Sanat eserinin kendiliği üzerine

Hakikat ânının mazharı olarak sanat eseri
Hakikat ânının mazharı olarak sanat eseri

Duyuş ve seziş üzere olan sanatçı tam da doğanın kalbindedir. Böyle olunca eser de duyuş ve sezişin neticesi olarak işaretler arası ilişkilerde köklenir, dense yeridir.

Bir balmumu heykel sergisini geziyor, her heykel karşısında tuhaf bir ürperme yaşıyordum. Sanki heykelin taklit ettiği şahısla burun buruna geliyordum; aramızda sadece diyalog eksik gibiydi. Hangisine baksam hemen göz göze geliyorduk. Ürpermeye dayanamayıp serginin yarısında dışarı çıktım. Yol boyu yürürken niye ürperdiğimi düşündüm, aslında bir heykelle ya da o kişinin temsil ya da taklidiyle değil cesediyle karşılaşmıştım. Ürpermemin nedeni de sanırım cesetle karşılaşıyormuşum hissinden doğmuştu. Geçenlerde Schopenhauer'u okurken aynı meseleyle karşılaştım.

Schopenhauer şöyle diyor: "Dolayısıyla gerçek şeyin aldatıcı taklidi sanatın gayesi olarak kabul edilmiş olsaydı, balmumundan yapılma şekil ya da suretler zorunlu olarak birinci sırayı işgal ederdi. Nitekim onlar sadece biçimi değil, fakat maddeyi de sunar görünürler; ve böylece onlar şeyin bizatihi kendisinin önümüzde olduğu yanılsamasını uyandırırlar. Bu yüzden karşımızda, sadece bir kez var olan ve bir daha var olmayan şeyden, yani münferit şeyde varolan şeye, yani safi biçim ya da ideaya götüren gerçek sanat eseri yerine, bize görünürde münferit olanın kendisini ve dolayısıyla sadece bir kez var olan ve bir daha var olmayan şeyi, ama yine de böyle gelip geçici bir varoluşa kıymet kazandıran şeyden, hayattan yoksun olarak sunan balmumu şekilleri buluruz. Bu sebepten ötürüdür ki balmumundan yapılma şekil yahut suretler bir ürperti hissi uyandırır, çünkü kaskatı bir cesedin etkisine benzer."1

Balmumu heykeller karşısında yaşadığım ürperme, sanatın gerçeklikle ilişkisinin neliği ve nasıllığı üzerine oldukça zihin açıcıydı. Buradan sanatın gerçekliği taklit veya temsil etmediğini ya da yansıtmadığına hızla hükmedilebilir. Schopenhauer'un dediği gibi mesele gerçeğin taklidi olsaydı balmumu heykeller sanat eserleri arasında birinci sıraya yerleşmeliydi. Çünkü gerçeğin motamot: hiç değiştirmeden, tıpkı, kopyasını üretmek konusunda herhalde balmumu heykelden daha üstünü yoktur. (Şimdilerde bilgisayar yazılımları bu kopya konusunda belki daha mahirdir.) Ama sanatın gerçekle, gerçeklikle organik bir ilişkisi yine de vardır; ister modelle isterse modelsiz çalışılsın. (Modelsiz çalışmalarda, model sanatçının muhayyilesinde bir suret olarak belirdiği için yine de bir model vardır.)

Meseleyi sanat ve gerçeklik olarak ortaya koyunca, daha baştan bir sorun ortaya çıkıyor. "Ve" bağlacı birleştirmekten ziyade ayrıştırıyor, sonra da sanatçıyı gerçekliğin beri'sine ya da öte'sine yerleştiriyor. Oysa öyle değil. Bir yaratılmış olarak insan da diğer yaratılanlarla bir ve birlikte, doğada doğal bir varolan olarak vardır. Yaratılmışlar sebepsizce yaratılmayıp hikmetle2 yaratılmışlardır. Haklarındaki takdire uygun olarak yerli yerindedirler.3 Ama sadece insan yaratılış hikmetine mugayir davranıp kendi hakkındaki yerini, yerinden edebilir; ediyor da. Böyle hareket etmenin en bariz hali, "bilen özne" olarak kendisini doğanın berisine yerleştirip onunla bir ve beraberliğinin tersine, doğaya hükmedici olma hakkını kendinde bulmasıdır. Sözünü ettiğim ayrışma da burada ortaya çıkmayı başlamaktadır. Sanki sanatçı, doğanın karşısına geçecek, ondan ilhamla ya da doğadaki bir şeyin uyandırdığı duygu, düşünce ya da izlenimleri eser vasıtasıyla dışlaştıracaktır gibi bir kanaat uyanmaktadır.

