Refik Durbaş’ın Kampana Şiiri

Refik Durbaş
Refik Durbaş

Kampana şiirinin hikayesine baktığımızda, merkezde Bingöl’den dört yıl önce İstanbul’a gelmiş bir genç, bir çırak vardır. Kampana (çan) yapılan bir yerde, fincan kadar bir dükkanda çalışan bu genç, daha gün doğmadan dükkanı açmakta, işliğini giymekte, ortalığı süpürüp tezgahı düzenlemektedir.

Kampana, benim gençlik yıllarımdan beri hiç unutmadığım, çeşitli anı ve enstantaneler eşliğinde zihnimin bir köşesine kazıdığım, ara sıra dönüp ilgi ve heyecanla okuduğum şiirlerden biri.

1944 yılında doğan, 60’lı yıllarda bir ara Rasim Özdenören ve Cahit Zarifoğlu ile de arkadaşlık eden Refik Durbaş’ın bu şiiriyle, 80’li yılların ortalarında Memet Fuat’ın hazırladığı Çağdaş Türk Şiiri Antolojisi’nde karşılaşmıştım. Üniversite öğrenciliğimin ilk yıllarıydı. Kadırga Erkek Öğrenci Yurdu’nda kalıyordum. Antolojinin en sonunda yer alan, Bingöl’den ayrılarak geldiği İstanbul’da bir çan dükkanında / atölyesinde çalışan, gelecek tasavvuru sürekli özlem, sevgi arayışı ve yılgınlık arasında sıkışan bir çırağın ağzından kurulan bir şiirdi bu.

Biraz da o yıllarda bizi fazlasıyla ezip hırpalayan yoksulluk, gurbet, sıla özlemi, büyük şehirde tutunma çabası, farklı bir hayat beklentisi gibi duygu ve durumlara denk düştüğü için kolayca özdeşlik kurulabilecek ayrıntılar içeriyordu. Hem okuyor hem de çalışıyordum. Hafta sonları maçlarda çekirdek sattığım bile oluyordu. Dahası, Beyazıt’tan Kadırga’ya inen yollar üzerinde çok sayıda küçük atölye, iş hanı, çoğunda memleketlerini terk etmiş gençlerin çalıştığı onlarca dükkan vardı. Şiire bir atmosfer sunan dükkanın benzeri sayılabilecek mekanlarda, şiirde söz alan / sözü edilen şahısları andıran onlarca kişiyle her gün bir şekilde karşılaşıyor, konuşuyor, dertleşiyor, ahbaplık ediyordum ben de. Söz konusu şiirin kişi, mekan ve yaşama biçimi açısından türevleriyle doluydu yanımız yöremiz.1

“Şiirdeki hikaye” bağlamında bir önceki yazıda ele aldığımız “Bingöl Çobanları” şiirinde Kemalettin Kamu, kendi içinde kopukluklar, tezatlar ve yapaylıklar taşımakla birlikte, horlanan, küçümsenen, beklenti ve özlemleri erkenden budanan köy çocuklarından, çobanlardan söz ediyordu.2

Kamu gibi edebiyatçıların tuhaf ve çelişkili bir biçimde gıptayla baktıkları, “şehrin uğultusundan usanmış ruhları taze bir heyecanla sarsan” bir taşra, bir köy hayatı yoktu artık; munis ve bereketli Anadolu imgesi çökeli çok olmuştu.

Evveliyatı da olmakla birlikte özellikle 60’lı yıllardan itibaren o çocukların bir kısmı; çalışmak, okumak, bir yolunu bulup yeni bir hayat kurmak umuduyla büyük şehirlere hatta Avrupa’ya göçmeye başladılar. Çoğu büyük bir hayal kırıklığı yaşadı. Yeni zorluklarla, ekonomik sakıntılarla, bitip tükenmeyen acı ve hüzünlerle karşılaştılar. Büyük şehirler de baş döndürücü bir değişimin, yeni ve incitici bir ilişkiler ağının, bütün değerleri ve alışkanlıkları altüst eden farklı bir yaşama biçiminin içinden geçiyordu. Şiir de bütün bunları birbirinden farklı algı ve anlayışlar içinde karşılamaya, görmeye ve anlatmaya çalıştı elbette. Kemalettin Kamu’nun dile getirdiği her iki atmosfer de birçok yönden tanınmayacak kadar değişmiş, başkalaşmıştı artık. “Bingöl çobanları”ndan biri olabilecek çocuklar, gençler; muhtemelen aileleriyle birlikte büyük şehirlere gelmiş fakat rahatı, sevgiyi ve mutluluğu yine bulamamışlardı. Aslında bir türlü tamamen kopamadıkları “sıla” onları rahat bırakmamış, çekip geldikleri “gurbet” ise çoğunu bağrına basmamıştı.

