Sen güzelsin gerisi çirkin

Bizim hikâyemiz hiç silinmesin istiyorum.
Bizim hikâyemiz hiç silinmesin istiyorum.

“Tak.” Sırtımın tam ortasına isabet eden bıçağın verdiği acıyı ilkin hissetmiyorum. “Şinu!” diye cansız, ince bir çığlık atıyor Yamo. Sürünerek yanıma yaklaşıyor, kanlar içinde birbirimize sarılıyoruz. “Seni se...” diyorum, gerisini getiremiyorum. “Sen güzelsin Şinu, gerisi çir...” diyor Yamo, sonrası duyulmuyor.

Yamo, mağa ağacından bıçağıyla kestiği ince dalı yonta yonta, ayağına takılan çakıl taşlarını sağa sola savura savura gelirdi. Mağa bahçesinde lülü şakımaları. İnsana iç geçirten hoş kokusu, ince ve sık tüylerle kaplı, parlak ve yumuşak yapraklı mağanın yetiştiği bu diyarda başka neyin sesinin duyulması beklenirdi ki. Bilirdik biri olmadan öbürü olmaz, yaşayamaz. Gökyüzünde dumanlar. Bir kabilenin akşam için pişen yemeğinin gölgesi.

  • Bıçakla kazınmış kayalar. Bilmiyoruz kaç yüzyıldır seven sevdiğine seslenmiş bu kayalar üstünden. Ne çeşit canlılar gelip geçmiş kayaların üzerinden de, kayalara çizili dualar, anlatılar silinmeye yüz tutmuş. Bizim hikâyemiz hiç silinmesin istiyorum. Bunu Yamo’ya söylemiştim. Sadece “Çok güzelsin Şinu” demişti, bir sırtını dağa yaslamış kayaların oluşturduğu, içinde çakıl taşlarını barındıran iki kişilik buluşma yerimizde.

Ben Şinu, Oğavi kabilesindenim. Babam kabile reisi. Ailemin gece konaklaması ve kabile işlerinin görülmesi için babamın yaptırmakta olduğu nabanın inşasında gördüm Yamo’yu. Nabanın yapımı için başka kabilelerden yardıma gelen gençlerden biriydi. Dere suyunun yılın en soğuk mevsimindeki rengine benzerdi gözleri. “Dere buz tuttu” diye bağırdığımızda oluşan rengine. Ama gözleri üşütmek nerede, içimi yakardı. Gözlerini aldım, kalbime koydum.

Kalbimde taşıdığım gözleriyle bir gece karanlığa doğru yürüdüm. Artık bizim dediğimiz kayanın yanına geldim. O zamanlar daha bizim değildi. Gökte ay, etrafta vadinin en parlak ve renkli kanatlı, tatlı dilli lülü kuşlarının sesleri, “Mağa neredesin?” diye bağırdım. Bir çıtırdı. Tok ses cevap verdi, “Ensendeyim.” Sesin yumuşak ve tatlı şiddetiyle titredim. Arkamı döndüm. Yamo’yu ilk kez bu kadar yakından gördüğüm zamandı. Saçlarını savuran rüzgârla dağılan kokusunu ilk kez bu kadar iyi koklamıştım.

Uyuyamadım. Biraz hava almaya çıkmıştım. Bir lülünün sesi beni buraya getirdi dedi.

Kabilemize geldiğinden bu yana hakkında kötü söz işitmediğim, ama gitmesine günler kalan Yamo’nun sesini de ilk kez bu kadar yakından duymuştum. Sesi içime işledi. Etrafta mağa kokusu, yüreğimde lülü sesi.

Sonrası malum. O geceden sonra ben o, o da ben. Günlerden bir gün de ayrılık vakti. Her şeyin bitmesi için ne de erken. “Baba duy beni, gitmesine izin verme!” Tabii bunu hiç sesli söyleyemedim. Ben reisin tek evladı, zürriyetin devam ettireceği kişi, kabilenin gelecekteki reisi. Babam kimi isterse onun eşi olacaktım. Ama bilmediğim bir şey vardı: Babam beni kime istersem ona verecekti. Bunu sonra öğrendim.

Sırf kabileme sahip olmak için karşıma çıkanların yanında, beni görünce yolumdan çekilip, kaçanlar da vardı.
Sırf kabileme sahip olmak için karşıma çıkanların yanında, beni görünce yolumdan çekilip, kaçanlar da vardı.

Çok kabileden talibim oldu. Kabile reislerinin oğullarına baş göz etmek için uğraşan, saçı sakalı birbirine karışmış, gözlerinin feri kaçmış dua okuyucuları kapımıza az el, ayak sürmedi. Nuya kabilesi reisinin oğlu Lamas da az canımı bezdirmedi. Dağa mı çıktım, karşımda. Ormana mı at sürdüm, yolumda. Daha neler neler. Kabilemiz, savaş, insanlarımız, ihtiyaçlarımız ve başka bahanelerle, benimle evlenme derdinde olanların isteğini geri çevirdim. Nihayetinde atından inmeyen, savaşların başını çeken bacılar reisiydim. Sırf kabileme sahip olmak için karşıma çıkanların yanında, beni görünce yolumdan çekilip, kaçanlar da vardı. Kimi kabile reisleri oğullarına eş olmadığım için “Kızından korkuyor galiba” diye babamın canını sıkmak istediler. Ama babam, reis babam. Bilir aslında kimseyi incitmek istemediğimi, daldaki bir mağa kadar narin olduğumu. Bilir erkek evladı yok diye üzerime giydiğim sertliği, yüreğimi taş gibi gösterdiğimi.

