Soruşturma: Yeniden yazabiliyor muyuz?

Bir konunun defalarca farklı şairlerce, farklı asırlarda yeniden yazılması da ilginçtir.
Bir konunun defalarca farklı şairlerce, farklı asırlarda yeniden yazılması da ilginçtir.

Ben yazdığım ama beğenmediğim öyküleri yeniden yazmaya karar verdim. Bazıları dergilerde çıkmıştı. Buna rağmen onları yeniden yazmayı denedim. Bazen ilk halinden çok daha başarılı oldu. Bazense tersi oldu. O heyecanı yakalayamadım.

ABDULLAH HARMANCI

İlk olarak aklıma Necip Fazıl geliyor. Sanırım İbrahim Kavas hoca, Necip Fazıl’ın şiirlerinde yaptığı değişiklikler üzerine bir araştırma, inceleme çalışması yapmıştı. Necip Fazıl estetik endişelerle şiirlerini defalarca değiştirdi. Postmodern edebiyatın “yeniden yazım” alt başlığına tam olarak denk düşmediğini biliyorum bu örneğin. Ama belki de “yeniden yazım” kavramını genişleten ve geliştiren bir şeydir bu.

İkinci olarak aklıma Yahya Kemal geliyor. Anılarından veya hakkında yazılanlardan öğrendiğimiz kadarıyla, Yahya Kemal üstad, başkalarının şiirleri üstünde de çalışıyor ve değiştiriyormuş. Tabii kendi şiiri üstünde yaptığı değişiklikler ayrı husus.

Ayfer Tunç’un ilk öykü kitabındaki metinleri yeniden yazdığını biliyoruz. Her iki kitabı da bir ciltte yayımlamıştı. Acizane kanaatim: Bu “yeniden yazım” denemesinin sosyolojik açıdan ilginç sonuçları olabilir ama edebi anlamda ilk halleri beni daha çok etkilemişti.

Orhan Kemal’in Murtaza’sı meşhurdur. Önce öykü, ardından uzun öykü, ardından roman ve senaryo oldu bu metinler.

Necip Tosun’un Emanet Hikâyeler adlı eseri de bence başka türlü bir “yeniden yazım”dır. Başkasının metnini değil de üslubunu yeniden yazmak.

Divan şiirimizdeki “tahmis” gibi ekleme şiirler de yeniden yazım bağlamında düşünülebilir.

Ya da nazire geleneğimiz bir şairin şiirine verilen değeri gösteren ilginç bir “yeniden yazım”dır.

Bir konunun defalarca farklı şairlerce, farklı asırlarda yeniden yazılması da ilginçtir. Geleneğimizde çok yaygındır. Bunları da yeniden yazım gibi düşünmek gerekir.

Ben yazdığım ama beğenmediğim öyküleri yeniden yazmaya karar verdim. Bazıları dergilerde çıkmıştı. Buna rağmen onları yeniden yazmayı denedim. Bazen ilk halinden çok daha başarılı oldu. Bazense tersi oldu. O heyecanı yakalayamadım.

Yeniden yazımı neyin gerekli kıldığı sorulabilir. Birinci sebep, geçmişte yazdıklarımızı beğenmeyip onu yeni bir çerçeve içinde görme arzumuzdur. İkinci sebep başka bir türe taşıma isteğimiz de olabilir. Bir konunun yazar hangi türde arzu ederse o türde kaleme getirilebileceğini söylemek çılgınlıktır. Doğru türü bulmak için de yeniden yazarız.

Bendeniz film izlerken, filmlerin bazı kısımlarını öyküleştirmeyi çok hayal etmişimdir. Sadece o on dakikalık bölüm bazen müthiş duygusal bir bütündür. Parça değildir.

Geçenlerde Cins’te çıkan bir yazımı değiştirdim ve ilk haline hiç benzemeyen bir öykü oldu. Neden yaptım bunu? Konu cazipti ama anlatımımı daha sihirli kılmak istedim.