Açıktır ki eserin gerçeklikte bir varolan olarak yer alması onun bir üretim etkinliği olduğunu gizlemez. Hakikatin onda açıklığa çıkması bir keşiftir; zira keşif de ortaya çıkarma, örtüsünü açma olduğuna göre, açıklığa çıkma anlamında hakikatle bağı açıktır.

Burada açıktır ki doğa, bir malzeme deposuna; sanatçı da malzemeyi işlemeye memur bir zanaatkâra indirgenmektedir. Oysa bir işaret (âyet, mucize) olarak insan da doğanın fısıltısının, ima'sının, işaret edişlerinin benzerine sahiptir. Unutulmamalı ki, bir işaret varsa mutlaka işaret edilen de vardır. Burada insana düşen evvelemirde duymak, sonrasında duyduğuna uymaktır. Duymak, anlamanın temelidir; duyduğumuz için anlarız, anladığımız için duymayız. Aynı zamanda duymak, sezmeyi de çağrıştırır. Buradan hareketle insanın âlemde duyuş ve seziş üzere bir halde olması gerektiğini söyleyebiliriz.

Duyuş ve seziş üzere olan sanatçı tam da doğanın kalbindedir. Böyle olunca eser de duyuş ve sezişin neticesi olarak işaretler arası ilişkilerde köklenir, dense yeridir. İşaretler arası ilişki dediğim de işaretlerin âlemde birbirlerinden bağımsız, tekil ve durağan olmayıp birbirleriyle ilişki içinde olmalarıdır. Köken, soy demekse sanat eseri de burada soylanır. Sanatçının bakışı (duyuş ve seziş) doğanın içindedir ve o, bakışıyla doğayla doğrudan doğruya bir ilişki kurar. "Sanatçı, işi, Tanrı'nın yaratışını taklide yeltenme cinsinden bir iş olmakla birlikte, O'nun gibi yoktan varedici değildir elbet. Onun işi, yaratıştan bir yaratış çıkarmak, varlıklardan yeni bir varlık, var olanlardan yeni bir varolan türetmektir. Ancak, değindiğimiz gibi, yaratılmışların, yaratıkların, genel yaratışa yaslanmalarından doğan bir dirençleri vardır."4 diyen Sezai Karakoç, eşyanın bu direncini kırmaktan, onu teslim almaktan söz eder; sanatçı önce onu öldürmelidir, yani tasarrufu altına almalıdır, sonra ona can vermelidir. Buradaki öldürmeyi, teşrih masasına yatırmayı, ben duyuş sonrası kavramak olarak anlıyorum. Sanatçı duyarak anladığı eşyayı kavramalı, onu adlandırmalı, özü itibariyle tanımalıdır; bu tanışma, eşyanın kendi hakkındaki takdirini tanımak demektir; yani hikmetiyle kavramak.

Heidegger de sanat eserinin doğayla ilişkisini Albrecht Dürer'e atıfla açıklar: "Sanat, gerçekten doğadadır, kim onu doğadan koparıp alırsa, ona sahip olur." Bu koparıp almayı şöyle açımlar: "Koparıp almak burada bir parçayı koparmaktır, parçayı resim fırçasıyla tuval üzerine aktarmaktır. Aynı şekilde karşı soruyu da sorabiliriz: Bu parça, parça olarak yani ölçülü ve ölçüsüzlüğün kavgası olarak yaratıcı taslak sayesinde açıklığa getirilmese nasıl koparılmalıdır? Yırtık, ölçü, sınır ve buna bağlı olarak ortaya çıkarabilme yani sanat, bütün bunlar doğada saklıdır. Fakat kesin olan bir şey varsa, başlangıçta eserde saklı olduğu için, sanat doğada ancak eser sayesinde açıklığa kavuşur."5 Gerçeğin doğadan koparılıp öldürülmesinin ve sonra ona yeniden can verilmesinin iki amacı vardır: i) Sanatçı can verdiği eşyayı, kendi hakkındaki takdire uygun olarak olması gereken yere iade etmektedir ki bu iade ediş, insanın ona bakışını tashih eder. Zira insan türlü sebeplerle eşyayı kendi yerinde idrakten kopabilir; ii) eşyayı kendi yerinde müşahede etmek demektir; bu da onun hikmetini ve hakikatini idrak etmek demektir.

