Sıradanın 'ihtişamlı' yanı

Kitabın akıp giden bir dili var diyebiliriz.
Kitabın akıp giden bir dili var diyebiliriz.

Kitabın akıp giden bir dili var diyebiliriz. Elbette her iyi yazar aynı zamanda iyi de bir gözlemcidir. Bunun yanında ayrıntıların derinleştirilmesi maharet gerektirir. Gözlemleri iyi şekilde aktarabilmek içinse tasvirlere başvurulur. Kimi zaman gülümseten, kimi zaman da altını çizdiğim özgün tasvirlerle karşılaştım.

Kitabı okuduğunuzda bu isimleri bizzat tanıdığınızı fark ediyorsunuz; o yollardan geçtiğinizi, o evlere girdiğinizi...

Geçtiğimiz Kasım ayında Everest Yayınları’ndan çıkan Güneşi Kötü Evler, Ömer Arslan’ın ikinci kitabı. Toplamda 13 öyküden oluşan kitapta, esasen aynı karakterlerin hayatlarının farklı anlarına şahitlik ediyoruz. Cemre, Gizem, Salih, Nurgül... Kitabı okuduğunuzda bu isimleri bizzat tanıdığınızı fark ediyorsunuz; o yollardan geçtiğinizi, o evlere girdiğinizi... Masaya bir tabak da sizin için koyulmuş, sessiz sakin, konuşmadan, olan biteni izliyorsunuz. Ritmin duraksamasına sebep olan herhangi bir unsurla da karşılaşmadım. Yazar bunu fark ettiği an ustalıkla aralara kısa, kesik cümleler katıp ritmin devamlılığını sağlamış. Kitabın akıp giden bir dili var diyebiliriz. Elbette her iyi yazar aynı zamanda iyi de bir gözlemcidir. Bunun yanında ayrıntıların derinleştirilmesi maharet gerektirir. Gözlemleri iyi şekilde aktarabilmek içinse tasvirlere başvurulur.

Kimi zaman gülümseten, kimi zaman da altını çizdiğim özgün tasvirlerle karşılaştım. Fotografik tasvirler. Yahut sinematografik. Kaldı ki aklımın bir köşesinde Nuri Bilge Ceylan filmleri dolaşıp durdu. Öykülerin tamamına baktığımızda “küçük insan”ın yaşamıyla karşılaşıyoruz. Fakat bu küçük insan, Orhan Veli’nin küçük insanı değil. Sıradan olanın, yanımızdan geçip gidenlerin, aynı otobüse bindiklerimizin, bir sıra önümüzde duranların, arka masada oturanların, ‘personel harici giremez’deki personellerin, yan dairedekilerin, kısaca bizlerin yaşadığı hayatın bir yansıması desek yanlış olmaz sanıyorum. Bir yanda izleyiciyi gerçekliğin tam ortasına doğru çeken NBC filmleri öbür yanda aynı gerçekliğin kelimelerle kurulmuş hâli. Kitapta karşımıza birdenbire Bir Zamanlar Anadolu’da’nın muhtarı ya da Ahlat Ağacı’nın Sinan’ı çıksa yadırgamayız. Güneşi kötü evlerden biri de Sinan’ın, muhtarın evi olabilir ki, öyledir.

13 öykünün 13ünde de ortak bir nokta var: Çocukluk. Ya doğmak üzere olan ya büyük ya da küçük çocuklar. Çok sık rüyaya ve geri dönüşlere başvuruyor yazar. Karakterlerin çocukluk anılarını bir defa da olsa dinliyoruz. Kıyıda köşede ya da meselenin ortasında muhakkak bir çocuk var. Kitabın ilk öyküsü olan “Su Terazisi”nde; henüz işten atılmış bir adamın, karısının ısrarları sonucunda iş görüşmesine gitmek için evden çıkışıyla başlayan öykü, gömlek-pantolon, orta yaşlı bir adam olan inşaat bekçisi Naim ile karşılaşmasıyla devam ediyor. İş görüşmesinde harcayacağı vaktini Naim’in kulübesinde; Yaşar Kemal’den, casus romanlarından, geçmişte işlenmiş bir cinayetin bugüne gelen abartılı hikâyesinden bahsederek değerlendiriyor. Öykünün sonunda ise henüz annesinin karnında olan bir bebeğin müjdesini alıyoruz.