Bu kadar.

AHMET SARI

Edebiyat tarihinin aslında yeniden üretim olduğunu düşünüyorum. “Yeniden üretim” burada eskiden kopuk, kendi yatağında akan, eskiyle bir bağ taşımayan anlamında bir üretimi içinde taşıyabileceği gibi eskileri, geleneği canlandıran, Recep Alpyağıl’ın kavramlaştırdığı gibi “gelene-ek” olarak üretilen bir şeydir aynı zamanda. Edebiyatın bir şekilde sakral başladığı, daha sonraları profanlaştığı; dini başladığı daha sonra dünyanın rengine, kokusuna, dokusuna bulaştığı bir gerçektir ve uhrevi metinlere alternatif olarak masivayı içeren, “masiva altı” da denebilen, şimdilerin rağbette kavramı olarak “seküler” metinlerin yazıldığı görülür. İlk metinlerin kökeni olmadığı ve kendinden kaynaklı olduğu söylenebilir.

Kaynağı kendisi olması hasebiyle bir kaynağa, geleneğe bağlı değilken -tanrının metni, evveli ve ahiri olmadığı, etki içermediği için, etki kaynağı bizatihi kendisidir- sonraki metinlerde, akımların da etkisiyle birbirini etkileyen metinler silsilesi oluşmuştur. Akımlar, akımlarda yer alan entelektüeller (yazarlar, şairler, filozoflar) biraz da karşıt fikirlerle hareket ettiklerinden, her akımın bir manifestosu olduğundan ve bir sonraki öncekine tepki olarak doğduğundan bu etkilenme, geleneğe-ek olma durumu edebiyat, kültür, felsefe tarihini, daha doğrusu sivilizasyonu ve medeniyeti oluşturmuştur. İlk metinlerin sakrallığı ve kaynağını kendinden aldığını dillendirdikten sonra mitolojilerin, destanların, masalların bu sakrallıktan nemalandığı, beslendiği söylenebilir.

Bu da dünya kültür tarihinde Jung’un bize söz ettiği “arketipleri” oluşturmuştur. İnsanlık tarihinin başlangıcı nasıl dünya dinler tarihinde de Adem’e kadar götürülüyorsa, semavi metinlerin bu sakral kaynağının tüm dünyaya yayılıp yazılı metinlerin kaynağını oluşturduğu söylenebilir. Bu bağlamda etkilenme, geleneğe eklemlenme olayı başlar. Alman edebiyatında “Klerus” tabakasının Erken Cermen metinlerini tanzim etmesinde büyük payı vardır. Sosyal sınıf olarak bu ruhbanlar, soylulardan bile daha yetkili bir şekilde alfabeyi kendi mülkiyetlerinde tutarlardı ve okuma yazma bilirliği kendilerine saklarlardı. İncil tercümeleri, rahiplerin edebiyatı elinde tutuşu, dini temalı dramalar, mezar taşı yazıtları ağır ağır kaç yüzyıl sonra dünyevi meselelere kendini bırakır. Bu anlamda dünyevi metinler, dini metinlerin bir devamı olarak yer alırlar.

Bu etkilenmeyi tarih boyunca sürdürebiliriz. Türk edebiyatında İslam öncesi edebiyatın İslam sonrasıyla bağının olmadığını söyleyemeyiz. Koskoca bir kavmin Arapları tanıdıktan ve dinlerini değiştirdikten sona o etki alanını yeni şekillenecek edebiyata taşımadığını kimse söyleyemez. Tekke tasavvuf edebiyatının dinden; halk edebiyatının kendinden önceki geleneklerden izler taşımadığını; divan edebiyatının Arap-Farisi öğeler içermediğini; manzumun dini unsurlar taşımadığını kimse söyleyemez. Divan edebiyatına “sebki hindi” üslubuna karşı çıkan “türkibasit”in geleneğe eklemlendiğini; Orhan Veli, Melih Cevdet ve Oktay Rıfat’ın kurduğu Garip Hareketi’nin divan edebiyatına, o geleneğe karşı bir hareket olmadığını kimse dillendiremez.