Koparma, sahip olma, bilen öznenin doğaya tahakkümünü çağrıştırabilir; oysa burada işteş bir eylem söz konusudur, öyle olmalıdır; bu duruma, işteş eyleme uygun olarak bakışma diyebiliriz ki bakışmanın duyuş ve sezişte temellendiğini söyleyelim. Zira insanın da işaret olduğunu söylemiştim, işte bu diyalog bir bakışma eylemidir; iki kalbin birbirine kendilerini açmasıdır. Böyle olunca âyetler birbirlerine açılırlar, birbiriyle konuşup ilişkiye girerler, mucizenin açığa çıkması gibidir bu açılış. Ben bu hale, "hakikat ânı" diyorum.6 Bu bağlamda hakikati, önerme ve olgunun örtüşmesi anlamında kullanmadığım açıktır. İşaretler arası bir açılma, açıklığa çıkma vardır burada. Sanat eseri de bu açıklığa çıkmanın mazharıdır; biçim sayesinde açıklığa çıkan nesnelleşerek tanınır, bilinir hale gelir.

Heideggerce söylersek, eserde hakikatin işe koyulması/vuku bulması, örneğin "çiftçi ayakkabıları"nın (Van Gogh) motamot, "tıpkısıyla aynı" şeklinde betimlenmesiyle meydana gelmez. Meydana getirme, hakikatin işe koyulması anlayışına uygun olarak, "bir şeyi gizli kalmışlıktan, gizli kalmamaklığa çıkarmak" demektir. Hakikatin mevcut bir durum olmayıp gerçekleşme olduğu açıktır. Hakikatin sanat eserine yerleşmesi, onun kendi özüne kavuşması gibidir. Bu noktada, Heidegger'e göre "öz"ün daha ziyade bir hakikatin ortaya çıkmasına olanak sağlayan bir "olay" ya da "oluş" olduğunu belirtelim.7 Özün böyle olmaklığı, hakikatin bir gerçekleşme olduğunu da açıklar; gerçekleşme de sanat eseridir. Bir gerçekleşme olarak sanat eseri, hakikatin mazharıdır; o, eserde kendi özüne kavuşur, yani bir olay ya da oluş olarak tezahür eder.

Allah'ın yaratışının daimiliği gereği âlem her dem oluş halindedir; oluş halinde olmak, ol-maya doğru bir cevelandır; bir anlamda her yaratılanın kendi kemalini (olmak) araması gibidir. Kemal bulunamadığı ve oluş devam ettiği için oluşa-duranın layıkıyla kavranması mümkün değildir. Dolayısıyla duyuş ve seziş, kavrama takaddüm eder; kalplerin birbiriyle konuşması zaten duyuş ve sezişle mümkündür. Hakikat ânının açıklığa çıkması anlamında sanat eserinde de bu devinim sürer. Çünkü eser doğanın kalbinden doğduğu için benzer şekilde bakışmanın sahip olduğu diyaloğu kendi içinde kurar; işaretlerin, bu diyaloğa gönderme yapmasıyla devinimin eserde de yankılanmasını mümkün hale getirir.

Oluş, devinim, işaret, işaret edilen... eserin kurduğu zamansallık sayesinde anlamlı bir şekilde yan yana gelir. Eser, bir anlamda onların açıklığa çıkabilecekleri bir ortamdır (mekandır); dolayısıyla eser, bütün bu devinimi kendi zamansallığı içinde toplar ve devinimi düzenler. Böylece eser, gerçeklikte kendine yer açar ve varlık-oluşta yerini kendi olarak alır. Eserin zamanı, geçmiş ve gelecekle birlikte şimdi olduğu için eserde art ardalık değil, fakat yan yanalık vardır. Zamansallık, işte bu yan yanalığı birbirine bağlar; eser böylesi bir zamansallık kurmasa, hakikat anları tek tek duyuş veya seziş olarak donuklaşacaktır. Onları devinime bağlı kılan, zamanın sürekliliğidir; devinim sayesinde de hakikat anları var olup tekrar yiterler.8

Eserin bir varolan olarak, gerçeklikte yerini alması ve ilişkiler ağına girmesi onu donukluktan koparır. Hakikatin bir olayda, oluşta açıklığa çıkmasına uygun olarak eser de bu devinime tabi olmalıdır ki hakikatin mazharı olabilsin. Açıktır ki eserin gerçeklikte bir varolan olarak yer alması onun bir üretim etkinliği olduğunu gizlemez. Hakikatin onda açıklığa çıkması bir keşiftir; zira keşif de ortaya çıkarma, örtüsünü açma olduğuna göre, açıklığa çıkma anlamında hakikatle bağı açıktır. Şöyle ki, keşif sayesinde varolanın örtüsü açılınca kendisi olarak açıklığa çıkmış olur. Keşifte; bulma, ele geçirme ve örtüsünü açma vardır; işte bu ele geçirmeyi, sanatçıların koparıp alma, eşyanın direncini kırma, onu öldürme demeleriyle birlikte düşünebiliriz. Demek ki keşfetme, yani ele geçirme, aynı zamanda sanatçının temasını belirlemesi anlamına da gelir. Sezai Karakoç'a uyarak söylersek; "varlıklardan yeni bir varlık, var olanlardan yeni bir varolan türetmek" anlamında eser, tüm yapılmışlığına rağmen yeni bir varolan olarak yine gerçekliktedir. Dolayısıyla sanat eseri mutlaka bir şeyi taklit ediyor değildir. Bir bakışmanın, duyuş ve sezişin ürünü olarak, orada kendisini temsilen vardır.