O taşın yerinde artık yeller esiyor. Hani mağayı dalından koparmadan, narin narin okşayıp bir, iki yaprağını döken esinti var ya. Hani o esintiyle kabile kadınları mağa yapraklarının toplanma vaktinin geldiğini anlar ya. Hani mağa yaprakları toplanır da mis gibi kokular, yağlar yapılır ya. İşte Şinu’nun da toplanma vakti gelmişti; serpilip, çoluk çocuğa karışma vakti. Çünkü bunu hissetmiştim. Ama kimseye bir şey diyemedim. Nasıl söyleyebilirdim ki? En sevdiklerine bile sevdiğini dile getirememiş bir kıza kim inanırdı? Yamo’ya da sevdiğimi söyleyememiştim. Dilimin ucuna kadar gelirdi sözler, ama dökülemezdi. Bu yüzden ona ancak yapraklarını dökmüş mağa sapı uzatırdım. O anlardı, anlamıştı toplanma vaktimin geldiğini. Ben de onun şarkılar mırıldanmasından anlardım; “Seni seviyorum” dediğini.

Nabanın yapımı bitti. Komşu, dost kabilelerden gelen çalışanların göçü başladı. Benim yüreğimdeki yas daha derine indi. Gece sabahlamadan yola çıkacağını söyledi Yamo. “Dur, gitme” dememi bekliyordu. Bakışlarından, dokunuşlarından anlıyordum. Aslında her fırsatta gitme diyordum, ama duymuyordu. Seni seviyorum dediğimde duymadığı gibi. Kayamızın bir sırtını dayadığı dağa yaslanmıştık. İkimiz de sessizdik. Peki bu ses, ayakların altında ezilen dalların çıtırtıları nereden geliyor? Biz yine buluşmuştuk ve yine çıtırtılar. Son zamanlarda Yamo’yla yan yana geldiğimizde artan çıtırtılar. Aman! Yoksa babam ya da kabileden birileri bizi mi görmüştü? Görselerdi, bilselerdi keşke. Bu kız sevdasından biçare olmuş deselerdi. O yüzden artık ava çıkamaz, okla yayı elinde tutamaz olmuş diye laf etselerdi. Bir şey söylemediler. Yaptıkları şey, ertesi gün yola çıkacak Yamo’nun vedasından evvel, önceki gibi olmayan eski çevikliğimin geri gelmesi için dua kazanı kaynatmaktı.

Ben de onun şarkılar mırıldanmasından anlardım; “Seni seviyorum” dediğini.
Ben de onun şarkılar mırıldanmasından anlardım; “Seni seviyorum” dediğini.

Dualarla ateşe tutuşturulan odunların üzerindeki kazan kaynıyordu, benim de içim. Kazanın içine saçımdan bir tel atılıyordu, içime de daha ayrılmadan hasret. Kazanın içine okunmuş su, mağa yaprakları atılıyordu, benim de yanağımdan içime gözlerimden düşen gözyaşı akıyordu. Yamo konuşmaya başladı. “Baban beni yanına çağırdı Şinu. Bizi biliyor, senin ben, benim de sen olduğumu.” Kirpiklerimden akıp ağzıma giren yaşları yutkundum. Tadı midemi yaktı. Elini, elimin üstüne koydu. Gözlerinin içine umut dolu baktım. “Eee, hadi gerisini söyle,” diye bağırdım, ama yine duymadı. Sevdiğimi söylediğimde duymadığı gibi. Hay aksi, yanımda bu sefer mağa sapı yok!

Kayanın sırtında, neşeli olduğumuz günlerden birini yaşayalım istedim. Ama olmadı. Etrafı hüzün sarmıştı. Anlamıştım. “Yüreğim yoldaşın, gözlerim sırdaşın olsun,” dedim. Kocaman gözlerinin yaşıyla ıslanmış sert dudaklarıyla bir öpücük bıraktı. Gitme diyemedim. Dudaklarını kulağıma yaklaştırdı. “Gelmeni bekleyeceğim,” dedi. Ayakların altında ezilen çalı çırpılardan gelen çıtırtı sesleri gittikçe arttı. Bense gözlerimi kapatıp daha gitmeden onun hayaline dalmıştım. Gözlerimi açtığımda nabamdaydım. Kaç gün olmuş ateşler içinde yatmaya başlayalı, kaç gün geçmiş beni kayaların arasında buldukları. Soramadım, nerede, nasıl gitti diye soramadım. Kim ne biliyordu, bilmiyordum.