Bu verilen örneklerde aslında geleneği olumlama yoluyla onu ele almayı bir kenara koyacak olursak, geleneği olumsuzlama yoluyla o geleneğe karşı çıkma eyleminde bile gelenek yattığı, kaynağı gelenek oluşturduğu için bir şekilde geleneğe-ek olma söz konusudur. Osmanlıcaya karşı çıkan ve Öztürkçeyi dil olarak kullanan şairler yanında Hilmi Yavuz gibi, Attila İlhan ve Ahmet Oktay gibi şairlerin kendi kültürümüzden utanmadıkları, geleneği yeniden yaşatmaya çalıştıkları, geleneğin yüzyıllarca kendine ait bir dil öbeği, dil dünyası kurduğundan onları yeni yazılan şiirlerde yeniden yaşatmayı uygun gördükleri de bilinir. Bugün milenyuma vardığımızda edebiyatla uğraşanların önünde iki imkân durmaktadır.

Biri geleneği reddedip kendi başına buyruk bir şeyler yazmayı, geleneği hor görüp onunla iştigal etmemeyi uygun görmek; biri de ati-harabati meselesine olumlu bakmak; tarihiyle, geçmişiyle, hâliyle, geleceğiyle “Geçmişimizden utanmamıza gerek yok,” deyip, geçmişin kültür aurasını yazdıklarına kazandırmak; onda eritmek, onu yeniden dil alanına sürmek, yaşatmak, hatırlatmaktır. Geleneği yadsıyan kişi reddiyle de geleneğe ektir. Orhan Veli, zamanında geleneğe ne kadar karşı çıkıp yeni şiirler yazmışsa da şimdi 2018 yılında Türk şiir tarihine bakıldığında gelenekte lebi derya bir yerde kendine yer edinmiştir. Bizde yakın zamanda Nazan Bekiroğlu’nun Nun Masalları’nda, Sadık Yalsızuçanlar’ın romanlarında, Hayrettin Orhanoğlu’nda geleneğin yeniden revize edilip, yeni soluklar kazandığını görme imkânımız vardır.

Aslında Türk edebiyatı geleneğinden kopmayı sevmemektedir denilebilir. Şaman dönemi Türk şiirlerinde, Arap-Farisi etki altında Osmanlı edebiyatı, İslam edebiyatı kaynaklı metinlerde; divan edebiyatı ve sonrası Birinci Yeni, İkinci Yeni, Mavi Akım, Beş Hececiler, Yedi Meşaleciler, Toplumsal Gerçekçiler, 60 , 70, 80, 90 kuşağı, milenyum gençliğinde öyle ya da böyle edebiyat dille kotarıldığı ve binyılların bir ırmağı olması hasebiyle gelenek kendini gösterir. Ama açık hale getirilişi ve işin apayrı güzelliği ise topu taca atmadan doğrudan Dedem Korkut Masalları’nı alıp onu yazarların kendi aralarında anlaşıp yeniden yazma sürecidir. Bu bağlamda yakın zamanda Aykut Ertuğrul ve Güray Süngü’nün gayretleri görmezden gelinemez. Post Öykü dergisinin çabaları da yok sayılamaz.