Eser, kendini temsilen vardır, hakikatin kendisi olarak değil; hakikat, onda işe koyulmuştur; bu bakımdan eser, hakikate dair bir iz taşır.

Hakikat anları bir var, bir yok olarak eserde kimileyin kimilerine parıldamaya devam eder. Bu da gerçeklikten koparılan (keşfedilen) gerçekliğin bir parçasının (tema), eserde yeniden işlenip (içerik) bütünü ima edecek şekilde (biçim) tekraren gerçekliğe iade edildiğinin başka türlü söylenmesidir. Ancak yine de onun "varlıkta yeni bir varolan" olarak yer alması, doğadaki herhangi bir eksikliğin, kusurun giderilmesi anlamında değil; sadece bir keşfin ifadesidir; o ana dek insana kapalı kalan bir şeyin ortaya çıkarılması, örtüsünün kaldırılması, kendinde açıklığa çıkarılmasıdır. Vurgulamakta fayda var: Eser, kendini temsilen vardır, hakikatin kendisi olarak değil; hakikat, onda işe koyulmuştur; bu bakımdan eser, hakikate dair bir iz taşır. Bu izi Özkan Gözel şöyle açımlar: "Evet, sanat hakikatin bıraktığı boşluklara dair bir bilinçlilik yaratır bizde. Burnumuz bir boşluğa temas ettiğinde tepkimiz umumiyetle hayret, hayranlık ya da afallama tarzındadır. Bir koku almışızdır ve sermest etmiştir bu bizi. Bu koku kaynağa doğru bir merak uyandırmıştır bizde. Sanat eseri böylece bizi kendinden öteye ya da beriye göndermiştir. Belki de yaratılışın ilk ânına. Dünyanın kökenine. Hatta kalubelaya yani olmadan önce olduğumuz hâle. Sanat eseri bizi kavramsal olmayan bir tarzda düş-ün-dürtmüş, imgelemimizi allak bullak etmiştir. Bu dürtmeyle birlikte bir doluluk talebi yani ki hakikatle irtibatlı olma arzusu yeşermiştir içimizde."9

Yaratılmışlar hikmet iledir, demiştik. Ceset, varlık hikmetini yitirdiğinden, ama hâlâ yanımızda olduğundan ürperticidir. Yaratılmışlar, varlık hikmetini yitirdikten sonra onların hikmeti toprağa karışmaktır, oysa ceset aramızda olmaya devam ettiği için hikmetsizdir. Bu hikmetsizlik, yaratılmışlarda bir çarpılma meydana getirir, yaşadığımız ürperti bu çarpılmayla ve hatta giderek idrakimizde açtığı çatlakla ilgilidir. Çatlak, bir ara durum olduğu için cesedi hem burada hem ötede tutmaya devam eder, oysa gerçekte o, burada değildir. Eseri eser yapan devinim, işaret ediş, ilişkiler ağındaki bağlamı gibi onu canlı kılan unsurlar, balmumu heykelde yoktur. Taşıdığı bir ima varsa da bu ima ya da işaret ediş aslına gönderir; aslını aşan bir anlama sahip değildir; bu yanıyla onda bir taşma da yoktur. Bütün göndermeleri aslının üzerinde toplar. En fazla aslına dönüklüğü nedeniyle ilişkiler ağında yer almaması onu salt bir nesneye dönüşmüştür, ama ne-ise-ne olarak bir nesne değil, aslına dair bir yanılsamadır daha çok. Sanat eseri birtakım bileşenlerden, parçalardan meydana gelir, ama parçalar kendi başlarına oraya monte edilmiş gibi bağımsız durmazlar. Eser kendi içinde kurduğu zamansallıkla onları birbirleriyle ilişkiye sokar ve böylece kendi organizmasını işletir.

