Öykücünün Günlüğü

Necip Tosun

12 Eylül 1980, Bursa

Aynı evde kaldığımız Muhibbet günlerdir Necip Fazıl Kısakürek’e yaptığı ziyareti ve onda bıraktığı etkiyi anlatıyor. Biz de Murat’la birlikte zevkle onu dinliyoruz, üstadın kalkışını, bakışını, sert sözlerini aktarıyor. Gerçekten bir sabah bize hiç söylemeden kahvaltısını yaparken salonun ortasına ütü masasını getirip koymuş özenle elbiselerini ütüledikten sonra, “ben gidiyorum” demişti. “Nereye” demiştik, “İstanbul’a, Necip Fazıl’a…” diye cevap vermişti.

Öğrenci kredisini aldıktan sonra biz de Murat ile aynı yolculuğa karar vermiştik. Dün 11:30 otobüsüne Bursa’ya bilet aldık. Niyetimiz önce Bursa’ya gitmek, ardından da Mudanya’dan arabalı vapurla İstanbul’a geçerek Necip Fazıl’ı ziyaret etmekti. Çünkü Muhibbet de öyle yapmıştı. Siyah bont çantalarımıza Necip Fazıl kitaplarını, Nuri Pakdil kitaplarını koyup yola çıktık.

Sabah çok erken saatlerde Bursa’ya vardık. Hava hâlâ karanlıktı. Terminal kahvesinde çay içerken, yarı uykulu insanlarda bir tuhaflık görüyordum. Sonra radyoda sürekli marşlar çalıyordu. Bir gariplik olduğunu sezdim ama ne olduğunu tam da anlayamadım. Sonra bir taksiciden askeri harekât olduğunu öğrendik. Ama ortada net bir şey yok. Murat ile birlikte Ulu Camii’nin yerini öğrenip oraya doğru yürümeye başladık. Bursa karanlık, çok karanlıktı. Etrafta çok yoğun olmasa da askeri araçlar dolaşıyor. Yürüdüğümüz sokaklar bomboş ve etrafta kimseler yok. Sonunda camiye geldik. Su sesleri, maviler, kubbelerde derinlik ve huzur. Sabah namazında neredeyse kimse yok. Bu da garipliğin bir başka göstergesi… Sonunda Murat’la bir köşeye çekilip sabahın olmasını beklerken uyumaya başladık. Birileri bizi uyandırdı. Birkaç saat uyumuş olmalıyız. Saat sekiz olmuş, her yer aydınlanmıştı.

Camiden dışarı çıktığımızda tam olarak ne olduğunu anlayabildik. Sokaklar bomboştu. Dışarıda tek bir insan yoktu, bütün yollar tutulmuş. Her taraf askeri araçlarla doluydu. Hoparlörlerden insanlara sokağa çıkma yasağı hatırlatılıyor ve aksi hâlde tutuklanacakları belirtiliyordu. Murat ile hemen yan sokakta bir manavın açık olduğunu gördük şeftali ve ekmek alıp caminin bahçesine yeniden döndük. Artık camii ve çevresinde mahsurduk. Bir ara bir yurda sığınmak için yurt aramaya kalkıştık ama her yerden jandarmalar tarafından geri çevriliyorduk. Bursa’da yaşayan Cemil’i aramaya karar veriyoruz. Tam telefon ederken yanımıza bir polis geldi. Kimliklerimizi istedi, baktı. Öğrenci olduğumuzu öğrenince iyice şüphelendi. Önce karakola götürmeye niyetlendi sonra aralarında konuşup vazgeçtiler. Biz onlara yeni Ankara’dan geldiğimizi söyledik. Bize “Hemen Ankara’ya dönün, daha ne olup bittiğinden haberiniz yok” dediler ve garaja yönlendirdiler. Saat 16:30 otobüsüne binip tekrar Ankara’ya döndük.

Ankara otogarı ana baba günü. Hiçbir yere göndermiyorlar. Evimize yaklaşık bir saat uzaklıkta garda yeniden mahzur kaldık. Bir yandan karnımızı doyurmaya çalışıyoruz bir yandan da burada nasıl yatacağımızı kuruyoruz. Sonra büyük bir cesaretle eve yürümeye karar veriyoruz. Yolda iki delikanlı ellerinde bont çantalar yürüyoruz. Sokak bomboş, evler karanlığa gömülmüş. Bir ara sokağa girdiğimizde bir askeri cip önümüze kıvrılıp duruyor. Murat ile ne yapacağımızı şaşırıyoruz. Etrafımızı elleri makineli tüfekli askerler sarıyor. “Eller havaya!” diye bağırıyor içlerinden biri. Astsubay galiba. Ellerimizi havaya kaldırıyoruz ama bond çantam bu arada yere düşüyor ve açılıyor. Kaldırıma Necip Fazıl kitapları, Nuri Pakdil kitapları saçılıyor…

