Son sabahımız burada

Karım elimden çekiyor Batı’yı gösteriyor, çünkü Güneş, bütün azameti ve tazeliğiyle Batı’dan doğuyor bugün.
Karım elimden çekiyor Batı’yı gösteriyor, çünkü Güneş, bütün azameti ve tazeliğiyle Batı’dan doğuyor bugün.

Ertesi gün sabah namazından sonra karım yatağa girecek oluyor. Hayır diyorum. Son sabahımız burada. Güneş’in doğumunu seyredeceğiz. On on beş dakika var Güneş’in doğmasına, telefondaki saate göre. Ama ortalık öyle karanlık, öyle karanlık ki, zor buluyoruz sahili.

Osman Cihangir’e

Çocukken takvimlerde yılların neden yazdığını hiç anlamazdım.
Çocukken takvimlerde yılların neden yazdığını hiç anlamazdım.

Çocukken takvimlerde yılların neden yazdığını hiç anlamazdım. Yılı unutan insan mı olur diye düşünürdüm, hangi yılda olduğunu bilmez mi hiç insan? Birden ona kadar saymayı bildiğim kadar biliyordum yılları, yaşımı bildiğim gibi biliyordum. Hatırlamak da değil, insan adını hatırlamaz, mevsimlerden yaz olduğu hakkında izahlara girişmez. Büyüdükçe karıştı, endişeden ay aldım, curcunaya erdim, kaygılar birikince bir yaşıma daha girdim. Büyük küçük bir sürü olay yüzünden yılları unuttum, ayın on beşine ne kadar kaldığını biliyordum da, bir sonraki milenyum çaktırmadan gelip beni şaşırtabilirdi. Şimdi yine bu epey gecikmiş balayımız da birdenbire geliverdi. Yani ağustosu biliyordum, eylülü biliyordum, ama takvimde karşıma çıkınca fark etmiştim izin almayı unuttuğumu. Biletlerimizi filan sen almıştın, bana da oteli ayarlaması kalmıştı. Otelimiz bile ayarlı deyince kimse zorluk çıkarmadı, zaten pek işimiz gücümüz de yok bu aylarda.

Hava sıcaklamıştı, kıyamet iki bin yirmi üçten yakın gözüküyordu ve biz hâlâ balayı yapmamıştık. Sular yükselip bizi Nuh dedemiz gibi Ağrı Dağı’na mahkûm etmeden, tez vakitte bir Çanakkale yapalım, demiştin. Balayı yerine sayılır mı, dedim ben de. Bitecek mi dırdırın? Bitmesin tabii. Çocukken hayatımın başlaması bilgisi bilincimde ve ötesinde taptaze durduğu için bir şeylerin başlamasından ve bitmesinden delicesine keyif alırdım. Yeni sezonlar biterdi, hava durumu başlardı, yıl bitsin diye geriye sayardık, jübile kelimesi meselâ, öğrenmemle beni en çok sevindiren şeylerden olmuştu. Okulların açılmasını da kapanmasını da aynı iştiyakle bekliyordum. Bir şey umduğumdan değil, belki kat kat yenilik ve katman katman eskilik arasında kaybolup giderim diye. Kim böyle şeyleri, hele de o yaşlarda bilinçle düşünür tabii? Kimse. Ama benden sonra başlayan ve benden önce biten şeylerin arasında ezelden beri burada olmadığım unutulurdu, belki sadece ben unuturdum ve ebede kadar da burada olmayacağımın da unutulacağı anlamına gelebilirdi bu.

Şimdi ise öyle düşünmüyorum. Sen bana alacağımız evden bahsediyorsun, en sonunda bir evi beğenip alana kadar sürecek neşen. Sürsün. Türlü türlü meziyetler buluyorsun başkalarının evlerinde. Yani beş yüz bin kadar para bayılsak bizim evimiz olabilecek başkalarının evleri. Tek park yeri yeter mi diye düşünüyorsun, tek banyo, yüz yirmi iki metrekare yeter mi? Yoksa yüz on olsa, ama odalar kare kare olsa, kullanışlı olsa, böööyle lüks limuzin gibi koridorlara ne gerek var oysa. Kuzeye bakarsa, güneye bakarsa, karşı apartmana doğru şöyle camdan eğilip uzansan, karşı apartmandaki de uzansa, elleriniz ortada buluşsa. Komşuları nasıl, komşuluğu nasıl, bu ikisinin birbiriyle bir alakası var mı, eski dere yatağı mı, denizi görmüyor, denize dört yüz elli kilometre var ama meselâ denizin enginliğinde bir ufka baksa. Bütün bu telaşın hiç bitmesin istiyorum, belki de kaç yıldır o yüzden kiradayız. Her evde beğenecek bir şeyler buluyorsun, bulamazsan da uyduruyorsun. Her evin fikri seni mutlu ediyor. Ben de bundan mutlu oluyorum.