Şehir hayatı, bu tür bir bagajla yola koyulan ve yeni bir sayfa açmaya çalışan insanların kimileri için “acı gurbet” çıkmazıyla bütünleşiyor, biraz daha okumuş, mürekkep yalamış temsilcileri için de bir tür “kent patolojisi” düzlemine evriliyordu. Turgut Uyar’ın Akçaburgazlı Yekta’sının “yanılgan insanlığı” böyle bir atmosferde depreşiyor, Sezai Karakoç’un “elleri balkonların demirinde” duran yüreği ağzında anneleri bu ortamda hızla artıyor, Edip Cansever’in “Umutsuzlar Parkı” incinmiş, kaybetmiş, bunalmış kentli insanlarla dolup taşıyor, biraz ileride İsmet Özel’in “kaypak ilgilerin, zarif ihanetlerin” içinde dönenen şehirlileri göze çarpıyordu. Ece Ayhan’ın, şehrin her tarafına savrulmuş “orta ikiden ayrılmış” çocukları da şiirde farklı kimlik ve sesler eşliğinde yankılanmaya, söz almaya başlamışlardı zamanla. Bunların bazıları sanayiye, kendilerini boğan çeşitli iş kollarına, zorlu meşgalelere atılmak zorunda kalmışlardı.

İşte Refik Durbaş şiiri, bazı yönleriyle, Ece Ayhan’ın bıraktığı yerden devam eden bir şiir gibi gelir insana. Bu hususla ilgili olarak, Durbaş’ın, “Yort Savul” şairinin pek çok şiirini yaygınlaştırdığı, açıkhava sinemasında gösterdiği hatta yeni boyutlanmalarla içini açtığı tespitinde bulunur Haydar Ergülen.3

Geldiği, ulaştığı yeri de dikkate alarak bütüncül bir şekilde baktığımızda, Türkçe şiirin son yarım yüzyıldaki bütün birikimleriyle, yönelişleriyle konuşan, tartışan, hesaplaşan ve yeri geldiğinde onlardan yararlanan bir yanı var Refik Durbaş şiirinin. Kendisi de çeşitli dergiler çıkaran ve farklı gazetelerde çalışan şairin, biçim kadar anlama da önem verdiği daima gözlemlenebilir, test edilebilir bir özellik. Zaman zaman, günlük konuşma dilinin içine serpiştirilmiş eski yahut yöresel kelimelere de yer verdiğini gördüğümüz Durbaş’ın kimi şiirlerinde şiiri kuran / yazan öznenin bir gazeteci, bir muhabir gibi hareket ettiğini söylemek de mümkündür. Kısa şiirlerin yanı sıra uzun metrajlı sayılabilecek hatta gazetecilik, dergicilik diliyle söylersek röportaj-şiir adı verilebilecek şiirleri de var.

Bu bağlamda, bazı şiirlerinde bir yeri, kurumu, ortamı gezdiği, incelediği, yakından tanımaya çalıştığı, ilgili kişilere sorular sorduğu, kendilerini anlattırdığı, açıklama ve görüntülerle, çeşitli bilgi ve belgelerle anlatımı desteklediği görülür. Başka bir yönden bakıldığında sine-şiir diye nitelenmeleri de mümkündür kuşkusuz. Şiirin içinde, şiire özgü nitelikleri gölgelememeye çalışan hareketli bir kameranın gezindiği de söylenebilir pekala. Küçük işler, küçük meslekler; bunların yeni gelişmeler karşısında tükenişi, yenilişi, temsilcileriyle birlikte yavaş yavaş hayattan çekilişi de yerini bulur bu toplam içinde. Hanlar, dükkanlar, çarşılar, işçi kızlar ve kadınlar, pazar yerleri, çayevleri iç içe geçmiş bir biçimde karşımıza çıkar. İlk şiirleri biraz daha zayıftır kuşkusuz; tematik ve anlatımcı uzun şiirlerindeki başarısı ise genelde teslim edilir.