Hilmi Yavuz’un “sahih aydın” kavramı doğrultusunda modern postmodern yazarların geleneklerine karşı çıkıp ona bigâne kalmaları, onu yok saymaları yerine; geleneği yeniden üretime tabii tutarak, ondan istifade yollarını bulmaları gereklidir. Batıda hiçbir yazar bu bağlamda geleneğinden utanarak, İncil’i, Tevrat’ı yok sayarak onu yazısının, kaleminin uzağında tutarak bir yere varacağına inanmaz. O bir çeşitlilik ve zenginliktir. Yenilerde yazan milenyum Türk yazarı da Batı’nın edebiyatını çok iyi bilerek kendi edebiyatını yok saymayarak, ona vakıf olarak iki kanatlı bir kültür havzası oluşturmalıdır kendine. “Sahih aydın” olmak budur işte. Zihninde iki kültür ırmağının coştuğu ve birbirine eklendiği bir aydın tipolojisi. Veludiyet buradan doğar. Orijinallik böyle oluşur. Evrensellik böyle neşet eder. Gelene-ek böyle olunur.

CEMAL ŞAKAR

Yeniden yazmak meselesine birkaç açıdan bakabiliriz:

Evvela: Temalar tarih boyunca nerdeyse hep aynı olageldi. Ölüm, ayrılık, aşk, kavuşma, savaş, öfke, hüzün, acı, sevinç... Bütün edebiyat eserleri bu temalar etrafında döndü, dönüyor. Bu bakımdan temalar evrensel, formlar tarihseldir diyebiliriz. Hâl böyle olunca zaten yeniden yeniden yazıyoruz diye düşünüyorum.

Saniyen: Yazar, kendinden önce ortaya konmuş birikimin varisidir. Hem kimliğinin oluşumunda hem de eserlerinde bu mirasın payı büyüktür. Kendine ait kıldığı birçok tespiti, tanımı, kavramı kendinden önce ortaya konan eserlerden tevarüs etmiştir. Dolayısıyla yazar metinlerarası bir kişiliktir ve durmadan yeniden yazmaktadır.

Salisen: Yok, kastınız bu değil de, illa klasik bir metni önümüze koyup onu yeniden yazmaksa bunun üzerine düşünmek lazım; niye böyle bir şey yapalım? Yapılmasın demiyorum, yapılıyor da zaten. Ama bana sıcak gelmiyor. Bu dönemin insanlarını alıp o döneme mi götüreceğiz, yoksa tersini mi yapacağız? Yapacaksak, niye? Mesela Suç ve Ceza’daki vicdan azabı, zaten yazılmıyor mu? Ya da Hz. Ali Cenkleri’ndeki cesaret?

Sanat ve edebiyatta yapılan evrensel temaları tarihsel formlar içinde anlatmaktır. Formlar ölür, temalar yaşar.

DURSUN ALİ TÖKEL

Klâsikler, yorumca değil, hacimce kendileri artmayan ama her okunuşta zaman ve zemin kaydı olmaksızın bizi artıran metinlerdir. Bunun en önemli sebeplerinden birisi bu eserlerin metinlerarasılık açısından çok zengin göndermeler içermeleridir. Bir klâsik eser başta kutsal metinler olmak üzere, medeniyet ve kültürlerin zemin metinlerine, arkaik anlatılara pek çok sarmal bağla bağlıdır ve yine bu metinler içlerinde hemen hemen bütün arketipleri barındırır.

Bir klasiğin yeniden okunması, okur olarak, bizi bütün bu zemin metinlerle irtibatlı kılacak demektir. Onların okunması, tarihin, dinin, kültürel coğrafyanın, gelenek ve göreneklerin huzura getirilmesi ve zihnin bütün bunlarla sürekli varlık alışverişinde bulunması demektir. Onlardan koptuğumuz zaman hakikatimizden de kopar, yevmî ve indî olanın beyhude gailesiyle boğuşur dururuz. Zemin metinlerle daimi bir bütünlükle bizi bağlayan klâsikler bir anlamda kökleri mazi olan bir âti olarak düşünülmeli. Onlardan kopuş, an ve istikbalden de kopuş demek.

Tıpkı bizde olduğu gibi.

