Tepelerden aşağılara

“Tepelerden aşağılara, demek ki buymuş! Tepelerden aşağılara ha!”
“Tepelerden aşağılara, demek ki buymuş! Tepelerden aşağılara ha!”

Patikadan aşağı, tek sıra halinde yürümeye devam ettik. Vızır vızır geçen arabaların sesini duyuncaya kadar yürüdük. Otobandan geçince arkası bizim köydü zaten. Sis ise evinden çok uzaklaşmasına izin verilmemiş çocuk gibi geri dönmüştü. Geç olmadan dağların sinesine geri çekilmişti.

Herkes mükemmel bir düzen içinde sağa sola koşturuyor. Dün gece herkes aynı rüyayı görüp uyanmış gibi, bir kuş sürüsü herkesin omzuna konup kalkmış gibi tılsımlı bir uyum içindeler. Aynı rüyayı görüp aynı tabiri yapıp işe koyulmuşlar. Benden de aynı uyumu göstermemi bekliyorlar haliyle. Fakat ben dün gece yorgunluktan nasıl uyuduğumu bile hatırlamıyorum. Rüya falan da görmedim. Elimde avucumda tabirim de yok. Daha doğrusu uyum sağlayabileceğim uygun ayaklarım yok. Böyle durumlar için genelde “ayak uydurmak” deyimi kullanılır. Bu yüzden sanırım herkes koştururken durmadan ayaklarıma bakıyorum. Çok umutsuzum bu konuda. Hiç uygun adımım kalmamış. Uyumlu olduğum zamanlardaki ayaklarımı çok çabuk çarçur ediyor olabilirim. Acil durumlar için birazını saklasam ya. Hayır. Ne kadar varsa o kadar harca.

Kalkıp elimi yüzümü yıkadım. Alelacele bir kahvaltı. Arka bahçedeki elma ağacından elma toplama vazifesi bana verildi. Sepeti kiler odasından aldım. Sonra da elimin erdiği dallardan topladım biraz. Yukardakilere uzanıp da toplama işini çok fazla uzatmadım. Olduğu kadar elmayla doldurdum sepeti.

Evet, her sene olduğu gibi bu sene de Erenler Tepesi’nde yapılacak olan mesire şenlikleri için bütün bu hazırlık.

Akşamdan limonlar suya basılmış, börekler, sarmalar ertesi güne “ha deyince” çıkılacak şekilde tam tekmil hazır edilmiş. Hangi ara yapıldı bütün bunlar, hiç anlamadım. Bir köşeye saklanıp sessizce otursam yine de gelir bulurlar beni. Evde oturtmazlar. Hiç kaçarım yok. Bugün o tepeye çıkılacak.

Çıktık.

Asfaltı unutun, bildiğiniz bütün yolları unutun.
Asfaltı unutun, bildiğiniz bütün yolları unutun.

Vakti zamanında dağlarda yolunu kaybeden sekiz kişinin tam da burada kaybolup sırra kadem bastıkları, bazen hırpani bazen nurani suretlerde ara sıra görüldükleri, görüldükleri yerde... hayır böyle değildi devamı. İşte o efsaneler tepesi burasıydı. Ve bugün insanlar buralardan taşacaktı. Aslında tenhadır fakat, bugün başka. Bir yandan sıcak! Ter yapış yapış. Karpuzlar kucaklanmış, piknik tüpleri, kilim seccade, ne lazımsa işte... Araçların yapraklı yola girmesi yasak. Asfaltı unutun, bildiğiniz bütün yolları unutun. Işıklı tünelleri, bahçenizdeki taş basamaklı hanımeli kokulu o muhteşem girişleri, ya da en uzun en ferah akşam yürüyüşlerinizi, hepsini unutun. Sadece yapraklardan oluşan bir buçuk metre yüksekliğinde, uzunca bir yol düşünün. Basınca çıtırdayarak ayağınızın yere battığını sanırsınız fakat asla batmaz. Çocukken zıplardım üzerinde. Yine de birşeycik olmazdı.

