Üç Duruşluk Dünya

Yaşlı adam, güneş son ışıklarını da eteğine toplayıp gittiğinde derin bir nefes koy verdi.
Yaşlı adam, güneş son ışıklarını da eteğine toplayıp gittiğinde derin bir nefes koy verdi.

Güven abi, adam susunca tek kaşını kaldırdı, “Demek Samet sensin ha, bey amca!” diye hayretini belli etti. Yaşlı adam mahcup olmuş gibi bir an Güven abiye baktı, daha fazla bir şey demesine fırsat vermeden anlatmaya kaldığı yerden devam etti, ne de olsa ömrü boyunca yaptığı en iyi şey konuşmak olmuştu.

Bulutlar Cebrail’in kanatları gibi yayılmış gökyüzüne, altındaki köprü aralarındaki ipi sallamaya hazırlanan muzip çocukların tatlı heyecanını yaşıyor, siluet bozanları yüzlerce irili ufaklı boncuktan oluşmuş bir gerdanlık gibi dizilmiş boğaza. Anlayacağınız atmosfer on numara, yine iyi poz vermiş İstanbul. Güven abi buna kayıtsız kalamaz. Kayıtsız kalamayacağı şeylerden biri sade soda, diğeri ise poz vermektir. İyi bir duruş dünyayı yerinden oynatır, der Güven abi.

Manzarayı görür görmez kafasını şöyle azıcık geriye attı, üst dişlerini yayarak dünyaya sevgi dolu bir Bob Marley gülüşü gönderdi, Güven abinin güne başlama rutiniydi bu, “Gülersen dünya da seninle güler…” şeysiydi yaptığı. Eskilerin tabiriyle jilet gibi, şimdikilerin tabiri ile prezantabl bir adamdı. Satılan her şeyin danışmanlığını yapabildiği için bir firmada satış danışmanı olarak çalışıyordu Güven abi. Her gün işe metroyla giderdi, hâlbuki otobüse binse yarım saat kârdaydı, en iyi duruşu metroda verdiğine kanaat getirmişti. Ayaktayken bir ayağını şemsiye sopası gibi kasar, diğeri ile eklem yerinden narin bir kıvrım verirdi, daima tutamağı sol elle tutar, sağ elinde ise cep telefonu olurdu; haber okuma pozuydu bu. Akşam dönerken ise tüm gün çok çalıştım pozu takınırdı, çenesini havaya kaldırır, gözleri yarı açık, tüm ağırlığını tutamağı tutan koluna vermiş gibi dururdu.

Güven abi o sabah metroya inen merdivenlerin başına gelmişti ki birinin ona seslendiğini duydu. Merdivenlerin hemen ilerisindeki banka oturmuş takım elbiseli yaşlı bir adam “Güven!” diye bağırıyordu. Dikkatlice baktı adama Güven abi, ama adam Güven abinin bakışlarını umursamadan insan kusan çıkışa doğru bakıp bir daha bağırdı. Güven abi o zaman kendisine seslenilmediğini anladı ve yoluna devam etti. Ama içinde adamın kime seslendiğini soran bir merak kurtçuğu belirdi. Öyle çok sık rastlanan bir isim değildi onunkisi. Bu merak metroda duruşunu bile etkilemiş, kazık gibi dik duran ayağının kaykılmasına neden olmuştu, Güven abi bunu fark ettiğinde duruma çok bozuldu. O yaşına kadar neler yaşamıştı da bir an bile duruşu bozulmamıştı.

Ertesi sabah yine metro çıkışındaki kusmuğa karışmışken aynı adamın bu sefer “Ömür!” diye bağırdığını duydu. Dönüp baktı adama, başka dönüp bakan var mı diye etrafını da kolaçan etti. Kendi gibi garipser bakışlarla adamı süzen bir iki kişi dönmüş bakıyordu, biri ihtiyarla diyalog kurmaya bile kalktı, ama adam ona aldırış etmeden girişe doğru yineledi çağrısını. Güven abi kafasında beliren ikinci bir kurtçukla yoluna devam etti.

