Tek Dilek Hakkı

Dile benden ne dilersen.
Dile benden ne dilersen.

“Üç dilek hakkı olduğunu zannediyordum,” dedim. “İnsanlar ikinci istekleriyle ilkini, üçüncü istekleriyle ikinciyi ziyan etmeye başlayalıberi dilek hakkı teke düşürüldü,” dedi. “Hah,” diye güldüm. “Dilek işleri bakanlığının kararıyla mı?”

Evimin balkonunda oturup uzaklara bakardım hep. Yakınlar da uzaktı, öyle geliyordu, madem öyle, gözümü uzak olan uzaklara dikerim der gibi bakıyordum. Ama bunu demiyordum, her şey denmiyordu. Bende bir gariplik vardı, öyle hissediyordum. Durup dururken uzaklara gitmek istiyordum.

Bazen.

Durup dururken içime kaçmak istiyordum.

Bazen.

Durup dururken durduğum yerde duramıyordum.

Bazen.

Bir şey yapayım diyordum. Yapacak bir şey bulamıyordum. İyi okullarda okumuştum. İyi bir işte çalışıyordum. İyi bir muhitte oturuyordum. Arabam vardı. Güzel giyinirdim. Düşünebiliyordum, hissedebiliyordum. Anlayabiliyordum hayatı, doğayı. Ama bir sorunum vardı. Ama sorunumun ne olduğunu bilmiyordum. Gogıla benim derdim ne yazıyordum. Benim derdim, derdim ne benim filan isimlerinde arabesk şarkılar çıkıyordu karşıma. Ben bunları dinlemem ki diyordum. Caz seviyordum ben, yemekte klasik müzik. Eğlenirken underground. Bunu diyordum. Bazı şeyler denmeden edilemiyordu. Bunu dedikçe dediğim şey oluyordum. İnsan bir şey olduğunu söyledikçe o şey olur mu? Olurdu, ben oluyordum. Ama ne diye uzaklara bakıyordum. Uzaklara neden bakılırdı?

O gün, hayatımın bir şey olup da değişeceğini bilmiyordum. (Aslında bilinecek bir şey yokmuş. Hayatım değişmedi.) Bir gün, bir şey olup da hayatımın değişeceğine inanıyordum, ama bir günün o gün olduğunu bilmiyordum. (Aslında bilinecek bir şey yokmuş zaten. O gün değilmiş.)

Hafta sonu için kaçmıştım şehirden. İyi gelmiyordu aslında, iyi geldiğini düşünüp yapıyordum böyle arasıra. Tatillerde. Bayramlarda. Bayramlarda aile büyükleri filan, canımı sıkıyordu böyle şeyler, kaçmak iyiydi. İki günü aşarsa yurt dışına. Kışsa kayak, yazsa deniz, baharsa orman. Uzun sabah kahvaltıları. Daha uzun öğle yemekleri. Daha daha uzun akşam yemekleri. Aslında, ne bileyim, çok nefis bir şeydi hayat. Ama aslında, ne bileyim, yetmiyordu da ne olduğunu bilmediğim o şey, ne olduğunu bilmediğim o şeye. Kaçmıştım. Biraz fotoğraf, hafif ve meyveli içkiler. Durum güncellemesi, selfi filan... iyiydim.