Yazımızın konusunu oluşturan Kampana şiirinin hikayesine baktığımızda, merkezde Bingöl’den dört yıl önce İstanbul’a gelmiş bir genç, bir çırak vardır. Kampana (çan) yapılan bir yerde, fincan kadar bir dükkanda çalışan bu genç, daha gün doğmadan dükkanı açmakta, işliğini giymekte, ortalığı süpürüp tezgahı düzenlemektedir. Ustası zamanında fil kadar çanlar dökmüştür ki bunların bazıları şehrin önemli yerlerinde hâlâ kullanılmaktadır. Çırak, her gün öğle paydosunda, askerden geldikten sonra zorlu koşullar altında döktüğü bu çanları anlatan ustasını dinlemektedir. Ustası, şimdi her şeye küsmüş gibidir.

Çırak, ustası kızmasına rağmen, sık sık tuvalete gitmekte ve tuvalet penceresinin karşısında yer alan koca bir hana bakmaktadır. Handa çoğu terzi, konfeksiyoncu, ütücü çok sayıda kız çalışmaktadır. Üst üste cigara yakarak bu kızları izleyen çırağın gözbebeğinde bazen kalecilerin korkulu rüyası Cemil ve ardından Türkan Şoray, Fatma Girik, Arzu Okay, Gökben gibi ünlüler belirmektedir. Bu arada kızlardan biri “Akşam sekizde, otobüs durağında ama ablamı ekersem” diyerek işareti çakmakta ve ağzındaki cikleti patlatmaktadır. Bu tür molalardan sonra aşınmış, yıpranmış araç gereçle çalışmaya dönen ve içinde büyük özlemler depreşen çırak da hiç değilse ustası gibi fil kadar çanlar dökme isteği duymaktadır.

Fakat hiçbir şey değişmemekte, güzel bir gelişme yaşanmamakta, ustası da kendisini anlamamaktadır. Alınterinden hep aynı cevher süzülmekte; çekicin suyunda, alevin yalazında, pazularında hep aynı ülüzgâr dolaşmaktadır. Ocağı yakmakla, madeni hazırlamakla, ateşi körüklemekle geçen günler; umudunu büsbütün yitirmemekle birlikte nasibinin bağlandığını düşünen ve bıyıkları yeni terleyen çırağın sabrını büyütmekte ve fakat sefertasındaki lokmayı küçültmektedir. Çırak, gün batarken dükkanı kapatmaktadır.

İç içe geçmiş, birbirinin koynunda kök salmış birden fazla mini hikaye; bir bütünün içinde söz alan kısa “paralel hikayeler” söz konusu aslında bu şiirde. Çırağın, ustanın, handa çalışan kızların çehreleri parlayıp sönüyor bir anlatı tomarı içinde. Kampananın, dükkanın da şiirin bütün katmanlarına yayılarak bir üst çatı, toparlayıcı bir üst anlatı oluşturduğu söylenebilir:

Fincan kadar bir dükkan

ocağı yak

madeni hazırla

ateşi körükle

bağlanmış bir kez nasibin, zor zanaat

Şiir, çırağın dükkandaki “gün doğarken” başlayan ve “gün batarken” sonlanan bir gününe odaklanarak kurulmuş temelde. Sıradan bir iş günü oluşturuyor şiirdeki asıl zamanı. Fakat yeri geldikçe farklı zaman dilimlerine de işaret edildiğini görüyoruz. Çırak “Bingöl’den geleli dört yıl” olmuştur söz gelimi. Aynı zamanda ustasının geçmiş yıllarına dair aktarımlar da yapılmaktadır onun ağzından:

En tiz çan bakır, kalay ve fosfattan dökülür

fil kadar çanlar dökmüş ustam

biri Galata’daki büyük kilisenin avlusunda

biri bizim orda Güllübağ istasyonunda kampana

biri solgun bir fesleğen gibi duruyor ustamın çocukluk anılarında

“Öğle paydosu”, “askerlik yılları”, “akşam sekizde” gibi zamanla ilgili başka ifadeler de var 1978’de yayımlanan bu şiirde. 70’lerin ortalarından sonraki süreç esas alınabilir şiirdeki zamanı konumlandırmada. Siyasal gelişme ve çatışmaların yoğunluk kazandığı bu dönemle ilgili net bir yorum ve tarafgirlik görülmez şiirde. “Sınıf bilinci”ni vurgulamaya dönük ifadelere, politik ve ajitatif söylemlere, yorumlara, yönlendirmelere başvurulmaz. Şunu da belirtmek gerekir ki okuyucu, arkada geniş bir sosyolojik haritanın ve çeşitli göstergeleriyle açığa çıkarılmış bir zaman diliminin varlığını kolayca sezer şiiri okurken.