  • Kendime geldikten birkaç gün sonra yürümeye başladım. Saçımdan aldığı bir telle kazan kaynatan köyün bilgesine rastladım. “Gitmedi,” dedi, “ama götürdüler.” Kim, nereye götürdü diye soramadım. Meğer ben ile Yamo sevdadan ayakta uyuyormuşuz. Kabile haberdarmış halimizden. Yamo’nun gideceği sabahın bir önceki akşamında kaynatılan kazanda düğün yemeğimiz pişiyormuş, kaynayan dua kazanı değilmiş.

İkimiz de habersizmişiz kutlamadan. Babam bizim için şölen hazırlatmış. Yamo’yu yanına çağırmasının nedeni de Lamas’mış, “Dikkat et,” demiş, “peşinde.” Son zamanlarda buluştuğumuzda duyduğumuz çıtırtılar o ve adamlarınınmış. Ah Lamas! Adını duymam, nabama gidip savaş kıyafetlerimi giyip, silahlarımı kuşanmama yetti. Elden ayaktan düşmüşüm, kaç zaman olmuş silah kullanmayalı, dinlenmeliymişim. Öyle dediler, ama sözlerini bana dinletemediler. Ben Şinu. Günlerce beni nabamdan çıkamayacak hale getiren, Yamo’mu benden alanlara karşı sessiz mi kalacaktım?

Vücudum kaskatı. Ne dediklerini duyuyorum, ne de kolumdan tutanların elinde kalıyorum. “Şeytan gücü yerine gelmiş, tutamazsınız artık,” dedi bilge. Bir onu duydum, bir de babamın savaşçılara verdiği emri: “Şinu’yu kollayın.” Kimseyi istemediğimi söyledim. Çıkacağım yolun bana neler yaşatacağını tahmin ediyordum, ama sonucu bilemiyordum. Kabilemi “Geleni tek okla yere sererim,” diyerek, tehdit ettim. Nihayetinde onları da düşünmeliydim. Yaban otlağındaki en hızlı küheylanı kendime yoldaş seçtim.

  • Hızlı gittim. Yeri geldi, sinsi bir yılan gibi süzülüverdim. Nuya kabilesinin harman yerine vardım. Harman yerinin ortasında ölüm ağacı. Ölüm ağacında, ayakları ve kolları açılıp, bağlanarak gerilmiş kan revan içindeki Yamo. Saçı sakalı sanki kanla yıkanmış, kızıla çalmış bir halde.

Harman yerinin bitişiğindeki karaçam ormanında gecenin olmasını bekledim. Burada lülü ne arar, ancak sesi ve kokusuyla insanı çileden çıkaran zığa kuşunun sesi var. “Gak, gak, gak da gak.” Hava karardı, sesler duyuldu. Bir yandan kırbaç sesi, bir yandan da ağza alınmayacak nahoş sözler. Lamas, derisi paramparça olmuş Yamo’ya vuruyor da vuruyor. Etraf daha da allara bürünüyor. Kırbaç çıplak bedene vuruyor, çiğ bir ses geceye yayılıyor. Lamas ve adamlarının gülme sesi ciğerimi dağlıyor. “Hani seni severdi? Kendisi, babası, kabilesi, senin kabilen nerde? İşte bu kadar, bir kabile reisinin kızı sana ancak eğlenmek için bakar. Nuya kabilesinin karşısına çıkmak da k...” “Tak.”

Köyün bilgesinin yaptığı, ucuna çıldıran zehri sürülmüş oku Lamas’a doğru tuttum. Ok kafasına isabet edince, etrafa bu sefer ondan çıkan ses yayıldı. Herkes şaşkın, boğuk sesler birbirine girmiş. Bağırıyorum. “Gelin, hepiniz gelin.” Lamas’ın adamlarını küheylanımla tek tek yere seriyoruz. Yardım çağırmak için kabilenin konak yerine koşanların hızını, tek okla kesiyoruz. Gece eğlencesini kanla yapmak için gelen üç, beş sarhoşla baş etmesi zor olmuyor.

Yamo’ya yaklaşıyorum. Ölüm ağacının üzerine atlayıp, ellerini ve ayaklarını bağladıkları ipleri çözüyorum. “Biliyordum geleceğini,” diyor titrek sesle. Ellerini çözüyorum, zar zor kaldırdığı elleriyle yanaklarımı tutuyor. Bu sefer kanın verdiği ıslaklık ve dudaklarındaki kan tabakası ile beni öpüyor ve olduğu yere yığılıyor. Zar zor nefes alıyor.

“Tak.” Sırtımın tam ortasına isabet eden bıçağın verdiği acıyı ilkin hissetmiyorum. Ayaklarıma doğru inen kanın sıcaklığı ile dizlerimin üzerine çöküyorum. “Şinu!” diye cansız, ince bir çığlık atıyor Yamo. Sürünerek yanıma yaklaşıyor, kanlar içinde birbirimize sarılıyoruz. “Seni se...” diyorum, gerisini getiremiyorum. “Sen güzelsin Şinu, gerisi çir...” diyor Yamo, sonrası duyulmuyor.