Şimdi böyle bir yolun üzerinde koca koca karpuzlar taşınsın, ne biliyim yapraklı yolda yürürken masalsı bir yere çıkabileceğinizi ummak mümkün iken telaşla aceleyle yolu çabucak bitirmeye odaklanın, hatta geride kalıyor diye çocuğu kolunuzun altına kıstırın, ağlarsa poposuna şaplak atın falan... Yüzlerce ağaç içinde en kıdemli olanların yerleri belli. O ağaçların gölgesinde serinlemek madalyayı yakana takmaktan farksız. İmtiyazı hürmeti yıl boyu cepte say o zaman. O gölgelerden birini kapana kadar dişler sıkılıyor. Hep bir varış hali. Bütün varmalar, birbirinin içinde. En geniş gölgeyi bulunca, bu kez efsaneler çıkacak er meydanına. Anlatıcılar hazır. Kafalarında ak sakallılar, hızırlar, sekiz erenlerin sekiz asası, ayçiçeğinden sarı macun yapan şifacı kadınlar, kış vakti yağan karın bir gecede minare boyu yükselip, aynı gece gün doğmadan eriyişi, erirken tılsımlı sularını üzerinde yürüdüğümüz şu topraklara bırakışı...

Yüzlerce ağaç içinde en kıdemli olanların yerleri belli.
Yüzlerce ağaç içinde en kıdemli olanların yerleri belli.

Hayalle gerçeğin yanyana bağdaş kurduğu, nasırlı ellerin ovduğu, parlattığı, hiç yoktan doğan ya da cüceyken devleşen yahut devlerin küçücük ceplere sığdırıldığı türlü çeşit hikâyeler anlatılacak. Ter dökmek orda lazım olacak asıl. Çünkü sene boyunca hangisi hatırda kalacaksa orda ortaya çıkacak. Hürmet ki ne hürmet o zaman. Bu mesire gününün en afili tarafı da, işte bu hikâyeler. Çoluk çocuk dinlemeye doyulmazlar. Anlatıcı ile hikâye arasında kıyasıya bir çekişme olur. Kazanan hikâye olursa alkış kıyamet. Yok eğer anlatıcı ayak direr ve kibirle burun bükerse, hikâye anlatıcıyı terk edip gider ki, bu tam bir maskaralıktır anlatıcı için. Kimse böyle bir şeyi yaşamak istemez. Bu yüzden meydana çıkan anlatıcı adayları baştan cesur kabul edilir.

Efendime söyleyeyim, biz henüz yapraklı yolun girişindeyken Özcan’ı gördüm. Onu görünce bizimkilerin gerisinde kaldım biraz. Kolay fark edilmem zaten. Özcan’ı gördüğümü gördüyseler de, bakar bakar gelir yanımıza derler. Bekleyecek halleri yok ya. Nasılsa evet, bakar bakar, sonrasında da bulurum onları. Elinde naylon poşet mantar topluyordu Özcan. Biraz aşağıda, uzağımdaydı. Elinde ki market poşeti rüzgarda şişip şişip yükseliyordu. Güneşe tutunca, poşetin içinde kaç tane mantar olduğunu seçilebiliyordum. Gölgelerinden. İyice bakınca gölgeler şekilleniyor, basbayağı kollu bacaklı ufacık oyuncaklara dönüşüyorlardı . Market poşetinde mantar oyuncaklar... Özcan yakında olsaydı ona da söylerdim bunu. Sever böyle şeyleri. Ara sıra kekik toplar bayırlardan, mantar, yabani fındık, dağ çileği falan.... Tahta kaşığını havada savura savura gezer. Tahtadan pusatından kıvılcımlar çıkarır da kimseler görmez. Kaşığıyla korur kendini. Eğilip mantarı yerden alıyor, sonra pusatını güneşe doğru kaldırıp ağzına ne gelirse... Güneş arkadan vuruyor Özcan’a. Eli havadayken baştan ayağa gölge oluyor.

Hafif bir rüzgar esip geçti. Ancak saçları kımıldatacak kadardı, belli belirsiz bir serinlik hissettik. Çok geçmeden gücünü toplamış olarak tekrar estiğinde yerden yapraklar havalandı bu kez. Gözlerimiz kısıldı. İşte tam o esnada alnım kaşındı. Doğal olarak kaşıdım ben de. Sonra alnımdan elime geçen yazıyı okudum. Rüzgar esip geçerken oluyor bazen. Diyordu ki rüzgar “Tepelerden aşağılara! Tepelerden aşağılara!” Şöyle bi baktım yukarı doğru. Hiçbir şey yok. Yokuş yukarı çayır, çiçek, kelebek. Bolca güneş. Tepelerden aşağı ne iner ki bu sıcakta. Olsa olsa yılan! Eyvahlar olsun. Tabii ya. Yılanlar. Fakat kalabalığız. Her yer insan kaynıyor. Kıyınlaşıp gelemezler yanımıza. Eee madem, ne diye böyle dedi rüzgar? Kurt düştü içime. Kurt düşünce kımıldar. Kımıldadıkça insanın midesi bulanır. Öyle oldu. Zihnim karıştı. Tanıdıklara, elimdeki yazıyı göstersem, o da olmaz. Bunun okuması yazması bir bana mahsus. Söylesem de, az ötede mantar toplayan Özcan’dan ayrı görmezler beni. Fakat çekinirler. Çok ilişmezler o yüzden. Muhabbetim iyidir. Lakin anlaşılmaz laflar etmeye başlayınca bir adım geri dururlar. Sonrasında, eh işte...