Akşama doğruydu, güneş inmişti, hafif serinlik gelmişti. İçim hoş olmuştu. Yürüdüm köyün arkasına düşen, uzağa açılan patikasında. Güneş daha da indi, ağaçlar başladı sağda solda, serinlik arttı, içimin hoşluğu arttı. Epeyce gittim kendimi bilmeden. Karşıma bir kaya çıktı. Ben burada doğmuş olsam, çocukluğum boyunca burada koşmuş olsam, bu kayanın, bu patikanın ortasında adeta burdan öteye gitme der gibi dikilmesi olur şey değildi desem şimdi. Yoktu burada, nasıl olmuş da gelmişti buraya desem de şaşırsam şimdi. Burada doğsam köylü olurdum, bu eğitimi alamazdım, bu arabayı, bu hayatı. İyiydim ben iyi. İnsan bir şey olduğunu söyledikçe o şey olur mu. Güldüm kocaman. Sağına soluna baktım kayanın. Altına üstüne baktım. Kocaman bir kayaydı, patikanın ortasına oturmuş kalmıştı. Kolaydı, etrafından geçip gitmek de, ona yoramadım kafayı, nereden geldin, neden burada kaldın diye sordum kayaya bakıp, kendime. Dokundum, ittirdim, ötelere baktım, bir rüzgar, fırtına, deprem izi aradım. Sonra pes ettim, birileri seni buradan ittirmeyi kaldırmayı akıl edememiş, etrafından dolanmayı tercih etmiş, düşünememişler dedim. Başka ne denirdi? Dibine oturdum, ona yaslandım. Başımı da yasladım. Gözlerimi kapadım. Yorgun değildim, argın değildim, ne diye gözlerimi kapadım, ama bunu sorana bunu yorana kadar gözlerim kapanmıştı bile. Gözlerim kapandığı an önümde bir rüzgar hissettim, bir yel geçti, sanki bir yel değil de bir şey geçti, onun geçişinin yeli geldi. Yüzüme geldi. Anında açtım gözümü. Karşımda... korkmaya bile fırsat bulamadım, karşımda dev gibi cüssesiyle köylünün biri durmaktaydı. Kollarını bağlamıştı. Kaşları çatıktı. Üstünde eski püskü bir, ne denir bu kıyafete, mintan vardı. Mintanı yere kadar uzanıyordu, öyle ki ayakları görünmüyordu, mintanın etekleri de yer hizasında hafiften uçuşuyordu. Adeta adamın belden aşağısı yoktu da havada asılı duruyordu. Ben öyle korkuyla bakarken birden dile geldi;

“Dile benden ne dilersen.”

“Özür dilerim,” dedim.

“Oha,” dedi.

“Yıllardır biri birden karşımda belirse de bana dile benden ne dilersen desin, ben de ona özür dilerim desem diye hayal kurdum, biliyorum kötü, biliyorum komik de değil, ama ne yapayım, böyle, içimde mi kalsaydı?” dedim.

“İçinde kalsaydı tabii, kalsaydı da iyiyse demlenseydi, kötüyse çürüseydi,” dedi.

“Efendim,” dedim anlamadım çünkü.

“Peki sorun değil,” dedi. Duraksadı. Ekledi;

“Dile benden ne dilersen...”

“Senin belden aşağın yok mu?” dedim bir şey dileyeceğime. Kızdı galiba, kaşları daha da çatıldı.

“Özür dilerim,” dedim tekrar.

Galiba geçti kızgınlığı. Kollarını çözdü, ellerini iki yanına atıp bacaklarını yokladı.

“Var,” dedi. “Böyle karşında belirip de dile benden ne dilersen dersem, çekil önümden köylü dersin diye etekleri uçuşan dev görünümü alayım dedim,” dedi.

“Öyle demezdim, asla, ben insanlara insan oldukları için değer veririm, köylü filan diye küçümsemem,” dedim.

“İnsanlara insan oldukları değer veririm, köylü diye küçümsemem, diyorsun, bu sana dair bir güzellik der gibi diyorsun, yani aslında köylülük küçümsenecek bir şey, ama sen bunu yapmayacak birisin. Bununla mı övünüyorsun?” dedi bana tuhaf şey.

“Övünmüyorum, ben öyle şey yapmam diyorum,” dedim. Kaşları çatıktı ya, hafiften yumuşadı, hatta sonrasında güldü bile.

“Dile benden ne dilersen,” dedi yine.

“Ne acayip,” dedim. Biraz duraksadım, biraz düşündüm. Bu mantıksızdı. Aklım bana oyun oynuyor olabilirdi. Ya da bu köylü, bana oyun oynuyor olabilirdi. Ya da bu bir köylü olmayabilir, buraya benim gibi biraz dinlenmeye biraz eğlenmeye biraz uzaklaşmaya gelmiş biri olabilir, bu kıyafeti üstüne geçirmiş, birine bir oyun oynayayım da keyfim yerine gelsin demiş biri olabilirdi. Umarsız kaldım. Yerimden bile kıpırdamadım.

“Ben böyle şeylere pek inanmam,” dedim.

“Nasıl şeylere pek inanmazsın,” dedi.

“Böyle işte, periler, cinler, devler, dile benden ne dilersen filan...” dedim.

“Ejderhaları seyrediyorsun, fantastiğe bayılıyorsun ama,” dedi.