Sergide karşılaştığım bir cesetti ama değildi, sanki cesedin temsiliydi, ama o da değildi, zira aslını temsilen duruyordu. Taklit ettiğinin temsiliydi sözde, ama aslının karakteristik hiçbir yanını üzerinde taşımadığı için cesetti. Heykel üzerinde hiçbir ima, gönderme, çağrışım, duygu, düşünce izi taşımıyordu. Dahası sanatçının izini/üslubunu da taşımıyordu, bir foto-kopyadan ibaretti. Onda bir oluş ya da olay yoktu, ilişkiler ağının içinde olmadığı için içsel bir devinime de sahip değildi.

Sanat eserinin ortam olması

Ortam, anlam açısından zengin bir kelime: Bir canlının içinde bulunduğu maddi ve tabii şartların bütünü, vasat; bir kimsenin içinde yaşadığı manevi, fikrî ve sosyal çevre. Etimolojik olarak orta'dan geliyor; herhangi bir şeyin ortası; ortalama anlamı da var. Ara, vasıta, vesile'ye kadar gidiyor. Sanat eserinin ortam olması derken hem "şartlar bütünü" hem de "orta", "ara", "vesile" anlamlarını da kastediyorum. Şartlar bütünü; eserin düzenleme, yerleştirme, tasarım, kurgu gibi biçimsel araçları kullanarak kendi içinde bir ortam yaratmasıdır. Nesne kendi başınayken neyse-odur, işlevinden ibarettir. İnsanla ilişkisinde en fazla anı-değeri vardır. Eser, nesneleri alıp düzenleyerek bir ortam yaratır ve her şey bu ortamda meydana gelir. Eserde nesneler tek başına çoğu kere anlamlı değildir; tıpkı duvarda asılı duran tüfek gibi. Eser, kendi içinde ilişkiler ağı kurarak nesneleri diyaloğa sokar ve atmosferi oluşturacak şekilde düzenler. Örneğin bir buket çiçeğin odada öylece duruyor olması boş-işarettir; ama onun bir mezara bırakılması, sevgiliye verilmesi, buketten çıkan notta sevgi ya da ayrılık sözlerinin yer alması nesneyi, eserin kurduğu ilişkiler ağı sayesinde işarete dönüştürür. Çünkü bu düzenlemeyle birlikte nesne, artık bir şeyi işaret etmektedir.

Evimizdeki sandalyenin kullanım değeri vardır, bir de olsa olsa anı-değeri. Sandalyeyi bir iskeleye yerleştirip o an iskeleden ayrılan vapurla birlikte fotoğraflarsan o düzenleme sayesinde bambaşka bir şey işaret etmeye başlar; iki sandalye konursa atmosfer baştan ayağa değişerek yeni bir hal alır. Nesne, ortam sayesinde işarete dönüşür, eser de bu anlamda bir ortam kurarak bizi kendi ilişkiler ağına çekip diyaloğa dahil eder ve aynı atmosferi solumamızı sağlar. Böylece yaratmak istediği tesiri bize aktarır. Atmosfer de ortamdakilerin ruh halleriyle ilişkilidir; ruh halleri ortama rengini verir. Örneğin sandalye yıpranmışsa uzun bir yaşanmışlığı; sıcak renkler sıcak duyguları, (sevgi, muhabbet, kavuşma...) soğuk renkler soğuk duyguları (korku, nefret, ayrılık...) işaret eder.

Bir yaratılmış olarak insan da diğer yaratılanlarla bir ve birlikte, doğada doğal bir varolan olarak vardır.

Ortam, aynı zamanda eserde mekânsılığın da kurulmasıdır. Çünkü temanın gerektirdiği nesnelerin esere taşınması ve onların birbiriyle ilişkiye sokulması mekânı/zemini zorunlu kılar. Zaman, ilişkilerin, devinimin sürekliliğini sağlarken, mekân da zemin olarak bunu mümkün hale getirir. Bu mekânsılaşma, ortamın, sayesinde/vesilesiyle açıklığa çıkanlara kucak açtığı, onları sarıp sarmaladığı anlamına gelir. Zaten orta-m varsa bir şey onun sayesinde orta-ya çıkıyordur. Eser, tematik bağ olarak bir varolandan çıkar, (koparmak, çekip almak, öldürmek) bu yüzden bir yaratış değil, varolanın kendinde açıklığa çıkmasıdır; ortam bu açıklığa çıkmanın koşullarını düzenler. Ortamın, biçimsel araçları kullanması tam da bunun içindir. Tema seçimi; neyin alınıp neyin dışarıda bırakılacağı (kesitleme); alınanların, yani parçaların birbirine göre konumu ve birbiriyle ilişkisi (kurgu); parçaların ait oldukları yere konulması (yerleştirme); hangi tonda ifade edileceği (sıcaklık-soğukluk); ifade ediş tarzı (üslup) ve bütün bunları bir araya toplayıp sunmak (biçim)... Tüm bunlar bir ortamda, ortam sayesinde mümkün olur. Eser, nihayetinde içinde konuklayabileceğimiz bir ortamdır.