Klâsiklerin okunması için pek çok haklı ve hakikatli gerekçe ileri sürülebilir. İyi ama bu metinler eğer yeniden yazılacaksa, onu kim yazacaktır? Onu yazan kişi, kaynak klâsik metnin beslendiği kaynaklara vakıf değilse, bu, ne kadar mümkün olabilecektir? Bugün herhangi bir kişinin, aldığı, alabildiği eğitim göz önünde bulundurulursa bir klâsik metnin gönderdiği zemin metinlere vukufu ne derece mümkündür? Bu soruları, öncelikle bizler için soruyorum, diğer kültürler için değil!

Zira bizler için apaçık hakikat olan bir durum, başkaları için hemen hiçbir anlam ifade etmemektedir. Zemin metinlerini bizim gibi beş ayrı alfabeden, beş ayrı dinden, beş ayrı coğrafyadan okumak zorunda kalan kaç millet vardır? Çinliler, Hintliler, İranlılar, Araplar, Yunanlılar, Almanlar, İngilizler, Fransızlar vb. klâsiklerinin doğduğu coğrafyada, alfabede, dinde ve kültürel atmosferdeler, üç aşağı beş yukarı! Bizim için aynı hesabı yapalım: İlk metin Orhun abideleri, ikinci Uygur metinleri, üçüncü Karahanlı dönemi metinleri, dördüncü Osmanlı çağı, beşinci Tanzimat ve Cumhuriyet sonrası. Şimdi bir yazar klâsik metinlere, onları oluşturan zemin metinler eşliğinde nasıl gidecek? Bir klâsik metin en başta, çağının dini metinleri anlaşılmaksızın var olamaz. Bugünkü yazarımızın bizim dinsel metinlerimizle irtibatı nedir? Fuzûlî’nin Leylâ ile Mecnun’u, bir nevi tercümesi olduğunu söylediğimiz Nizâmî’nin Leylâ ile Mecnûn’undan o kadar farklıdır ki! Biz, bırakın dini metinleri, eğer Dede Korkut’u bilmiyorsak Fuzûlî’yi de anlayamayız. Bunun hesabı yapılırsa, bütün o alfabeler, dinler, coğrafyalar, kültürler hangi donanımla edinilecek de bir klâsik eser yeniden yazılabilecek?

Ama eğer “Efendim, klâsik eseri aynıyla yazmaktan bahsetmiyoruz, ‘içerik ve öz bugünün sanatsal değerleri, kültürel kodları ve kurgularıyla yeniden yazılabilir’inden bahsediyoruz,” denirse ve yeniden yazmakla bir klâsik eserin arketipal örgüsü kastediliyorsa o da zaten adı klâsikten alınan yeni bir eser olur ki bu arketipin yenilenişidir, metnin dönüşümü değil.

Bana sorulursa, klâsikler, artsüremli değil, eşsüremli gösterilenleriyle yeniden okunmalı; metni sihirli kılan somutlamalar, günümüz insanının görsel hafızasıyla yeniden, yeni gösterilenlerle örülmeli; gösterenler değil gösterilenler çoğaltılmalı; Shakespeare, Dante, Homeros eserleriyle yapıldığı gibi. Bugün kimse Hamlet yazmıyor ama onu uyarlıyor; kimse İlahı Komedya oluşturmayla uğraşmıyor ama onu mükemmel bir şekilde güncelin diliyle huzura getiriyor. Ama bütün bunlar, bir metni Umberto Eco’nun deyişiyle “anlam üreten bir makine” olarak kabul etmek, bunu açığa çıkarmak için de metin açma kuramlarını bilmek ve uygulamakla mümkün. Bizde kuramsal bilinç hayli zayıf olduğu için bunların nasıl yapılacağı da hâliyle ayrıca bir tartışma ve araştırma konusu.

Bütün bunlar nasıl olur diye sorulacaksa şunu demek isterim: Önce hele bir klâsiklerimizin neler olduğu, nerelerde olduğu, hangileri olduğu hususlarında bir ortak kanıda buluşalım, bunları hele bir okuyup anlayalım, büyük şifrelerini bir çözelim, onlardan azami derecede bir beslenelim, inşallah gerisi çok kolay!