Aralara metaforların -ayna, öz, cenaze vs.- serpiştirildiği “Helva” isimli ikinci öyküde başlangıçta çocuk Salih’in ağzından dinliyoruz olanları. Bir pazar sabahı, apartmanın arka bahçesinde eski bir şifonyeri parçalayan çingene ve büyük bir merakla onu izleyen Salih. Yazarın sık kullandığı unsurlardan birisi de eşyaların kişileştirilmesi. Alafranga şifonyer kıvrımlı bacaklarının üstünde iki büklüm olmuş, aman diliyor; adam şifonyerin öte tarafına geçiyor, acımadan vuruyordu. Yahut, “Müsaade vakti, ayağa kalkınca masa sarsıldı, taban tahtaları gıcırdadı. Eşyanın söz hakkı yok mu. Sıkıldık gevezeliğinizden, gidin de kafa dinleyelim diyorlar” pasajlarını buna örnek olarak gösterebiliriz. “Helva” öyküsünün ilerleyen kısımlarında bir cenaze evinde buluyoruz kendimizi.

Yazarın sık kullandığı unsurlardan birisi de eşyaların kişileştirilmesi.

Küçüklüğü eski zaman mahallelerine benzer bir muhitte ve kalabalık sohbet toplantılarında geçmiş biri olarak söyleyebilirim ki bir çocuğun gözünden cenaze evi ancak bu kadar tasvir edilebilirdi. Birbirlerinin gözlerinde arpacık arar gibi, hep dikkatle bakan kadınların o gün göz göze gelemeyişlerine ben de şahit olmuşumdur muhakkak. Ya da odanın sağında solunda sıkış tepiş oturan Koç Market’i ilk defa dükkanın dışında görmüşümdür. Mahallenin hovarda ama saygılı gençleri, kuşçu Memet abi, mahallenin gençleriyle aynı yaşta olmasına rağmen yaptıkları hovardalıklara mesleği icabı “gençlik işte” deyip geçen imam, sağda solda koşturan çocukları kolundan tuttuğu gibi kucağına oturtan hacı amcalar bu tabloya doğal bir şekilde yerleştirilmiş.

  • Yazarın kullandığı dilin yanı sıra olaylara bakış açısı, çıkarımları, yorumları da tıpkı bir çocuk gibi. Bu noktada çocukların en acı olayları bile bir oyun yahut bir şaka olarak gördüğünü düşünürsek; işin içine mizahı da katabiliriz. Trajik anları mizahla donatarak ve ironikleştirerek işliyor yazar. O yaştaki bana sorsanız güzel bir gündü derdim. Hatta eve dönerken anneme daha cenaze olacak mı diye sordum, başka cenaze olursa beni yanında götüreceğine söz verdi... Öykülerin hepsinde eşyaların “dili”yle karşılaşsak da bazılarında bu durum ivme kazanıyor. Bilhassa; Nurgül’ün evini ziyarete gelen Cemre’nin misafir içgüdüsüyle eve şöyle bir göz attığı ve eşyaları adeta konuşturduğu “Uyurgezer” isimli öykü ile; torunlarına kaşık oymacılığı mesleğini miras bırakıp bırakmama arasında gidip gelen bir dedenin anlatıldığı “Kaşık Çalımı” öyküsünde okuru bambaşka bir eşyalar dünyası bekliyor. Okurken muhakkak not almaya çalışırım ya da sık sık cümlelerin altını çizerim, dönüp baktığımda işime yarayacak notlar, işaretler olur bunlar.

Bizi ancak dile dökülmeyen o şey kurtaracak, dilin dışındaki insanlığımız, insanlığın dışındaki özümüz.

“Malta” isimli öyküyü okuduktan sonra bir baktım tek bir çizik dahi yok. Salih’in, Gizem’in, Sezgin’in yanında ben de Malta’ya gitmiş kadar oldum neredeyse. Yan karakterlerin hepsini merak ettim. Malta’yı daha çok gezmek istedim. Tek seferde okuduğum ve bitmeseydi dediğim öykülerden biriydi. Kitabın diğer öyküleri de yukarıda bahsettiklerim kadar kendine has, her biri tek başına insanı vuran öyküler şüphesiz. Aynı karakterler, ortak noktalar, sıradanın “ihtişamlı” yanı... Neticede tek bir uzun öykü ya da bir roman okumuş gibi oluyorsunuz. Muhteva, karakter seçimleri, kullanılan teknikler, dil ve üslup, mekan tercihleri, akış, kurgu oldukça başarılı. Hepsinden ve her şeyden öte kitap boyunca söyleyip, arayıp durduğu şey de “öz” bana kalırsa. Bizi ancak dile dökülmeyen o şey kurtaracak, dilin dışındaki insanlığımız, insanlığın dışındaki özümüz. Eşyanın, insanın, geçmişin, çocukluğun, yaşamın özü.