O an kesinlikle işimizin bittiğini düşünüyorum. Astsubay kitapları karıştırıyor, bir şey anlamıyor. Önce sinirleniyor ama bizim saflığımızı görünce işi merhamete döküyor. Nereden gelip nereye gittiğimizi titreyerek anlatıyoruz. Sonra bize inanıyor ve yumuşuyor: “Yahu sizi şurda kurşuna dizsem yeridir, hesap soran olmaz, oğlum manyak mısınız lan. Bu saatte sokak ortasında yürünür mü? Kiminiz var, neye güveniyorsunuz? Bu akşama kadar kaç çatışmaya girdiğimizi biliyormusunuz?” Bizim bu saatte ellerimizde çanta yürüdüğümüze bakıp cesur değil gerçekten saf olduğumuza inanıyor. “Gidin” diyor. Evimize kadar yürüyoruz ve yol boyunca pek çok askeri araç bizi takip ediyor. Eve geliyoruz. Şimdi upuzun uyuma zamanı. Rüyamda; Bursa, jandarmalar, Necip Fazıl’a soracağım sorular, İstanbul’u hâlâ görememek…

Kasım 1980, Kırıkkale

Boğucu, iç karartıcı bir atmosfer. Sokak savaşları, kamplaşmalar, mücadeleler bitti ama bir başka karabasan kol geziyor. Korku ve güveni iç içe yaşamak ilginç. Sokaktaki karmaşa, kaos bitmiş bu kez de kimin ne zaman niye gözaltına alınacağı kaygısı var. Her an herkesin kapısı çalınabilir. Herkeste, her şeyde derin bir suskunluk. Herkes susuyor sadece haki bir renk konuşuyor. Kırıkkale’ye gitmek için bindiğim otobüs radyosunda saatlerce MGK bildirileri okundu, arananlar sayıldı. Duvarlar, elektrik direkleri aranan insanların afişleriyle dolu. Televizyonlarda önlerinde silahlar, kitaplar, dokümanlar yüzlerce genç insanın görüntüleri. Kim haklı kim haksız belli değil. Herkes birbirinden korkuyor.

Bugün Kırıkkale’deyim. Sokağımızın duvarlarındaki bütün sloganlar silinmiş. Şimdi elektrik direklerinde sadece arananlar listesi var. Sıra sıra gencecik insan fotoğrafları. Sanki bambaşka bir sokağa giriyorum. Belli belirsiz MHP, SGB, AK-GENÇ yazıları. Slogan savaşları çoktan bitmiş. Her şeyin üstüne beyaz bir boya çekilmiş. Tıpkı ülke gibi. Hiçbir şey olmamış gibi, her şey sessizliğe gömülmüş. Etrafta tek bir slogan yok.

Bizim evde de terör bitti rahatlığı var. Annemin, babamın kaygısı kalmamış. Artık beni merak etmeyecekler. Bir aydır gelmediğim evde odalara girip çıkıyorum. Arka odaya, kitaplığımın bulunduğu odaya geçiyorum. Ankara’da bekâr evinde kalıyorum ama kitaplarım hâlâ Kırıkkale’de, bu evde. Ancak kitaplığım bomboş. “Anne kitaplar nerede?” diyorum. Bir yere sakladıklarını sanıyorum. “Oğlum ortalık karışık, evleri basıyorlarmış, biz de tandırda hepsini yaktık. Sen de evde yoktun ne yapalım. Başın belaya girer diye korktuk.” diye cevap veriyor. Üzülüyorum, ama diyecek bir şey yok. Bir an hangi kitapların burada olduğunu hatırlamaya çalışıyorum.

Ortaokuldan bu yana aldığım tüm kitaplar. Hatta bazı ders kitapları da vardı içlerinde. Ama anneme kızamıyorum, çünkü kitabın suç aleti olarak görüldüğü bir ülkede bir anne başka ne yapabilirdi ki? Sadece kitaplar için evlerin basıldığını biliyorum. Aslında evdeki bazı kitapların başıma iş açacağını tahmin ediyordum. Özellikle Che Guevara’nın Payel’den çıkan Savaş Anıları, İran devrimi üzerine kitaplar da dahil olmak üzere pek çok kitaptan, dergiden endişe etmiştim. Kitapların yakılmasına moralim bozuldu ama yapacak bir şey yoktu. Ankara’da 12 Eylül darbesi sonrasında her apartmandan siyah dumanlar yükseldiğine herkes şahit olmuştu. İnsanlar sakıncalı mı sakıncasız mı olduklarını bilmedikleri kitaplarını banyoda yakmış Ankara sıcak bir sonbahar günü dumanlara boğulmuştu.