GÜNGÖR KARAUĞUZ

“Eskilerin masalı” ya da tanrıların söylencesi olan mitler Platon’un ifadesiyle uydurulmuş ve gülünç masallardan başka bir şey değildi. Evet, belki de bir yönüyle haklı Platon. Uydurulmuş yönleri çoktu. Ama bu masallardan çıkartılabilecek kıssadan hisseler de var şüphesiz. Mesela, İsa’dan önce on beşinci yüzyıl ürünü “Appu ve İki Oğlu” adlı uzun bir Hitit masalı, “haklı kişilerin her zaman kazanacağının ama kötü niyetli kişilerin,ağacın eğilip büküldüğü gibi kafalarının da çalma,çırpma ile meşgul olacağının” ispat ile başlamıştı. Birini aldatmanın ne kadar kötü olduğunun ispatı ile de sonlandırmıştı masalını Hititli.

Grek dünyası mitlerinin ana fikirleri de İsa’dan önce sekizinci yüzyıl ozanı Hesiodos’un dizelerinde günümüz ahlaki değerlerinin öncülü olarak yazılmışlardı sanki: “Güzel konuşayım derken yalan söyleme”; “Seni seveni çağır sofrana, sevmeyeni değil. Çağırdığın daha çok komşuların olsun”; “Seni seveni sev, sana gelene git;’Çalışmak değil, çalışmamaktır ayıp olan”.

İşte bu ana fikirlerin saklı olduğu eskilerin masallarının yeniden gündeme taşınması ve halkın anlayacağı tarzda kaleme alınması ne kadar elzem duruyor. Çünkü tarihin tozlu raflarında unutulmuş olan bu masallar güncellenip, yazarın kendinden bir şeyler de katıp okuru ile buluşturması -kısıtlı da olsa- yeni şeyler söylemenin önünün açılması anlamını taşıyor kanaatimce. Çünkü yeni şeyler söylemek cidden çok zor günümüzde.

PEYAMİ SAFA GÜLAY

Çağdaş edebiyat eleştirisi tartışmalarına en radikal katkıyı, “itérabilité” fikriyle birlikte Derrida yaptı. “Yinelenebilirlik” olarak tercüme edilen bu kavram, metni sonsuz okumaya, sonsuz kez yinelenebilmeye ve böylelikle de sonsuz kez yazılabilmeye açıyordu. Şuradan yola çıkıyordu iddia: Bir metin olarak yazı yeniden yazılabilir olmalıdır. Ve şuraya varıyordu: Yeniden yazılabilir olmayan bir yazı, yazı değildir. Nitekim Derrida literatürüne aşina olanlar bu literatürün hemen tamamının klasik metinlerin yeniden okunma/ yazılmalarına hasredildiğini bilirler.

Bir metin (bir “tekst” olarak “tekstil” ile ilişkisi içerisinde) söküldüğünde ipin ucu nereye gidecek? Yazıyı ne ile dokuyacağız ki sökülebilsin, fakat sökülen parçalar yeni bir dokumaya elverişli olsun? Burada muhtemel bir cevap, bilindik bir hata yapmamız için pusuda bekliyor: Bir metin bir önemi haiz olmak için kendisinden önce zaten yazılmış başka bir metnin (mesela, bir klasiğin) yeniden temsili olmalıdır. Böylelikle yeni metin klasik olanın ipleriyle dokunmuş, bizi hoş bir konforla belirli bir metne göndermiş, körlerle sağırlar birbirini ağırlamış olacaktır.

