tevil edeceğimizi bu kodlar yardımıyla çözeriz. Burada hiç kimse paşa gönlünce yorumlama hakkına sahip değildir. Kişinin aklı, böylesi bağları kuracak sağlıkta değilse zaten o kişi ne yapsa yeridir.

Metnin muradı nihayetinde yazarın muradıdır. Yazarın muradını anlamının yolu, onun bağlı olduğu metafizik ilkeleri, zihniyet dünyasını anlamaktan geçer. Eser, söz konusu zihniyet dünyasının tecessüm etmiş halidir. Kelimelerin tercihinden tutun da, onların dizimine kadar her şey yazarın yaslandığı zihniyet dünyasının sonucudur. Bu nedenle sözgelimi yazarın anlattığı bir nehir her ne kadar gündelik dilde temsil edildiği için açık ve anlaşılır gibi görünse de yine de hem yazarın anlatı dünyasını bilmeyi hem de eserin bütünlüğü içinde neleri çağrıştırdığını, gösterdiğini bilmeyi zorunlu kılar. İşte bu zorunluluk ancak yazarın bağlı olduğu zihniyet dünyasını bilmekle aşılabilir. Aksi hâlde kimliksiz, kişiliksiz bir eserle yüz yüzeyizdir.

Eserle okur arasındaki ilişki eserin anlaşılması ve okurca deneyimlenmesi için zorunluluktur. Bu deneyim aslında eserin okurun dil dünyasına, anlam dünyasına taşınması demektir. Okur, eseri zorunlu olarak kendi entelektüel ve estetik kapasitesine çeker. Bu alışveriş olumsuz bir durum değil, kapasite meselesidir. Eserin alımlanma sürecini belirleyen kapasite ortaya kimi arızalar çıkarır. Okur, modern eserin kasten bıraktığı açık uçlarla, metin-içi boşluklarla boğuşurken onları anlamaya, adlandırmaya çalışır. Yani bir anlamda akıl, onları bir anlam örgüsüne oturtma derdindedir. Burada okurun isabet edip etmediği konumuzun dışındadır.

İsabetsizlikler yazarın düşünmediği yeni boşlukların, karanlık noktaların oluşması anlamına gelir. Okuma, alımlama deneyimi bazen tamamen başarısızlığa uğrar. Birçok nedenden dolayı okur, metinle iletişim kuramaz, onu kendi anlam dünyasına taşıyamaz. Bu durumda okur genellikle iki sonuca ulaşır; ya kapasitesinin eseri alımlamaya yetmediğine (kanonik metinlerde bu duygu doğar) ya da eserin kötü olduğuna hükmeder. Bu masum bir yargıdır. Sorun alımlama sürecinde, yazarın metne özenle yerleştirdiği kodları, nişaneleri hem eser hem de dil-içi bağlamlarından koparılarak tam bir serazatlık içinde yorumlanmaya kalkışıldığında ortaya çıkar.

Yukarıda niteliklerine kısaca değindiğimiz modern özne, anlatı ormanının içine tam bir özgürlükle bırakılınca, metnin yaslandığı metafizik ilkeleri, zihniyet dünyasını, yazarın ve daha önemlisi metnin muradını elinin tersiyle iter. Çünkü itme, reddetme hali zaten bu öznenin doğasında vardır. Onun gözünde her şey nesnedir ve nesne anlamını ona borçludur. Onun önünde, tamamlanmış, bütünlüklü estetik bir yapı değil; yapıyı meydana getiren elemanlar vardır. Özne, elemanları tanıyıp adlandıracak ve onları uygun bulduğu yerlere koyarak yapıyı yeniden inşa edecektir. Bu inşa sürecinde okurun yaslandığı tek ilke kendi beğenisi, entelektüel ve estetik kapasitesidir. Bu kadar serbest ve hatta başıbozuk yaklaşımla ortaya çıkan aşırı-yorumlarla, kodların çözümlenmesi ya da yanlış çözümlenmesiyle ortada ne yazarın ne de metnin muradı kalır.

Okurun inşa ettiği yapının, eserin orijinalinden daha yetkin olma ihtimali dahi orijinal metnin imhasını haklılaştırmaz. Çünkü yazarın metni kurarken gözettiği bütün ilkeler ve dert, başarılı bir operasyonla ortadan kaldırılmıştır. Buradaki operasyonun en önemli ayağını kelimelerin ve bir bütünlük olarak eserin dünyasının, yazarın yaslandığı metafizik ilkelerden, zihniyet dünyasından koparılması oluşturur. Böylelikle kelimeler bağlamlarından koparılarak gerek söz dizimiyle gerekse bütünlüğün içinde oluşturulan gönderge sisteminin yıkımıyla çıplaklaştırılırlar. Bu zemin sayesinde mecazların tevilinde istendiği kadar aşırı-yorumlara gidilebilir, eserin boşlukları, açık uçları yepyeni gönderge sistemiyle yepyeni bağlamlarla oturtularak doldurulabilir. Zaten yeni bir yapı kurma ancak bu çıplaklaştırmayla mümkün hâle gelir.

Yazarların eserleriyle ilgili karşılaştıkları kimi yorumlarda şaşakalmalarının nedeni genellikle sözünü ettiğimiz serazat yaklaşımlardır. Yapıyı söküp yeniden inşa etme tutumu, fazlasıyla kışkırtılmış öznenin karşısında var olanların kendi gerçekliğinden koparılıp öznelleştirilmesinden bağımsız değildir. Var olanların hikmeti, ilahi bir kaderle yaratılmış olmasındadır. Bu hikmet, var olanlar ancak var oldukları yerde, bağlamda, kendi kaderlerinde algılandıklarında, kavrandıklarında açığa çıkar ve kendinde anlamlıdırlar. İnsanlar onlara bakmalı, görmeli, tanımalı, kavramalı ve adlandırmalıdırlar. Bu ilke, varlık planında temel bir yaklaşımdır ve her şey kendisine yönelik ilişkilerde bu yaklaşımı hak eder; kurmaca da olsa.