Ortam olmanın orta-sına bakalım şimdi de. Yaratılmış her şey bir-ara-da-dır; Yaratılış ve yok oluş arasında olmak, genel kategoridir; diğer tüm ara-lar, bu kategorinin şemsiyesinin altındadır. Ara, ara-lar, ara-yı açar, ama bir-ara-ya toplar ve ara-cı-lık eder. Orta-nın, ara-nın karakteristiği hem ayırmak hem birleştirmektir. Ara, hep ikiliklerin arasındadır, dolayısıyla insan bunların bir-ara-da-lığıdır. Ara, iki ucu bir arada tutarak durumu yaratır çünkü iki ucun arası bir kesitlemedir aynı zamanda. Sanatsal gerilim de bu bir-ara-dalık'tan doğar ve ara-yış'a, ara-mak'a doğru yol alır. Ara, aynı zamanda ara-lamak'tır da; sanat eseri bu anlamda ara-layan'dır. Onun araladığı, genellikle duyuş ve sezişle yaşanan hakikat ânına doğru bir bakış imkânıdır. Aralayış, çoğu kere pencere metaforuyla ifade edilir. Çünkü pencere de bir ara-dır; içi (içkin) ve dışı (aşkın) ayırır ve birleştirir. Pencere olarak sanat eseri, dışa doğru bir bakış imkânı aralarken, aynı zamanda dışı içe, içi dışa taşır; bu, eserin içi ve dışı kendi üzerinde toplaması anlamına gelir.

Ancak ara, kendinden doğduğu ortamdan farklıdır; ortam sarıp sarmalarken, ara ayırır ve bitiştirir. Eser bağlamında daha önemlisi onun aralamasıyla, araladığının, yani eserde açıklığa çıkanın aşılmasıdır, yani taşmadır. "Burada söz konusu olan resim-dünyasının, sanatın taşıyıcısı olan gerçeklikte yer bulmasından (Lokalisation) çok, doğruluğa açılması ile birlikte onun taşıyıcı alana onu aşmak üzere konmasıdır. Özgün anlamda "yer" yapılmasından, trans-position'dan, bu aşa-koyma'dan söz etmek istiyorum. Resim-dünyası, taşıyıcının yüzeyine konur ve onu aynı zamanda aşar; daha doğrusu, onun kendi kendisini aşması sağlanır. İşte bu yerleştirmeyle orada bir "ara" açılır. Koyma ve aşılma bir "ara"da cereyan eder. Resim-dünyası taşıyıcıyı örtmekle kalmaz, bu örtmenin kendisi, resim-dünyasına ve doğruya açılma olarak yeni bir anlam kazanır."10

Bu ara-da sanat eseri bize önce kendisini aralar, onu algıladıktan sonra yine onun araladığından öteye uzanır bakış, yani eser kendini aşar, kendinden taşar. Bu taşmaya işaretlerin birbiriyle konuşması diyebiliriz; koparılıp alınan varolanın dolayımlanıp gerçekliğe iade edilmesidir. Şimdi gerçekliğe iade edişe bakalım.

Eserin gerçeklikte kendisini temsilen varolması

Gerçekliği, duyularımızla algıladığımız her şey diye tanımlayalım. Böyle olunca sanat eseri duyularımızla algıladığımız bir gerçek olarak gerçekliğe dahildir. Onun gerçek olmaklığı tıpkı evin, arabanın, cep telefonun, köprünün... gerçek olması gibidir; vardır ve algılanabilirdir. Burada doğal varolanlarla bir ayrım yapılabilir; çünkü sanat eseri, diğer saydığım varolanlar türünden olarak yapaydır. Bu ayrıma ve yapay varolanların varlığına kimsenin itirazı yoktur, mevzu sanat eserine dayandı mı işler karışır ve onun özünde kurmaca, hayal ürünü, yalan, sahte olduğu itirazları yükselir. En insaflı yorumlardan biri eserin -mış gibi olduğudur. Vardır, ama varlığı tıpkı yalanın, hayalin, -mış gibi yapanın varolması gibidir. Onun -mış gibi olmaklığının temelinde, bence, eserin illa bir şeyin taklidi olduğuna dair kesin kabul yatmaktadır. Bu kabul üzerinden konuşunca elbette sanat eseri -mış gibi olan bir şeydir.