Hayır, bir metnin yeniden yazılmasının böyle bir danışıklı dövüşü ifade etmediği belirtilmeli ve tekrar ile tekrir arasına derhal kalın bir çizgi çizilmelidir: Yeniden yazma metni kısırca temsil eden bir tekrarı değil, onda içkin olan imkânlardan alınan kuvvetle bu imkânları daha öteye taşıyan bir tekriri ifade etmelidir. Klasik metin bir nihai anlam koordinatı değil, kendisinde sonsuz anlam üretme kabiliyetini taşıyan verimli bir mekanizmadır. İşte bu mekanizma, ancak yeniden yazma edimi sayesinde işleyebilir. Kendisine dönülür, sökülür, yeniden dokunur. Yeni metin söküldüğünde bizi eski metne götürebilir fakat o eski metin değildir. Eski metnin kendisini yeni anlamlara açan alanına yerleşmiş, orada üremiş, eski metinle birlikte fakat ondan başka bir şey söylemiştir. Onu okumuştur. Onu yeniden yazmıştır. Cebren bir yeniden yazma değildir bu, bizzat eski metnin müsaadesi nezaretinde gerçekleşir. Eski metin kendisini hem yeni metnin yazımına, hem de onun yazımında açar.

Şimdi, soru şuydu: Klasik metinlerin yeniden yazımının bir yolu, kıymeti, gerekliliği var mı? Madem belli bir çizgi takip ettik, neden bu soruyu kendisinden hareket ettiğimiz fikir ekseninde daha radikal bir hâle getirmeyelim: Yukarıda tarif edildiği şekliyle “yazı” kavramı akılda tutulduğunda, klasik metinlerin yeniden yazımının haricinde bir yol, kıymet, gereklilik var mı?

SENEM GEZEROĞLU

Sorunun ilk kısmına cevabım her anlamda evet, yeniden yazabiliyoruz. Soruda kast edilen şeyin bu olmadığının farkındayım ama asıl cevaba ulaşmak için biraz farklı yollardan gitmem gerekecek.

Günümüzde yazılan her metnin zaten yeniden yazımın, yeniden inşanın parçası olduğuna inanıyorum. Edebiyat, eski metinleri alt basamak yaparken üretilen her yeni metni de bir sonraki adım için kullanan ve böylelikle yukarı çıkan bir sanat dalı. Eskiyle bağ kurma amacıyla değil, onu yıkma anlayışıyla bile olsa her yeni metin aslında eskiyle ilişki kurma esasına dayanır. Geçmişle kurulan bu ilişkiyi, yazarın penceresinden bakarak okurluk ve yazarlık açısından iki maddede ele alalım. Birincisi, yazar ya tecrübe ederek ya da okuyarak kendinden önceki edebi birikimden etkilenir ve ondan beslenir; dolayısıyla onun ilk malzemesi geçmiş edebi metinlerdir. Kendini bu birikime dâhil edebilmek, bu zincirin bir halkası olabilmek, kendinden öncekilerle kendi arasında ilişki kurup sonraki sürece kalabilmek için okur ve yazar.

Yani geçmişle ve gelecekle olan ilişkisini kitaplar aracılığıyla kurar. Kendinden önceki her metin, okundukça edebi hazneye atılan “eski” bir metin; kendinden sonraki her metin, yazdıkça edebi hazneye atılan “yeni” bir metindir artık. Bunu klasikler, biçimler ve formlar için değil özellikle tema ve içerik için söylüyorum. İkincisi, yazarın okuma serüveninden çok yazma süreciyle ilişkili. Yazar, edebi haznesindekileri; bilinçdışı, bilinçaltı, bilinçüstünden sızanları farkında olarak ya da olmayarak yazıya aktarır. Yazıya aktarırken kendinden, geçmişinden, okuduklarından yani kısaca edebi haznesinde biriken “eski”lerden katarak ortaya “yeni” bir metin çıkarır. O hâlde bu yeni metin eskinin yeniden yazımı değil midir? Mesela Calvino, Bir Kış Gecesi Eğer Bir Yolcu kitabında okur çeşitlerini kurgunun içine yedirirken buna benzer şeyler söyler.