Ben bu Allah vergisini fark ettiğimde daha çocuktum. Dedemle beraber hasada gittim bir gün. Çoluk çocuk, bütün torunlarını toplayıp götürdü o gün dedem. Namı diğer Said Dayı. Öküz arabasına binmeyen bilmez. Bindik. Bu yüzden ben iyi bilirim, öküz kuyruğunun kovduğu sinekleri. Demir tekerleklerin üzerinde, sallana sallana vardık tarlaya. Çuvalladık hasadı. Kaldırıp koyduk arabaya... Bütün çuvalları üst üste yığıp en üstüne de biz oturunca tamamdık. Akşam vakti yola çıktık. Tam dereden geçerken tekerlek iri bir taşın üzerinden sekince bizim Kuru Kamil sıçrayıp ön tekerleğin dibine kuş gibi düşmesin mi! Bağrışmaya başladık. Tekerlek Kuru Kamil’i itti de itti. Sanki koca bir ısırık alacaktı. Koparacaktı canını gövdesinden de döne döne gitmeye devam edecekti sonra. Dedem habire öküzleri dehliyor. Dönüp de arkasına bakmıyor ne var diye. Kulakları ağırdı. Duymazdı her şeyi. Ama şimdi. Duy be dede! Duy beni diye diye o kısacık âna kaç Kuru Kamil sığdırdım Allah bilir.

Tekerlek Kamil’in üzerinden geçerse yukardaki herkesin altında ezilecekti. Ağırlığın içinde hepimizin izi kalacaktı. Ya geçseydi. Ya ölseydi Kamil. Çok şükür kurtuldu ama nasıl? Dedem bana hep “Deli Oğlan” derdi. Tam tekerlekle Kamil boğaz boğazayken rüzgar esti yine. Alnım kaşındı. Kaşıdım. İlk o zaman alnımdan elime geçen yazıyı gördüm. E insan ilk defa böyle bir şey görünce tırsıyo tabii. Tekerleğin altında Kamil, avcumun içinde “vakti değil” yazısı... Neyin vakti değil, bağırmanın mı, Kamil’in ecelinin mi. Tekerlek Kuru Kamil’i tepeledi tepeleyecek. Demeye kalmadan zınk diye araba durdu. Tekerlek durdu. Biz durduk. Sesimiz falan kısılmış zaten. Kıyametin eşiğinden dönmüşüz. Dedem de döndü arkasına. Şöyle bir baktı bize. Betimiz benzimiz atmış. Kamil yerde sırtüstü, cılız bi insan yavrusu debelenip duruyor. “Ne işin var orda Kuru,” deyip, hafifinden bir çuvalı kaldırır gibi kaldırdı ve diğer çuvalların üzerine düzgünce oturttu. Yüzünü sıvazladı sonra. “Dikkat et evlat,” dedi. Sonra da beni gösterip “Na bu deli oğlana da şükret,” dedi. Sonra da sürdü öküzleri köye doğru.

Velhasılı Kuru Kamil tekerleğin altında değil, tam otuz beş sene sonra, bir yolcu otobüsünde şoförlük yaparken, bir kavşak dönüşünde, muhtemelen gün batarken yabancı plakalı bir tırla çarpışıp can verdi. O gün, yani Kamil’in ölmediği gün, kulaklarından perde kalkmış dedemin. O ara sesim kulağına mızrak gibi saplanmış. Saplanmasıyla da arabayı durdurması bir olmuş. Sonrasında o rüzgar iyi şeylerin de kötü şeylerin de arifesinde hep esti. Alnıma bir kaşıntı, elime bir yazı bırakıp gitti.