Koskoca bir adam olmuşum gibi, bileğimde bir kol saati. İnanmamıştım.
Koskoca bir adam olmuşum gibi, bileğimde bir kol saati. İnanmamıştım.

Önceleri evlerin fiyatlarına bakıyordum, ne kadar gerçekçi diye, alabilir miyiz diye. Bir süre sonra ona da bakmaz oldum. Karar verirsek kredi çekeriz diyordum, Kerim’den destek isteriz. Hem bu ara kriz var, fiyatlar biz karar verene kadar düşer. İçinde bulunduğum bekleme hâlinden memnundum. Takvimlere bakmıyordum, saatime bakıyordum, dönüp duruyor, ısrarla dönüyor yelkovan, tüm gücünü harcıyor, ama hiçbir şey değiştiremiyor. Bundan büyük bir haz duyuyordum. Çocukken bana ilk saat aldıklarında bayağı afallamıştım. Koskoca bir adam olmuşum gibi, bileğimde bir kol saati. İnanmamıştım. Bir de herhalde ucuz bir şeydi, renkliydi, hem çocuklara göreydi. Kolumdakinin okları hareket ediyordu hareket etmesine ama gerçek zamanı mı gösteriyorlardı? Çaktırmadan gece annemlerin odasına girmiştim, babamın saatini çalmıştım. Yan yana koyup kıyaslamıştım gösterdikleri zaman aynı mı diye. Elbette, şimdi biliyorum ama o zaman nereden bileyim. İki farklı saatin hemen hemen hiçbir zaman aynı saati göstermeyeceğini? Şimdi yeniden öyle hissediyorum.

İçimden bir ses konuşuyor. Aynı yaşta olsak da karımın takvimiyle kendiminki aynı değilmiş, aynı olmayabilirmiş diye. O hayatının baharındaymış da, benim takvimim Eylül on dokuzdaymış meselâ. Koskoca bir adam olmuşum gibi beni de bütün insanlığın içinde yaşadığı o takvime mahkûm ettiler. Gözlerimi her ne kadar kaçırsam da birbiri ardında gelip her defasında kara haber getiren dört basamaklı sayıları arka planda sezmemem mümkün mü? Benim maarif takvimimde gün gün cinayetler var, kaçan insanlar, kovalayan hayvanlar, yaralarımızın yüksek çözünürlüklü fotoğrafları. Kopya çeker gibi göz ucuyla bakıyorum karımınkine, maarif takvimi, konulacak erkek isimleri, pişirilecek lahana, hem güzel, hem de mısırlı gene. Tatilimizi ayarladık. Çanakkale’de, Anadolu tarafında, Edremitten sonra, çok keşfedilmemiş sahillerde. Arabayla gidebiliyorsun, dolambaçlı yollar, harabelerin arasından geçiyor, yaşlı zeytin ağaçları, ağaçların onlardan daha yaşlı sahipleri.

En son tepeyi geçince aşağıya iniyorsun, deniz çarşaf gibi, karşıda Midilli Adası kesiyor ufku. Duramıyorum, çünkü yılların hatırımdaki izi ne kadar muğlaksa bazı günlerin asitli tadı da damağımda öyle net. “Aylan bebek vardı ya hani.” diyorum. Söyler söylemez pişman oluyorum, karım da sorgulayan gözlerle devamını bekliyor. Aklımda bizim denize girip birbirimize su sıçratacağımız yerlerde bir babanın filikasının küreklerine canhıraş sarılmasının görüntüsü var. Görüntüyü silemiyorum ama söylemiyorum da devamını. “Unuttum ne diyeceğimi.” diyorum. İnanmıyor karım, ama inanmak şu an için işine geliyor. Suyun sesinde insanı dinlendiren bir şeyler var. Bir geriye dönüş var belki, ister anne karnına diye düşüneyim ister büyük büyük dedelerimizin semenderler gibi şu kumun arasından başlarını uzattıklarını hayal edeyim. Her ne ise sebebi, bütün kaygılar tuzlu suyun içine karışıyor, akdenizin tuzlu suyu emsali tarih kokan bir çözelti oluyor. Takvimin yaprakları ıslanıyor.