İşyerlerinde, atölyelerde elektriğin ve makineleşmenin doğurduğu sonuçlara, teknik gelişmeler karşısında gerileyen “el emeği”nin karşılığını artık yeterince görememesine değinilmesi bir ipucudur bu bağlamda. Popüler kültüre ait unsurlar da ağırlıklı bir yer tutar. Kahramanları rahatlıkla başka alanlardan da seçilebilecek ortak bir hikaye düzlemi, genel bir “usta - çırak ilişkisi” formu öne çıkar. Her maçta üç çeken ve kalecilerin korkulu rüyası olan Cemil Turan’dan söz edilir ki Fenerbahçeli bu ünlü futbolcu 1973-74, 1975-76, 1977-78 sezonunda gol kralı olmuştur.

Yine şiirde geçen ve Orhan Gencebay’ın başını çektiği “arabesk” türü içinde görülen şarkıcılar birçok insan tarafından büyük bir ilgiyle dinlenmekte, izlenmektedir. İsimleri anılan Türkan Şoray, Ayhan Işık gibi oyuncular da sinema salonlarını dolduranların her yönüyle bildikleri kişilerdir. Futbol, müzik ve sinemayla ilgili aktarımlar, hem şiiri zenginleştirmekte hem de kendi sosyolojisini kurarak zamana ve ortama dair işaretleri belirgin hale getirmektedir.4

Kampana’daki temel mekan, çan dökülen fincan kadar bir dükkan. İstanbul’daki bu dükkanın, dükkandaki alet edevatın zaman zaman ayrıntılarına inilerek tasvir edildiğini görüyoruz. Tezgah, işlikler, körük, örs, çekiç, eğe, keski, kerpeten, külüstür ocak ve kömür kömür; dükkanda yer alan, yeri geldikçe adları anılan nesneler. Bunun dışında, dükkanın tuvalet penceresinden görülen ve çalışanlarının hayatlarından kesitler aktarılan işhanı da önemli bir mekan şiirde. Bunların resmedilmesinde bir gönül gözünün de devreye girdiği söylenebilir.

“Usta” bile şiirin sonlarında bir kişi, bir özne olmaktan çıkarak bir mekan unsuruna dönüşür adeta. Onunla ilgili tekrar ifadeleri bir tekdüzelik vurgusunun öne çıkmasına da katkıda bulunur; bu durum şiirdeki hüzünlü havayı da artırır. Belki de şiirin, hikayenin esas kahramanı, çırak ve ustasını da yavaş yavaş yutan bu mekandır. Zaman zaman bir kapana kıstırılmışlık hissi de veren bu kampana dükkanıdır. Bingöl, Galata, Güllübağ, Fatih-Harbiye, Kızılırmak, Toroslar, Haymana ovası; şiirde geçen diğer yer adları.

Şahıslar kadrosuna baktığımızda en başta “bıyıkları yeni terleyen”, “umut” ile “kaygı” arasında gidip gelen çırak olmak üzere, “körüğü pas tutmuş” ustayı, işhanında “çoğu terzi, konfeksiyoncu, ütücü” olarak çalışan kızları görüyoruz. Dönemin panoramasından izler taşıyacak şekilde bazı şarkıcı, oyuncu ve futbolcuların adlarına yer veriliyor bir de.

Merkezinde belirgin ve merak uyandırıcı bir “olay anlatımı” yer almasa da bir kurgusu olan, tahkiye unsurları taşıyan bir şiir Kampana. Bir “kesit öyküsü” olarak nitelendirmek daha doğru belki de. Betimleyici ve öyküleyici anlatım baskın. Az da olsa -italik yazılmış- konuşma, seslenme cümlelerine yer verilmiş. Anlatıcı, çırak. Birinci tekil kişinin bir iç konuşması olarak görülebilir bu yönüyle. Yer yer yüklemsiz ifadelere, eksiltili cümle özelliği taşıyan dizelere, bölümlere rastlansa da şiirin genelinde tamamlanmış yargıların, bir yüklemle sona eren isim ve fiil cümlelerinin ağırlıkta olduğunu belirtmek gerekiyor. Sıfatların ve zarfların sayısı da fazla. Deyimler, benzetmeler ve “ülüzgâr” gibi genel dolaşıma girmeyen kelimeler kullanılmış aynı zamanda. Yöresel özellik taşıyan kelimelerden sadece “ülüzgâr” ile yetinilmesi şiirin bütünü açısından bakıldığında bir eksiklik. Yaşı ve konumu gereği çırağın dile getiremeyeceği bazı benzetmelere yer verilmesi de eleştirilebilir.