Burada ki rüzgar da hızlandı sanki. Hadi hayırlısı.

Tam herkes örtüsünü sermiş, bacakları ağrıyan yaşlı teyzeler kırma sandalyelerine ancak kurulup sırtlarına yastığı koymuşlar iken, sekizinci kez okunan Yasin suresinin tam seksen ikinci ayeti bitmek üzereyken ve o enfes yiyecekler örtülerin üzerinde teker teker yerini almışken, yani her şey son derece normal ve yolundayken, tepelerden aşağı doğru öyle güçlü bir rüzgar esip geçti ki; yerlere serilen örtüler havalanıp yiyeceklerin üzerine kapaklandı. Hoparlörden gelen Kuran sesi cızırdayarak, çok kısa bir an da olsa kesildi. Kadınlar başlarının üstüne dokunarak örtülerinin uçmasına engellemeye çalıştılar. Bir anlığına herkes birbirine baktı. Her şeyin normal olduğundan emin olmak için insanlar önce birbirlerine bakarlar. Ve genelde işler yolunda gitsin-gitmesin sağduyu hakimdir bakışlara. Fakat o sağduyu kendini bilir. İşler yolunda değildir. Her neyse.

Çok geçmeden az önceki rüzgardan çok daha şiddetlisi esti bu kez. Sararıp cansızlaşan bütün yapraklar dallarından kopup havada uçuşmaya başladı. Yağmur yağacak desem, hayır. Günlerdir saat saat gün içindeki ısı durumu konuşulmuştu. Bugün yağmur yağmayacaktı. Yağmadı da. Fakat yavaş yavaş tepelerden aşağı inen sisi gördüklerinde insanların yüzü değişti. Gafil avlanmış olduklarını düşündüler. Sisle ilgili öyle çok hikâye dinlemişlerdi ki, yarısı gerçek yarısı efsane olan hikâyelerin en olmaz olasıca kısımlarını hatırladılar. Olmamış bir hikâyenin olasılığından duyulan evhamla ayaklandı herkes. Sis, rüzgarla, soğukla, yukarılardan bulduğu her türlü kehaneti toplayarak usul usul donanımlı bir ordu gibi iniyordu. Ve karmaşa başladı. Toparlanmaya vakit yoktu. Her şeyi olduğu gibi bıraktılar. Her yerden, bütün ağaç aralıklarından, bilinen kestirme yollardan, en hızlı nasıl olacaksa işte, uzaklaşmaya çalıştılar. Biz mi? Biz de elbette. Herkes gibi. Fakat bizimki biraz, nasıl söyleyeyim? Kaçamayacağımız şekilde hızla inen bir şeyden, çokta uzaklaşamayacağımızı biliyor gibiydik. Fakat yine de hızlı hareket etmeye çalışıyorduk. Biraz çetrefilli bir duygu durumu. Belki de bana öyle geldi bilmiyorum. Yapraklı yoldan çıkarak patika yoldan aşağı doğru inmenin en mantıklısı olacağı düşünüldü. Kriz zamanlarında genelde sesli düşünülür. Böylece yolumuzu kaybetmiş olmayacaktık.

 Arkama dönüp baktığımda sisin içinden koşarak gelen uzun boylu bir gölgenin bana doğru yaklaştığını gördüm.
Arkama dönüp baktığımda sisin içinden koşarak gelen uzun boylu bir gölgenin bana doğru yaklaştığını gördüm.

Patika yola çıktığımızda sadece yüz metre kalmıştı aramızda. Arkama dönüp baktığımda sisin içinden koşarak gelen uzun boylu bir gölgenin bana doğru yaklaştığını gördüm. Ne yalan söyleyeyim o anda tüylerim ürperdi. Neler oluyor ya, demeye kalmadan sisin içinden bizim Özcan koşarak çıkmasın mı? Elinde tahta kaşık. Savuruyordu yine. Etrafımda birkaç tur dönüp; “Korktun mu? Korktun dimi? Üşürsün böyle. Korkma. Üşürsün...” diyerek halay başıymış gibi pürneşe, sekerek bayır aşağı koşup gözden kayboldu. Özcan’ın arkasından bakarken, sisin üzerimizden geçtiğini hissettik. Bazıları tam o anda gözlerini kapattı. Sonra açarken rüyadan uyanır gibi, alıştıra alıştıra açtılar gözkapaklarını. Başka bir yerde uyanmaktan korkar gibi. Ya da ne biliyim elinin ayağının yer değiştirmesinden, ya da gözünü açtığında binlerce parlak gözle karşılaşmaktan falan... Esasında evet, şöyle bir bakınca, etraf bir hayli değişmişti. Her şeyin üzerinden boz bir fırça geçmiş ve her şey korku filmi dekoruna dönüşmüştü sanki. Patika yol, üzerinde biz, uzayıp giden tarlalar, sonra, en yakınımızdaki boş tarlanın tam ortasında duran saçaklı kollarıyla orta boy bir ağaç. Fakat hepimizin elleri ve ayakları yerli yerindeydi en azından. Sıra kımıldamaya geldiğinde çekimser vücutlar sisin içinde hareket etmenin bir şeyleri, mesela bir grup yarasayı uyandırabileceğini düşünerek, dikkatle kımıldadı.