Unutuyorum dönünce yapacağım işbaşının zamanını.
Unutuyorum dönünce yapacağım işbaşının zamanını.

Ajandamdaki randevular mürekkep lekeleri haline geliyor. Unutuyorum dönünce yapacağım işbaşının zamanını, ekstra mesai ücretleri, dil tazminatları, ne bileyim doğalgaz zammını bile unutuyorum. Senin yanında yılları saymıyorum ama o kadar doğalız ki, birbirimize zaman içinde öyle kuvvetli uyum sağladık ki, uzun yıllardır birlikteymişiz gibi bir his içimde. Suyun yanına gelince varsaydığım zamanın tortusu akıyor gidiyor üzerinden, hâlâ gençmiş benim karım diyorum, haddimi aşıp neredeyse kendimin bile genç olduğuna hükmedeceğim şimdi. Sabahları serpme kahvaltı, öğlenleri zeytinyağlılar, akşama ise hangi balığı istersek onu yiyoruz. Her şey bizim için düşünülmüş, denize bile tembih etmişler, ne zaman içimiz sıkılacak olsa, tarihin başından beridir burada bir suyun içinde, bir suyun dışında olmadığımız şöyle bir hatrımıza gelse, bizi pışpışlar gibi artıracak dalga seslerini.

Zamanın nasıl geçtiğini anlamıyorum.
Zamanın nasıl geçtiğini anlamıyorum.

Zamanın nasıl geçtiğini anlamıyorum, telefonu odamızda bırakıyorum, kolumda da bir kol saati yok. Olsa da güvenmezdim ona, tıkır tıkır devam edecek olacak o, zamanı sakin, kibar ama mekanik bir üslupla dilimleyecek ibresi, oysa ben burada oturup yemin edebilirim, her defasında geriye çekilen dalganın arkasında bıraktığı damlalar gibi, her geçen saniye de bir sonrakinde bırakıyor tortusunu. Yani geçmiyor zaman, geçse de böyle sıra sıra giden bir konvoy gibi geçmiyor. Elini koyarsan ortasına, durduramazsın onu, parmaklarının arasından akıp gitmeye devam edecek ama belki birazı geri gelip sevindirecek seni. Midilli Adası’yla bizim olduğumuz yerin arasındaki denizin solundan doğuyor Güneş. Biz o saatlerde namaza kalkamamışsak uyuyor oluyoruz, kalktıysak da uykumuz tam anlamıyla açılmadan geri yatıyoruz, kahvaltı epey erken çünkü. Yine de yaptığımızın adı balayı ya, bir şeyler ima ediyor. Oysa bana sorsanız paketin üzerinde yazan küçük harfleri okumak gibi bir şey balayı.

Karım evliliğimizin çoktan bir kenara attığımız paketini bulup okuduğumu görse ne derdim? “Bu kadar tatlı olman için ne kullanmışlar, onu anlamaya çalışıyorum.” Neyse ne. Madem ki onun gönlü olsun diye geldik, romantikliğin de her tonu sepete dahil şimdi, kumların ve şezlongların arasında çiçek bulsam onu da derleyeceğim. Yani birlikte el ele çıkıp, Güneş’in geldiği tarafa dönük oturup, onun teşrifatçısı olmak da dahil aslında yapabileceğim şeylere. Gel gör ki ikimiz de tembeliz, karım da sandığı kadar romantik değil sanki yahut içten içe benim o kadar da umurumda olmadığını mı düşünüyor? Günler gelip geçiyor cümlesini öyle rastgele kurabilir miyim bilmem. Toplamda beş günlüğüne buradayız zaten, beşinci gün sabah kahvaltısını yapacağız, pansiyonun sahibiyle ve kızlarıyla vedalaşacağız, arabamıza bineceğiz. Tamamıyla boşluktan, Güneş’ten, denizden ve aylaklıktan ibaret olan bu sayılı günlerin geçmemesini o kadar istiyorum ki, bütün kalbimle diliyorum ki.