Bunu nereden biliyor dedim. Kendime dedim. İçimden dedim. Adam sen de... bu da soru muydu yani. Yüzümdeki tıraştan bile belli, plazada çalışıyorum, bilgisayarla, sosyal medyayla aram iyi, elbet seviyorumdur bilimkurguyu, fantastik filmleri, orta dünyayı vesaire...

“Haha beni böyle mi ikna edeceksin,” dedim.

“Yok,” dedi. “Seni ikna etmek gibi bir derdim yok. Dilersin, dileğin olur, sonra ben yoluma sen yoluna.”

“Üç dilek hakkı olduğunu zannediyordum,” dedim.

“İnsanlar ikinci istekleriyle ilkini, üçüncü istekleriyle ikinciyi ziyan etmeye başlayalıberi dilek hakkı teke düşürüldü,” dedi.

“Hah,” diye güldüm. “Dilek işleri bakanlığının kararıyla mı?”

Kaşlarını çattı köylü. Ya da şehirli. Neyse işte.

“Dile benden ne dilersen,” dedi tekrar. Sinirlenmişti galiba.

“Akla inanır mısın?” dedim dilek talebine aldırmadan.

“Ney?” dedi soruma cevap olarak. Bu ara onun eğlence peşinde olan bir şehirli değil de köylü olduğuna hükmettim. Ney? Ama köylüyse neden böyle bir eğlenme yolu seçsindi ki? Bu biraz ince, biraz absürd bir şaka anlayışı gerektirirdi sonuçta. İyiydi yani. Bunu şirkette bir yöntem geliştirerek ben de yapsaydım aslında. Daha profosyonelce elbet. Biraz ışık oyunları filan, iyi bir kostüm...

“Akla diyorum, inanır mısın? Yani şöyle;” dedim ama devam edemedim çünkü kesti sözümü;

“Ben hayatı bilirim, yani şöyle;” dedi ve anlatmaya başladı;

“Burası küçük bir köy idi. Köyde seksen sekiz tane ağaç vardı. On yedi tane ev vardı. Köyün bir sınırı dereydi. Bir sınırı dağdı. Dere köyün batısındaydı. Dağ doğusundaydı. Köyün kuzeyinde bir çit vardı. Çitin ardı ormandı. Güneyinde köyün seksensekizinci ağacından sonra bir ova başlıyordu. Yürüyerek yarım gün gidince bir ormana varılıyordu. Arada tek ağaç yoktu ama bir kuyu vardı. Köyün doğusundaki dağ, dik bir dağdı. Duvar gibi dümdüz yükseliyordu göğe. Batısındaki dere büyüktü, güçlü akardı ama hiç taşmazdı.

On yedi evde on yedi aile yaşardı. Her ailenin iki çocuğu olurdu. Analar babalar ölünce çocuklar komşu evlerin çocuklarıyla evlenir, ana baba olurlardı. Evlenenlerin de ikişer çocuğu olur, analar babalar ölürdü. Köyün nüfusu böylece hiç artmaz ve azalmazdı. Köy halkından kimse köyü bırakıp gitmez, köye dışarıdan hiç kimse gelmezdi. Köy halkı için dünya köyden ibaretti.

Bir gün düzen bozuldu. Çünkü ben bu kayanın dibinde bir ademoğlunun önünde belirdim ve dile benden ne dilersen dedim. O diledi, ben yaptım. Olanlar oldu. Aslında olmayacaklar oldu. Olmayacaklar olunca, olması gerekenler olmadı. Olması gerekenler olmayıp, olmayacaklar olunca, dünya yaşanmaz bir yer haline geldi. Dünya yaşanmaz bir yer haline gelse de insanlar yaşamaya devam etti. Ama kimse hayatından memnun değildi artık. Ben de o andan sonra yine hep dile benden ne dilersen dedim, ama kimse dünyanın o ilk dileğin dilenmeden önceki hale gelmesi dileğini dilemedi. Şimdi, dile benden ne dilersen...”

“Özür dilerim,” dedim yine.

“Efendim,” dedi yine.

“Özür dilerim ama bir müddet sonra bu hikayeyi anlatıp da dile benden ne dilersen demeye başlasaydın sen de,” dedim.

“Öyle yaptım zaten,” dedi.

