Sabaha Az Kaldı

En sonunda uyuyorsun. Bir daha uyanmamak üzere uyuyorsun.
En sonunda uyuyorsun. Bir daha uyanmamak üzere uyuyorsun.

Belki de onu bulman içindi ağırlık. O karanlık... Rüya... Çelik kalıbı atölyeye geri çıkartıyorsun. Senin çıkman daha zor oluyor. Karanlık seni bırakmak istemiyor. Can havliyle sarsıyorsun vücudunu. Üzerinde yıllarca birikmiş kauçuğun tozları savruluyor atölyeye. Karanlık tozu harlıyor. Harladıkça çoğalıyor.

Saatlerdir yağmur yağıyor. Camlar buğulanmış. Bütün gece çalıştın. Ölmeye yakın bir yorgunluk.... Atölyede simsiyah bir plastik kokusu var. Bir de demli çayın kokusu. Ara sıra kapıyı açıyorsun. Aldığınız tek önlem bu zehirlenmeye karşı. Ama yağmurun sesi uyku getiriyor. Kapatıyorsun. Öğlen malzemeler çıkmış olmalı. Simsiyah iki genç yüz, son kauçuğun da kalıptan çıktığını söylüyor. İşte bitti. Siz de bittiniz. İkisini eve yolluyorsun. Bugün tatil. Günün ilk ışıkları sokağa düşmeye başlıyor. Kurşuni bir mavi git gide yayılıyor sokaklarda.

Yağmur devam ediyor. Son bir iş kaldı. Kalıbı enjeksiyondan çıkartmalısın. Uzuvların uykuyla sevişiyor. Kalıp zincirinden kurtuluyor. Çelik yığını bir kuş gibi süzülüyor alt kata. Bakıyorsun, tabanda koca bir delik, kapkara. Hayır, uyuyorsun! Ruhun bedeninin sınırlarını zorluyor uykuda. Çıkmaya çalışıyor içinden. Geçmişe dair birkaç şeyi, hayasızca önüne atıyor. Peşinden gidiyorsun çaresizce. Kan, damarlarından çılgınca akıyor o an. Karşında onu görüyorsun. Küçük bir sen... Yıllar önce... Atölyenin kapısından ilk kez girerken...

Delikten yaşlı bir koku geliyor. Sanki binlerce yıllık. Çocukluğundan beri buradasın oysa, alt katta bir oda olduğunu ilk defa görüyorsun. Delikten aşağı atlıyorsun. Hayır uyuyorsun! Ruhun bocalıyor, kendini bırakıyor karanlığın kollarına. Önüne atılanlardan bir dağ oluyor karanlık. Dağın henüz başındaki sana ait küçüklük. Seni bekliyor. En zayıf yerinden sarıyor seni. Atölyeye ilk geldiğin günü hatırlatıyor sana. Bir babanın eksikliğiyle sarıldığın atölyeyi getiriyor ayaklarına. Bir film şeridi gibi geçiyor her şey. Günler, yıllar, torna cızırtıları, çelik uçlu matkaplar, yağmurlar...

Aşağısı karanlık bir oda. Keskin bir mum kokusu, sanki az önce söndürülmüş. Yerde yatan insan iskeletleri. Zırhlı insanlar. Duvarlarda yüzlerce kılıç yarası... Bin yıl önce bu odaya kapatılmış olmalılar. Kalıbı görüyorsun o an. Tahtası çürümüş bir haçın altında yatıyor. Kucaklıyorsun onu çocukluğun gibi. İmkansız! Bu kadar hafif olmamalıydı. Hayır, uyuyorsun! Uyuyorsun, ama hafif olamayacağını biliyorsun. Terk edilmiş bir çocuk hafif olamaz. Ağır olmalı, dünyanın en ağır şeyi olmalı. Karanlıktaki her kılıç yarasından onun ruhunda da olmalı.

Belki de onu bulman içindi ağırlık. O karanlık... Rüya... Çelik kalıbı atölyeye geri çıkartıyorsun. Senin çıkman daha zor oluyor. Karanlık seni bırakmak istemiyor. Can havliyle sarsıyorsun vücudunu. Üzerinde yıllarca birikmiş kauçuğun tozları savruluyor atölyeye. Karanlık tozu harlıyor. Harladıkça çoğalıyor . En sonunda uyuyorsun. Bir daha uyanmamak üzere uyuyorsun.

  • Rivayet odur ki; “Post Öykü’de hep aynı isimleri görüyoruz” diyesilermiş. Bu durumda birkaç ihtimal var:
  • 1. Hep aynı isimlere dikkat kesilmiş olabilirsiniz. Lütfen tekrar deneyiniz.
  • 2. Post Öykü’de iyi öykü okuyorsunuz. İyi öykü de öyle herkesin yazabildiği bir şey değil. Meret. Ama bunun iyi bir yanı var, öykünüz Post Öykü’de yayımlandıysa, kayırılmadığından iyi bulunduğundan emin olabilirsiniz.
  • 3. Post Öykü, kimseden öykü istemiyor. Mutfaktakiler ve atölye hariç. Yani dengeleri değiştirmek için yapmanız gereken çok basit. A. Mutfağa buyrun, gerçekten kapımız açık. B. Derginin her sayısında duyurduğumuz atölyelere öykünüzle katılın. C. Öykü gönderin.
  • 4. Biliyoruz insan doğası, bit yeniği aramayı, olmadığı yerle ilgili komplo teorileri üretmeyi sever. Ama çoğu zaman her şey sandığınızdan çok daha basittir. (A.E)