Öykücünün Günlüğü

Necip Tosun
Necip Tosun

“Öykünün Onuru” adını verdiğim yazı epey ilerledi, hele geç vakitlerde epey formumdaydım. Olay örgüsü, atmosfer, uyum, ortam kafamda netleşti. Ama tüm bütünlüklü bir yazı olmadı henüz. Öykünün problemleri ve diğer yazınsal türlerle ilişkisi konusunda da kafa yormalıyım.

08.04.1984, Kırıkkale

Ömer Lekesiz, Üzeyir Sali, Ali Sali, Hüseyin Bektaş ile birlikte Baturalp pikniğe gidiyoruz. Teklif benden gelmişti. Şu anda kafamda öykü-roman, öykü-şiir ilişkilerine dair bir yazı yazma düşüncesi var. Yol boyunca bunu tartışıyoruz, piknik yerinde de bunu konuşuyoruz. Ben biraz fazla konuşuyorum galiba, oysa yapmazdım böyle şeyler. Arkadaşlar, böyle bir yazı yazmalısın, dediler.

Ömer ile akşam Ankara’dan gelen misafirleri uğurluyoruz. Bense bu konuşmalardan sonra şiir-öykü ilişkileri yazısını yazmak üzere coşkuyla eve koşuyorum. Orada öykünün, şiirle, roman arasında bir tür olduğunu temellendirmeye çalıştım. Modern insanın beklentileriyle örtüşen sanatların başında öykü sanatının geldiğini söyledim. Çünkü romana göre kısa ve şiire göre daha kolay anlaşıldığı için bugünün insanını yakalayacak bir tür, dedim. Ama öykü konusunda kaynak o kadar az ki…

09.04.1984

“Öykünün Onuru” adını verdiğim yazı epey ilerledi, hele geç vakitlerde epey formumdaydım. Olay örgüsü, atmosfer, uyum, ortam kafamda netleşti. Ama tüm bütünlüklü bir yazı olmadı henüz. Öykünün problemleri ve diğer yazınsal türlerle ilişkisi konusunda da kafa yormalıyım. İnsanın yazdığı tür hakkında bir görüşü olmalı. Tomris Uyar’ın yazdıkları ufuk açıcı.

Öykü, ne yazık ki edebiyat dünyasında üzerinde en az konuşulan yazınsal türlerden biri. Şiir olsun, roman olsun, sanatın diğer türleri olsun, pek çok kuramsal, poetik çalışmaya muhatap olmuşken, öykü için aynı şeyi söylemek mümkün değil. Oysa içinde bulunduğumuz yüzyıl, öykünün yazınsal bir tür olarak etkinliğini iyice hissettirdiği bir yıl olmuştur. E.A. Poe, Çehov, Mansfield, Faulkner, Hemingway gibi büyük yazarlar tarafından en yetkin örnekleri verilmiştir. Ama yine de sorunlarına, kuramsal temellerine, kaynaklarına ilişkin çalışmalar yetersiz kalmış. Hele ülkemizde bu çalışmalar yok denecek kadar az. Tarihçe çerçevesinde, malumat sınırlarını aşmayan oldukça kısır, yetersiz çalışmalar yapılmış. Hele bu çalışmaların bizzat öykücüler tarafından yapılması ayrıca dikkat çekicidir. “Öykünün Onuru” yazısı için kaynak araştırması yaparken gördüm, öykü üzerine ciddi neredeyse tek kitap yok.

14.04.1984

Yaşar Kaplan’a uğruyorum. “Öykünün Onuru” adlı denemem üzerine konuşuyoruz. Bana Recep Seyhan’ın da Aylık Dergi’de yazacağını söylüyor. Geç vakitler Kaplan bana karşı tavrını açıkça söylüyor. Bizi boşlukta gördüğünü, safımızı seçmemiz gerektiğini yani mürit olmamızı istiyor. Yani ya Aylık Dergi’de olacağız ya da…

Bir öykücünün öyküsü onun karakterini yansıtır. Başka türlü yazamadığı için öyle yazmaktadır. Bu anlamda bir yazara nasıl yazacağını dayatmak beyhude bir çabadır.

16.04.1984

Yaşar Kaplan’la soğuk savaşımız sürüyor. Dergiden çıkıyorum, moralim bozuk. Yağmur, delik ayakkabı, saatlerce hükümet tabipliğini arama…

24.04.1984

Yaşar Kaplan’la Akabe’de karşılaşıyoruz. Dilediğim bir öykü kitabını seçmemi istiyor. James Joyce’un Dublinliler’ini seçiyorum. Hediye ediyor.

05.05.1984

Ankara’da Ramazan Dikmen’in düğünündeyim. Arkadaşların hemen hepsi buradalar. Rasim Özdenören de var ve diğerleri… Bir sessizlik. Rasim Özdenören’den bir konuşma bekleniyor. Ama Rasim Özdenören o kişilerden olmadığını söylüyor. Cemal Şakar ile birlikte Mete Çamdereli’yi Diyarbakır’a uğurluyoruz. Akşam çok kalabalık bir evdeyim. Şakir Kurtulmuş’un yayın dünyasından haberlerini dinledim. Geç vakitte düğüne gelenlerin kalacağı yer kararlaştırılıyor. Biz Cemal Şakar ile birlikte Ahmet Arıca’nın evinde kalıyoruz.

19.05.1984

Tarık Buğra, Yücel Çakmaklı, Rasim Özdenören, Mesut Uçakan, Yahya Akengin, Muhsin Mete’nin katıldıkları Küçük Ağa üzerine bir söyleşiyi dinliyorum. Herkes Küçük Ağa’nın teknik ve tematik boyutunu anlatırken kısmen eleştiriler de geliyor. Sonuçta söz Tarık Buğra’ya geliyor. Tarık Buğra sözlerini bir türlü toparlayamıyor. İçli içli ağlamaya başlıyor. Tekrar konuşmaya çalışıyor ama olmuyor. Ortaya her şeyi bütünleyen güzel, içli bir tablo çıkıyor. Yazılmış bir romanıyla ilgili bu kadar konuşmadan sonra, ortada da kitabı dururken bir yazar ne söyleyebilir ki…

14.06.1984

Rasim Özdenören ile birlikteyiz. Sevimli, mütevazi bir insan. Odasına girdiğimde hemen “Öykü getirdin mi?” dedi. Öykü getirmiştim. Daha önce ne zaman ziyaret ettiğimi sordu ben düşünürken o not defterinden “22 Mayıs” dedi. Getirdiğim öyküyü okudu. Beğendi. Mavera’ya bırakmak için öyküyü aldı. Sonra “İntihar etmeyi düşünüyor musun?” dedi. “Hayır Efendim, asla,” dedim. “Bu yaşta bu öykülerden çok aşk öyküleri yazmalısın.” Uzun süre intihar üzerine konuştuk. Çalışmalarından söz etti. On yıldır yazamadığı bir romanı için Manavgat’a gideceğini anlattı. “Abi,” dedim, “ben herkesin yaptığını yapmak istemiyorum yeni bir şey yapmak istiyorum.” Rasim Abi bana baktı ve “Herkes gibi,” dedi. Cevap çok hoşuma gitti. “Şüphesiz, evet abi,” dedim. İki saati aşkın süre Rasim Abi’yle birlikte sanat edebiyat konuştuk.