“Öyle yaptıysan neden kimse ilk dileğin dilenmeden önceki hali dilemedi ki senden, bu çok saçma,” dedim.

“Bence de çok saçma, ama insanlar işte, bencil ve aptallar. Sen üzerine alınma, zira bunları söylediğine göre sen o dileği dileyeceksin,” dedi. Güldüm.

“Korkarım dilemeyeceğim,” dedim.

“Neden?” dedi o.

“Çünkü çok saçma. Bir oyunsa bu, oyuna katılabilirim, eğleniriz filan ama nihayetinde gerçekten böyle bir şey dileyecek değilim. Böyle şeylere inanmam demiştim,” dedim. “Ayrıca bir lamba filan olması gerekmez miydi, ben o lambayı silmek için şeyyapıyorum, lambadan hop sen çıkıyorsun.”

“Lamba yoktu,” dedi. “Hiç olmadı. Bir gün bu taşın dibinde oturan birine dile benden ne dilersen dedim, o da benden ben binbir gece anlatılanı anlatayım beni binbir yıl dinlesinler, dedi. Ben de oldurdum. O anlatırken kendi başına geleni de hikaye etti. Ama beni hikayesinde bir lambaya hapsetti. Siz insanlar onun hikayesini biliyorsunuz. Aslında lamba yok,” dedi.

“Aslında kaşık yok yani,” dedim ben.

“Efendim?” dedi.

“Matrix’ten,” dedim. Dudaklarını büzdü.

“Alaya almasan onun da nasıl olduğunu anlatırdım ama... dile benden ne dilersen.”

“Peki, diyelim ki sana inandım. Bir şey diledim. Böyle nasıl desem fizik ötesi bir şey. Nasıl yapacaksın?”

“Dile de gör.”

“Hayır, fizik ötesi diyorum, yapabileceksen bunun mantıklı bir izahatini de yapabilmen gerekir.”

“Sen gördüğüne inanmaz mısın?”

“Gördüğüme elbet inanırım.”

“Bence sen gördüğüme inanırım diye kendini kandırıyorsun. Sen, inanacağını görmeyi seçenlerdensin.”

“Vay, bir ekolden bahsediyorsun sanki.”

“Sen dünyada ve hayatta yenisin. Ben senin gibi milyon tane gördüm. Hepiniz kendinizi eşsiz sanan cahillersiniz.”

“Olmuyor ama, dile benden ne dilersen dediğin adam senin sinirlerini bozdu galiba, kontrolünü kaybediyorsun,” dedim gülerek. Münazaranın galibiydim, gerçekten sinirlerini bozmuştum, bu, keyfimi de yerine getirmişti.

Eveledi, geveledi. Sonra duruldu ve “dile benden ne dilersen” dedi tekrar.

Güldüm. Yoruldum bu oyundan. Doğrulup kalktım.

“Katılayım oyununa,” dedim. “Sıkılıyorum. Uzaklara gitmek istiyorum. Hadi. Yap,” dedim.

Gözlerini kapadı. Açtı.

“EEE,” dedim.

“Ne eesi, yaptım. Gittin işe.”

“Nereye gittim, aynı yerde duruyorum ya,” dedim.

“Demek ki sen zaten o kadar uzaktaymışsın ki, daha uzağı yokmuş,” dedi. Eh kendince bir akıl oyunuydu. Ne yapacaktı ya.

“Hah, neyden uzaktaymışım o kadar, onu söyle bari,” dedim gülerek.

“O kadar uzaktasın ki neyden uzakta olduğunu söylersem anlamazsın. Bence sen uzaklara gitmeyi değil, yakına gelmeyi dilemeliydin,” dedi.

Sırıttım, “Hani ilk dilek öncesine dönülmesini dilemem gerekiyordu,” dedim.

“Aynı şey,” dedi. “Siz, istedikçe uzaklaştınız. Aldıkça daha da istediniz. İstedikçe daha da uzaklaştınız. Biriniz çıkıp dese ki, beni kendime döndür. İlk dilek öncesine döneceksiniz. Kurtulacaksınız. Ama yok. Anladım ki demeyeceksiniz hiç.”

Belki de şakacı köylü, oyuncu kentli filan değil de meczuptu. Üzüldüm bu ihtimal zihnimde belirince. Acıdım ona.

“Özür dilerim,” dedim.

“Dile benden ne dilersen,” diye cevap verdi.