Eserin kendinde kendisini temsil etmesi onun gerçeklikte yerini almasıdır. Eserin kendi yerini alması da bir çevreye yerleşmesidir. Çevreye yerleşmek, i) eserin kendinde kurduğu ilişkiler ağını, kendisine akraba diğer eserlerle; ii) diğer varolanlarla; iii) ve izler-çevresiyle ilişkiye açması demektir. Heidegger'in öz'e yüklediği anlamı hatırlarsak, olay ya da oluşun sahasındayızdır artık, eser de burada işaret olarak yerini almıştır. Çünkü çevreye veya ufka yerleşmek, ilişki içinde olmak, olay ya da oluşun cevelânına tabi olmak demektir. Eserden ya da eser sayesinde dünyaya bakmak, öncelikle hakikate dair "bir koku almış ve bu kokunun sermest etmiş"liğiyle onun kaynağına yönelmek demektir:

Sanat eseri, kendinde işe koyduğuyla birlikte bize hem kendine hem de diğer varolanlara doğru bir pencere ara-lar; kılavuzluk eder.

"Sanat eseri böylece bizi kendinden öteye ya da beriye göndermiştir." Zira eserin araladığı yerden bakışla öteye-beriye bakınca, baktıklarımız da ara-lanır. "Resim dünyası içine aldığı şeyi kendisine kapattığı ölçüde, o bir görünüştür ve böylece kendini-gösterenden, yani varlıktan, doğru'dan ayrı düşer; fakat bütünden bu kapatılan şey, bütüne geri verildiği ölçüde kendini-gösterme ikiye bölünür. Var olanlar yalnızca "görünüş" olarak kalmaz, gözükürler, ışığı kendilerine alarak karanlıklarının altından adeta başlarını uzatırlar."11 Burada başını uzatanlar, görünüşün aldatıcılığından sıyrılıp gözükürler, yani kendinde kendi açıklığına çıkarlar.

Heidegger daireyi şöyle tamamlar: "Hakikat ile genellikle şunu veya bunu, yani hakiki bir şeyi kastederiz. Bir cümleyle ifade edilen bir bilgi de olabilir. Hakiki dediğimiz bir cümle değildir, daha çok bir şeydir, sahte altının aksine gerçek altın gibi. Gerçeklikten ne anlaşılır? Bu böyle olarak hakikatte var-olandır. Gerçeğe uyan hakikidir, gerçek ise hakikatte olandır. Dairemiz yeniden tamamlandı."12 Biz şimdi daireyi yeniden açarak iz sürelim: İşaret eden ve edilen olarak sanat eserinin, işaretlerle bakışmasıyla, örtüşme anlamında da hakikatin tecelli ettiğinden söz etmiştim. Bu bağlamda eserin gerçeğe uymadığını söyleyemeyiz. Eğer eser, gerçekle çelişiyorsa onda herhangi bir şey açıklığa çıkamayacağı için eserden de söz edemeyiz. Dahası eserin kendisi de duyusal bir gerçeklik olarak karşımızdadır. Bir gerçek olarak gerçekliğe yerleşmiş eser hakikaten de olandır zaten.

Gerçekliği duyularımızla algıladığımız her şey olarak tanımlamıştık, oysa bu, eksik bir tanımdı: Aslı olan, uydurma olmayan, doğru, sahih; bir şeyin benzeri, örneği veya taklidi değil kendisi durumunda olan, sahici, hakiki; gerektiği gibi olan, taşıması gereken vasıfları taşıyan, aranılan nitelikleri kendinde toplamış olan, hâlis; doğru olan şey, doğru; var olan şeyin niteliği, hakikat... gibi anlamlara da sahip. Duyusal gerçeklikte gördüğümüz herhangi bir şeyi algılayıp idrak ettiğimizi düşünmek eğilimindeyizdir. Görünüşün aldatıcılığı bir yana, duyusal gerçekliği sadece görmüş olmakla varılan bu anlayış yetersizdir. Gördükten sonra bakmak, onun hakikat ve hikmetini fehmetmek, yani ona bir bilinçle yönelmek gerektiği açıktır ki bu halde bile duyusal gerçekliği layıkıyla ne kadar idrak edebildiğimiz hep tartışmaya açık kalmıştır.