“Tepelerden aşağılara, demek ki buymuş! Tepelerden aşağılara ha!” diyerek mırıldanıyor, kendi kendime gülümsüyordum. Orada bulunan insanların tekmili birden dönüp bana baktı. Daha yüksek sesle söyledim. Rahatlamıştım. Elimi ağzımın kenarına yaslayarak bağırdım; “Tepelerden aşşağılaraaa!!!!” Manyak mısın deli oğlan. Boz bulanık her yer zaten. İnlere cinlere gün doğmuş ettiğin iş değil sus! Töbe estağfurullah.” Yine de bağırmam hoşlarına gitmişti. Gülümsediler. Onlar gülümseyince patika biraz daha genişledi. Sis biraz daha incelip açılmaya başladı sanki. Kıvrılarak aşağılara uzanan patika güzergahı seçilebiliyordu. Yol kenarındaki böğürtlen çalılıkları da... Biraz dikkat edince kara kara böğürtlenler bile görülüyordu. Uzanıp kopardım birkaç tane. Sonra diğerleri de uzanıp kopardılar. Boz bir sisin içinde mor parmaklı insanlar olarak usul usul yürümeye devam ettik.

“Şimdi biz böyle, şu böğürtlen çalıları gibi dizilmiş yürüyorken, karşı tepelerden biri bizi görse, ordan bakınca en fazla kımıl kımıl bir gölgeyizdir di mi?” dedim. “Gölgeyizdir,” dediler. Yapacak daha iyi bir işleri olsaydı dinlemeyeceklerini biliyordum. Fakat şimdi benden iyisini bulamazlardı. Sesimi efsunlu bir şekilde kısarak, tane tane dedim ki; “Belki de şahane bir hikâyeye dönüşmek üzere olan kişilerizdir.” “Deme ya bak sen şu işe. Efsane olacağız desene” deyip gülüştüler. “Düşünsenize!” dedim. “Bizi uzaktan biri görse sisten kaçtığımızı ne bilecek. Hikâyesini gördüğü gibi değil, sandığı gibi kuracak. Sonra anlatacak eşine dostuna. Onlarda başkalarına derken, bir de bakmışsın biz ejderhaya dönüşmüşüz. Ağzından sis ve ateş püskürten kara bir ejderhaya. “Eeee sonra?” “Sonra, her hafta götürüp süt sattığın adam erenler meydanında karşına geçer sana o ejderhalı hikayeyi anlatır. Hiç der misin, o hikayenin içinde ben de vardım diye. Diyemezsin. Nerden bileceksin de diyeceksin. Sen hangi hikâyeye karıştığını nerden bileceksin. Bilemezsin. Kimse bilemez.”

Ben, bildiğin sise konuşuyordum şu an. Sise! Kimseye değil, sadece sise! Kulaklarını kabarttıkları tek şey, kirpilerin üzerinden geçerken çıtırdattığı kuru dallar, tepemizden uçup giden kuşların çıkardığı türlü kılıktaki ötüşleriydi. Aslında gözümden kaçmadı, flu da olsa az çok seçilen uzaklara bakıp birinin gerçekten orada olup olmadığına emin olmak istediler.

Patikadan aşağı, tek sıra halinde yürümeye devam ettik. Vızır vızır geçen arabaların sesini duyuncaya kadar yürüdük. Otobandan geçince arkası bizim köydü zaten. Sis ise evinden çok uzaklaşmasına izin verilmemiş çocuk gibi geri dönmüştü. Geç olmadan dağların sinesine geri çekilmişti.