Moralim bozuluyor. Balkona çıkıyorum. Bahçemizdeki ağaçlara, ağaçlar içindeki tandıra bakarken zihnimde hep yakılan kitaplar var. Sezai Karakoç, Sait Faik, Kemal Tahir, Rasim Özdenören, Cahit Zarifoğlu, Edebiyat, Mavera dergileri… Özellikle ortaokul öğretmenimin hediye ettiği kitaplar. Artık hiçbiri yok. Altını çizdiğim yerler, göz nurum, dikkatlerim ve hayallerim. Hiçbiri yok. İçim acıyor. Sanki hafızam, yaşadıklarım yanmış. Tandırın küçücük bacasına baktım. Demek her şey, tüm hafıza bir duman olarak gökyüzüne karışıp kayboldu. Tam o anda tandırın çatısına dizilmiş serçeler gökyüzüne doğru uçuşuyor. Kanat sesleri havada asılı kalıyor. Demek her şey geçecek.

Aralık 1980

Edebiyat dergisinin Akay yokuşundaki bürosuna biraz çekinerek de olsa girdim. Bir efsane olarak dinlediğim Nuri Pakdil’i ve dergi ortamını görmek istedim. Dergi bürosunda Nuri Pakdil, Şaban Özdemir ve Arif Ay vardı. İlk göze çarpan Picasso’nun tablosu, Pakdil’e gösterilen saygı ve derin sessizlikti. Birkaç dakika susularak geçildikten sonra ben nazikçe ziyaretimin nedenini açıkladım. Aklımda tasarladığım cümleler yoktu sadece bu suskunluğu bozmak için konuştum: “Efendim, Kırıkkale’den Ankara’ya bir iş için geldim, bu arada size de uğrayıp merhaba demek istedim.” Cümleyi bitirdiğimde dikkatle seçilmiş bir cümle kurmadığımı, bu sözlerle ziyareti önemsizleştirdiğimi fark etmiştim. Ama yapacak bir şey yoktu. Pakdil tolerans göstermedi. Beni dikkatle dinledikten sonra yüzü değişti, kırılmış gibiydi, Arif Ay’a dönerek: “Sayın Ay, biz bir dostumuzu, bir arkadaşımızı, bir büyüğümüzü ziyaret etmek istediğimiz zaman, bir şeye denk düşürmeyelim, ziyareti araya sıkıştırmayalım. Eğer İstanbul’da birini ziyaret edeceksek aklımızda, kalbimizde sadece o olsun, o şehre sadece onun için gidelim.” Pakdil tam da efsanesine uygun bir tavırla ilk dersimi vermişti. Yüzümün yandığını, terlediğimi hissettim.

Belki de bu açık yenilgiden olsa gerek cesaretle konuşmaya başladım, daha dikkatli ama daha samimi. Edebiyat dergisini okuduğumu, bazı yazıları hiç anlamadığımı, derginin dil tutumunu filan gündeme getirmeye başladım. Daha büyük potlar kırmama rağmen, Nuri Pakdil beklediğimin aksine tüm sorularıma ayrıntılı cevaplar veriyor, örnekler getiriyordu. Galiba samimiyetim hoşuna gitmişti. Belki de kırıldığımı anlamıştı. Cahit Yeşilyurt’u sordu, ne yaptığını, beni onun mu gönderdiğini filan. Ben de kendisinin dayımın oğlu olduğunu ama onun göndermediğini belirttim. Sonra Kırıkkale’den Metin Abi’yi, Haydar Keskin’i, Süreyya Abi’yi sordu. Anlattım. Kırıkkale’yi çok iyi biliyor gibiydi, Kaletepe’yi tarif edip oradan Kırıkkale’nin nasıl güzel göründüğünü aktardı.

Nuri Pakdil ile yazı, kitap, Kırıkkale muhabbeti bir saate yakın sürdü. İlk kırıklık samimiyete dönüşmüştü. Pakdil bu konuşmaları boyunca sürekli sigara içiyor ancak içtiği sigaranın küllerini masadaki kül tablasına değil kendi avucuna döküyor, biriktiriyor sonra küllüğe boşaltıyordu. Nuri Pakdil otoriter, etkileyici bir edebiyat öğretmeni gibi gözüktü gözüme. Ondan hiçbir öğrenci geçemezdi. Bir ara ayağa kalkıp çıkmak zorunda olduğunu beni yine beklediğini belirtip dergiden ayrıldı. Arif Ay yanıma gelip, gülümseyerek, “bir haftadır konuşmuyor, kimseyle böyle konuşmaz, sizi sevdi, lütfen uğrayın” dedi.

Bürodan çıkıp Ankara’nın uğultusuna karıştığımda zihnimde Pakdil’in tonlamalı sözcükleri uçuşuyordu. Bu sözlerin tınısıyla Dışkapı’ya kadar yürümüşüm. Pakdil’in ayakları yere değmiş, bizim gibi yürüyordu. Hem de yanımda, Dışkapı’ya kadar benimle…

  • 9. yüzyılın meşhur hekim ve filozofu Huneyn bin İshak’ın “Çağının Tanınmış Fakat Kötü Ruhlu Hekimleri Olan Düşmanlarının Elinde Başına Gelen Talihsizlikler ve Zorluklar Üzerine” adlı bir risalesi vardır. Düşünsenize, içinde entrika, acı, gözyaşı, gizli ilimler ve daha nicesi var. Tam bir çoksatar! (BB)