Günler gelip geçiyor cümlesini öyle rastgele kurabilir miyim bilmem.
Günler gelip geçiyor cümlesini öyle rastgele kurabilir miyim bilmem.

Dua bile ettim sanki, en samimi cinsinden, olma ihtimali olan şeyleri dileyenlerden değil de yaratıcının “Ol” deyince olacağına iman etmiş bir kalple, “Rabbim, bu beş gün hiç geçmesin.” diye geçirdim içimden. Bir kere telefonumla internete bağlanacak oldum, gerçeklik karanlık dokungacını uzattı ekrandan, tuş kilidiyle kestim bir kolunu. Dikkatle bakarsan görüyorsun. Midilli açıklarında gidip gelen Yunan Sahil Güvenliği görüyorsun, tepemizde Türk Hava Kuvvetleri, deniz hafiften yükseliyor, çok hafiften ama sürekli, çaktırmadan ama binlerce yıldır biriktirdiği bir ısrarla. Hissettirmeden doğruluyor zaman, dizlerinin çatırdamasını patlama sesleri sanıyoruz. Asırlardır sektirmeden dönen çarklar gıcırdıyor şimdi, doğruluyor zaman, bize bakıyor, bir böcekler medeniyeti, peygamberlerin yoldan çıkmış halefleri. Kaldırıyor elini, vuracak dağlara, şehirlere vuracak, ezecek bizi şimdi. Ama bekliyor. Bekliyor o ilahi işareti. Telefonu kapatıyorum, terledim hafiften. Geriye yaslanıyorum. Güneş kremi süreyim diyen karımı reddetmedim bu kez. Halim yok. Denize girelim diyor, başımı sallıyorum.

Bu Güneş’in son batışı olacak diyor, bu seferkinde suyun içinde olmak istiyorum.
Bu Güneş’in son batışı olacak diyor, bu seferkinde suyun içinde olmak istiyorum.

Bu Güneş’in son batışı olacak diyor, bu seferkinde suyun içinde olmak istiyorum. “Olur” diyorum ama bir yandan da kan çekiliyor gözlerimden, bitmiş demek, demek duam kabul olmamış. Dualarım her kabul olmadığındaki gibi yine kırılıyor kalbim, gurur yapıyorum, arkamı dönüp çekip gidesim geliyor gerçekliğin içinden. Suyun dibine giriyorum, balıkların ve yosunların arasına, suyun içinde Aylan bebeğin ayak izlerini görmemle duruyorum, karım arkadan bakıyor, yüzünde endişe ve huzur beraber barınıyor. Artık hepimizin huzuru biraz böyle deyip affediyorum onu, olabileceğinin en iyisi bu diye düşünüyorum. Sınav sonucunu daha kâğıdını vermeden tahmin eden bir öğrencinin boşvermişliğiyle tutuyorum elinden. Ertesi gün sabah namazından sonra karım yatağa girecek oluyor. Hayır diyorum. Son sabahımız burada. Güneş’in doğumunu seyredeceğiz. On on beş dakika var Güneş’in doğmasına, telefondaki saate göre. Ama ortalık öyle karanlık, öyle karanlık ki, zor buluyoruz sahili.

“Ne zaman doğacak Güneş?” diyor.
“Ne zaman doğacak Güneş?” diyor.

Karım, omzuna kamerasını alıyor, ben telefonu odamızda bırakıyorum. Korktuğum gerçeklik hırıldamıyor da horulduyor şimdi, her şey uyuyor, dinginliğin ve iyi huylu bir karanlığın içerisinden yürüyoruz. Sahile geldik, Midilli Adası karşımızda. Solumuz Doğu, arkamız Kuzey. Muhabbet ediyoruz, kardeşlerimizden konuşuyoruz, iş arkadaşlarımızdan, geçmişten, iptal olmuş başka balayı planlarından. Karıcığımla muhabbet etmeyi hep severim, yine mutlu oluyorum, hafif bir esinti bizi birbirimize yaklaştırıyor. “Ne zaman doğacak Güneş?” diyor. “Telefonu odada bıraktım ama beş dakika filan vardı.” diyorum. Çocukça bir hırsla duama devam ediyorum, bitmesin bu an, bitmesin bu an, zamanın kumu tutuşan ellerimizin arasına girmesin. Hava hâlâ karanlık. El eleyiz, ufku izliyoruz. Yani ufkun olduğunu sandığımız yere doğru bakıyoruz çünkü karanlık denizin karanlık gökyüzüyle kavuştuğu yeri gözlerimizle seçmemize imkân yok.