Okuduğumuz her metin aslında o ilk metnin çoğalarak günümüze kadar gelmiş hâlidir. Ama buna rağmen kendinden önceki nesneleri kullanarak yazılan her metin, kendi kendisinin de biricik öznesidir. Önceki metnin kopyası değildir; taklidi, parodisi, pastişi, metinlerarasılığıyla işlenmiş yeni hâlidir. (Peki bunları birbirinden nasıl ayıracağız, bu sınırı nasıl çizeceğiz? O, bambaşka bir yazının konusu)Yıldız Ecevit, Türk Edebiyatında Postmodern Açılımlar’ında “Yazar pastişi de, parodiyi de, metinlerarası düzlemi de çoğu kez metninin mimetik masumiyetini bozmak için kullanır,” der. Hiçbir metin masum değilse ve başka bir metne o ya da bu şekilde illa ki benziyorsa yazarın bu benzetimi bilinçli yapmasında da herhangi bir sakınca yoktur. Yıllarca yapılmıştır da. Mesela Divan edebiyatı hem biçim hem içerik yönünden birbirinin aynıdır ama yine de özgün metinlerle doludur.

Üzerinde durulması gereken asıl konu, soruşturmanın da kast ettiği şey, ilk metinleri, halk hikâyelerini, mesnevileri vb. yeniden yazabiliyor muyuz? Uzun bir girizgâhtan sonra varmaya çalıştığım şey, belki tür ve şekil olarak değil ama içerik olarak evet, yazabiliyoruz. Aklıma gelen birkaç örnek: Mesela Yusuf ile Züleyha yüzyıllar önce mesnevi türünde Şeyyad Hamza, Nahîfî, Hamdî tarafından yazıldı ama günümüzde de uzun hikâye-roman türünde Nazan Bekiroğlu tarafından yazıldı. Destandan halk hikâyesine geçiş döneminin en önemli eseri Dede Korkut Hikâyeleri, bugün Güray Süngü ve Aykut Ertuğrul editörlüğünde hazırlanan Korkut Ata Ne Söyledi ile yeniden yazıldı. Yine yüzyıllar öncesine ait hamzanâmeler ya da masallar, bugün değiştirip dönüştürülerek Hasan Aycın tarafından Sahipkıran ve Esrarnâme adıyla yeniden yazıldı.

Örnekler çoğaltılabilir ama varacağımız yer bellidir: Halk hikâyeleri, mesneviler, menkıbeler vs. ana şablondur, onların da ana şablonu kendinden önceki anlatılardır ama bugün, günümüzün yazarı bu ilk hikâyeleri alır ve hayatı algılayışına, kendi sanat anlayışına göre yeniden yazar. Yeniden yazarken onu değiştirir, eğer, büker ve metne kendini de katarak ortaya “yeni” bir şey çıkarır. Burada kendini katmasından kastım dil, üslup ve özgünlük oluyor. Yoksa biçim ve temanın yeniden yazımda çok belirleyici olduğunu düşünmüyorum.

Sorunun ikinci kısmı, yani klasik metinleri yeniden yazmanın bir yolu, kıymeti, gerekliği var mı? Elbette var. Bu gereklilik biraz da yazma eyleminin kendisinden kaynaklanıyor. Bir öncekinden alıp bir sonrakine katmak için yazıyoruz. Bunu özellikle içerik, yani metnin özü, hikâyesi için rahatlıkla söyleyebiliriz. Ama biçimsel özelliklerde ve dilde durum değişiyor. Peki bu klâsikleri yazmanın bir kıymeti var mı? Geçmişi diri tutmak, geçmişle aradaki bağları koparmamak, Türk ve dünya edebiyatının birikiminden beslenmek ve biraz da üstüne koyup bir adım daha ileri gitmek için elbette kıymeti var. Hiçbir şey olmasa bile bu klasik metinleri gündeme taşımak, hatırlatmak, hatırda tutmak, yeni metinler yazmak için en azından bir kıvılcım çakacak, o yoldan gidenlere güç ve ilham verecektir.