Dil, zaman zaman şiirdeki gencin düzeyinden, durumundan birkaç gömlek daha üstün, parlak, rafine bir dil. Fakat genel akışkanlık içinde okurun zihnini kurcalayan bir boyuta ulaşmadığı söylenebilir bu durumun. Diğer taraftan, çırağın, tuvaletin penceresinden karşı handaki odalardan birinde çalışan bir kızın alınterinin soluk bir çay bardağına damladığını görmesi de ilginç. Bizzat o esnada gördüğünden değil belki, bunu bildiğinden, tecrübe ettiğinden, daha önce de farklı bir şekilde gözlemlediğinden söylüyor olabilir. Ara sıra şiirin / hikayenin dışına taşan, saçılan taraflar olsa da ciddi bir senkron sorunu yaşanmıyor şiirde. Bilakis hepsi ayrı ayrı düşünülerek, bir bilinç eşliğinde bulunmuş olmasa da şiirin bileşenleri bir uyum, bir sinerji doğuruyor ve okuru içine çekiyor. Tekrarlanan dizelere ve hatta bölümlere rastlıyoruz aynı zamanda. Gökben’in bir şarkısından yapılan alıntıyı da dâhil edersek toplam 103 dize var şiirde. İrili ufaklı 16 bölüme yayılmış bu dizeler. Bölümlerin yalnızca ilk dizeleri büyük harfle başlıyor.

Refik Durbaş’ın bu şiiri, tema ve anlatım yönünden Cem Karaca’nın 1975 tarihli ünlü Tamirci Çırağı şarkısını da hatırlatıyor insana kuşkusuz. Umutları, beklentileri olsa da Karaca’nın çırağı gibi üst sınıftan birine abayı yakan biri değil, handa çalışan gariban kızlarla ilgileniyor Kampana’daki Bingöllü çırak. O yüzden kendini harap eden büyük bir hayal kırıklığı, ciddi bir travmaya yol açacak büyük bir hüsran ve ıstırap da yaşamış değil o ana kadar.

Edip Cansever’i hatırlayarak söylersek “Gelmiş bulundum” diyenlerin şiiri bazı yönleriyle Kampana. Çeşitli nedenlerle memleketinden ayrılan ve fakat büyük şehirde de bocalayan, huzur ve mutluluğa kavuşamayan, üstelik zorlu koşullarda çalışmasına rağmen emeğinin ve alın terinin karşılığını alamayan, kuşatıcı yahut üst bir kimlik ve inanca da dâhil olamayan milyonlarca insanı örneklediği, temsil ettiği için de hâlâ yaşamaya, okunmaya, etki uyandırmaya devam ediyor.

  • 1 Siyasal gelişmeler ve gitgide yoğunlaşan toplumsal olayların da etkisiyle ilk şiirlerinde etkilendikleri İkinci Yeni’den uzaklaşarak toplum sorunlarına ağırlık veren şairlerden biri olan Refik Durbaş, kentte yoksulluk içinde yaşayan, güç koşullarda çalışan insanları birçok şiirinde ele almıştır. Üzerinde durduğumuz şiirin de yer aldığı 1978 tarihli Çırak Aranıyor adlı kitabı bu yönüyle önemlidir.
  • 2 Ali Emre, Kemalettin Kamu ve Bingöl Çobanları, Post Öykü 4, Mayıs-Haziran 2015, s. 72-75.
  • 3 Haydar Ergülen, ‘Gurbet Burcu’: Refik Durbaş, www.sabitfikir.com, 06. 04. 2012.
  • 4 Şiirin yazıldığı döneme ve diğer unsurlarına ait önemli ve ayrıntılı tespitler için bkz: Nizamettin Uğur, “İnsan Kendi İzdüşümünden Başka Nedir ki?”, Varlık 1280, Mayıs 2014, s. 14-15.