Esinti içimizi ürpertiyor, üzerimiz incecik, bir Güneş doğumluk sürede üşüyeceğimize ihtimal vermediğimizden sırtımıza bir şey geçirmemişiz. Dişlerim hafifçe birbirine çarpıyor, duamı yineliyorum. Karanlığın buralardan hiç gidesi yok. Midilli görünmüyor şimdi, Ege görünmüyor, uzayın içerisinde yüzüyoruz, kulaklarımızda su sesleri. İçimde aynı denizde, tıpatıp kendisinin aynısı olan bir denizde sonsuza kadar yüzmek arzusu var. Birazdan Güneş doğacak, çenesi suyun üzerinden çıkacak, sırıtması kuvvetlendiğinde ayaklanacağız, odamıza doğru yürüyeceğiz. Ama ne gerek var bütün bunlara? Hikmetinden sual olunmaz Hakim’in, ama kalp gereğine ikna olmayabilir kendinin. Evrenden önce, evrene gebe o karanlığı andırıyor şimdi yüzümüzü döndüğümüz esrar. Birazdan “Doğ” denecek, doğacak Güneş, “Ol” dendiğinde katman katman açılıp gülümseyen evren gibi. Ama o an hiç gelmesin istiyorum.

Güneş doğunca bitecek bir heyecanla bakıyorum ufka, evi olmayanın nasıl bir sürü evi varsa, karanlıktakinin de milyonlarca Güneşi var. Ne kadar zaman geçti şimdi? Bazen karımın yaşadığına emin olmak için elini sıkıyorum, aynıyla karşılık veriyor. Konuşacağımız şeyleri gündoğumundan sonrasına erteledik. O Güneş’i bekliyor, ben her defasında tazelenen karanlığı. Nereden bileyim, iki farklı insanın hemen hemen hiçbir zaman aynı anı yaşamayacağını? Ama sorun değil. Başka sebeplerden olsa da keyifliyiz, keyfimiz yerinde. Ama içimde bir korku filizleniyor, birazdan yüzeye uzatıyor başını. Şimdiye kadar tanyerinin ağardığını bari görmemiz gerekmez miydi? Gerekirdi. Ama kesinlikle tek bir ipucu yok bir kere daha sabah olacağına dair. Zifiri karanlığın içinde oturuyoruz, omuzlarımız birbirine değiyor, sabahın teşrifini bekliyoruz, ama gelmiyor sabah.

Israrla aydınlığı arasak da, karıcığım umutla, ben yılgınlıkla arasak da aydınlığı, tek bir zerresi nasip olmuyor gözlerimize ışığın. Üşüyoruz biraz, birbirimize sokuluyoruz, hafiften tedirgin olmaya başlıyoruz. Dizlerimden gücün çekildiğini hissediyorum, sırtımdaki ürperti yerini yadırgamıyor artık. Eşime dönüyorum, hâlâ yaşıyor, yüzünde gerçeküstü bir endişe. “Doğmayacak mı?” diye soramıyor, mantıksız geliyor çünkü bu, onun yerine “Yanlış zamanda mı geldik” diyor. Beklemeye devam ediyoruz, ama daha ne kadar bekleyebiliriz? Bizden önce bedenlerimiz pes ediyor. Takırdayan dişlerim kalkıp gitmemizi emrediyor. Kalkıyorum, odamıza doğru bir adım atıyorum. Karım yürümüyor, elimden çekiyor. Kafası karışmış, yüzünde merak ve korku bir bütün olmuş, bana bakıyor, bir şey söyleyecek, söyleyemiyor. Onun yerine sağ tarafı gösteriyor, Batı’yı yani, çünkü Güneş, bütün azameti ve tazeliğiyle Batı’dan doğuyor bugün.