Heidegger'in aktardığına göre Kant, bunu felsefenin skandalı olarak tanımlar: "Burada Kant, herhangi bir şüpheye mahal vermeyecek biçimde 'bizim dışımızdaki nesnelerin var oluşuna' dair zorunlu kanıtın halen verilememiş olmasını 'felsefenin ve genel olarak insan aklının skandalı' diye ifade etmektedir. Netice olarak kendisi bu konuda bir kanıt sunar ve bunu şu 'teoremin' temellendirilişi olarak yapar: 'Kendi varoluşumun salt ve fakat empirik olarak belirli bilinci, benim dışımdaki şeylerin uzay içindeki varoluşunu kanıtlamaktadır.'" 13 İdealizm, Realizm tartışmaları bir yana, duyusal varolanların bize kendilerini ne kadar açtıkları, onlara ne kadar erişebildiğimiz hep sorun olmaya devam edecek gibi. Hatta duyusal varolanların oluşa-gelmeye devam etmeleri ve bu nedenle kemal bulamayışları, onları idrakimizin de "o anlık" olduğunu gösterir.

Hakikatin işe koyulması, bir şeyin kendinde açıklığa çıkması ve bize kendini açmasında sanatı işe koymaya, bize pencere açması için vesile kılmaya çalışmamızın kaynağı tam da bu erişimle ilgilidir. Sanat eseri, kendinde işe koyduğuyla birlikte bize hem kendine hem de diğer varolanlara doğru bir pencere ara-lar; kılavuzluk eder. Ara-lanan bu pencere sayesinde bakışma'da, bırakan sanatın yalan, sahte ya da -mış gibi yapmasını, tersine bir şeyin taklidi olmaksızın, hakiki bir gerçek olarak hakikaten karşımızda durduğunu anlarız. Ancak o da oluşa ya da olaya tabi olduğu için diğer varolanlar gibi her an yeni bir pencere aralamaya devam eder.

  • 1 A. Schopenhauer, Güzelin Metafiziği – Sanatın ve Güzelin Sırları, çev. Ahmet Aydoğan, s. 35.
  • 2 "Hikmetin anlamı ise isabettir, yani her şeyi yerli yerine koymaktır. Bu da adaletin anlamıdır ve Allah'ın fiili adaletin dışına çıkmaz." (Ebu Mansûr El- Mâturîdî, Kitâbü't-Tevhîd, çev. Tahir Uluç, s. 117.)
  • 3 "'Çünkü Allah eşyayı var olacakları hal üzere yaratmıştır.' Bu da şöyle söylemek gibidir: Allah'ın eşyaya güç yetirmesi, onları irade etmesi ve onları bilmesi her şeyin kendi vaktinde var olması içindir." (a.g.e., s. 69.)
  • 4 Sezai Karakoç, Edebiyat Yazıları-1 Medeniyetin Rüyası Rüyanın Medeniyeti Şiir, s. 13.
  • 5 Martin Heidegger, Sanat Eserinin Kökeni, s. 67.
  • 6 Hakikat tanımı için Özkan Gözel'e müracaat edelim: "Hakikat, hayattan bağımsız ya da ona kayıtsız bir şekilde bulutların üstünde yüzen ve kendisine muttali olmamız için bizi orada öylece bekleyen bir şey değildir hiçbir şekilde. Keza o kendisine soyutlama ve akıl yürütmelerle vardığımız bir şey değildir evvelemirde. Onunla soğuk önermeler üzerinden değil, yaşantılar yoluyla ilişki kurarız. Şu hâlde, hakikat bizim zihnen idrak ettiğimiz bir şey olmadan önce bizzat yaşadığımız yani hâletiruhiyeler içinden tecrübe ettiğimiz şeydir. (...) Onun hayatımızda bulunuşu tam bir bulunma değildir ama. O kendini müstesna anlarda şöyle bir gösterir ve geri çeker." Özkan Gözel, Kendi İçine Düşmek, s. 115-117.
  • 7 Barbara Bolt, Yeni Bir Bakışla Heidegger, çev. Murat Özbank, s. 46.
  • 8 Bu deneme bağlamında hakikati, genel kabul görmüş önerme-olgu örtüşmesi olarak almadığımı söylemiştim. Aslında tam da bu noktada, bakışımda ortaya çıkan hakikat ânının açıklığa çıktığı mekân olarak eser de bir işaret edene dönüşür ve işaret edenle işaret edilen arasında örtüşme vaki olur. Dolayısıyla örtüşme anlamında hakikat de tecelli etmiş olur.
  • 9 Özkan Gözel, a.g.e., s. 122-123.
  • 10 Önay Sözer, Sanat: Görünendeki Görünmeyen, s. 139.
  • 11 Önay Sözer, a.g.e., s. 143.
  • 12 Martin Heidegger, a.g.e., s. 44.
  • 13 Martin Heidegger, Varlık ve Zaman, çev. Kaan Ökten, s. 308-309.