Üçüncü gün “Rahmi!” diye bağırıyordu adam, dördüncü gün “Şehit!” diye bağırdı, bu kitlesel bir dürtü oluşturmuş olacak ki birçok kişi istemsizce döndü, ama çoğu metro müdavimi bu tuhaf yaşlı adamın gürültüsüne alıştıklarından yollarına devam etti. Cuma günü ise “Nur” diye zikrine devam etti. Hafta sonu ise Güven abi kendini tutamamış adamın ne söyleyeceğini duymak için metro çıkışına gitmiş “Samet” ve “Ayşe” diye bağırdığını duymuştu. Bu bir döngü olarak her hafta devam etmeye başladı. Güven abi gibi birçok kimsenin dikkatini çekmiş olsa da her gün oradan gelip geçenler adamın çığırtkanlığına alışmışlardı, bu durum Güven abi için geçerli değildi. O kadar kafasına takılmıştı ki, ha bire duruşunu kaçırıp duruyordu, böyle olunca agresifleşiyor, agresifleşince hiçbir şeye odaklanamıyordu.

TAK!

Bu durum iki haftadan sonra Güven abinin canına tak etti.

Pazartesi işten izin alarak, adam “Güven!” diye seslenir seslenmez karşısına dikildi. İhtiyar onu görmüyor gibiydi, Güven abi tam karşısına dikildiğinde yana kayıyor girişe doğru zikrine devam ediyordu. Defalarca adama seslenmesine rağmen ihtiyar oralı bile olmadı, bunu tahmin etmişti Güven abi, hiçbir şey olmamış gibi adamın yanına oturdu, telefonunu çıkardı, tivitırı açtı, bir kaç tiviti kalpledi, bir kaçını okladı, feyste beğenilerde bulundu, yanında getirdiği sodaları içti, elinde telefon, adamın sesi eşliğinde öylece beklemeye koyuldu. Adam şaşırtıcı bir sabır ve inatla metroya doğru serzenişine devam edip durdu.

Yaşlı adam, güneş son ışıklarını da eteğine toplayıp gittiğinde derin bir nefes koy verdi. Güven abi hazırlıksız yakalanmıştı, adamın birdenbire susacağını beklemiyordu. Adam başını önüne eğmiş öylece avucunun içine bakarken “Benim adım Güven,” diyerek tanıttı kendini. Adam bunu duymayı bekliyormuş gibi birden canlandı, Güven abiyi sanki o an fark ediyormuş gibi tuhaf bakışlarla süzdü. Güven abi ise adamın bakışlarına aldırmadan patavatsızca sordu sorusunu “Derdin nedir bey amca?” Oldu olası bir ihtiyara “bey amca” demek istemiştir. Masum hevesleri vardır Güven abinin, bir başka masum hevesi ise uçabilmektir.

İhtiyarın buruşuk yüzünü acı bir gülümseme çirkinleştirdi, “Sen de hikâyeleri bilmek isteyenlerden misin?” diye sordu. Bu gizemli soruya hemen tav oldu Güven abi. “Öğrendikleri insanın içinde yaşar evlat,” dedi ihtiyar. Bey amca ona “evlat” diye seslenince daha da havaya girdi Güven abi. Tüm dikkatim sende duruşu takındı. Adam sanki her gün bunu yapıyormuş gibi gözlerini yumdu ve anlatmaya başladı.

“Tahtaların üzerine yazılmış isimler vardı. Her şey bu yazıları okumamla başladı.”

Güven abi gözlerini kısıp ceketinin yakalarını kaldırarak şüphe uyandırmama duruşuna geçti. Ve ihtiyar adam, Güven abiye Ömür’ün hikâyesini anlatmaya koyuldu.

Ömür’ün Zamansız Anlatılan Hikâyesi;

Hiçbir şeye zamanında yetişemeyen biriydi Ömür. Kendi doğumunda başlamıştı bu, doğumuna bile yetişememiş, geç kaldığı için doktor, annesinin karnını keserek almıştı onu. Yaşıtlarından hep gerideydi, ne yaparsa yapsın onlara hem bilgi hem de gelişim bakımından yetişemiyordu. Bu yüzden bir sene sınıf tekrarı yaptı. Bu tekrar onu her şeye geciktirdi. Üniversite sınavına zamanında yetişemediği için liseden sonra okumadı. Askere bile kendi devreleriyle gidemedi. Bir markette reyon görevlisi olarak çalışmaya başladı ve hiçbir zaman tam saatinde işinin başında olamadı. Bunu, patronu sorun yapmıyordu, çünkü paydos saatine de zamanında yetişemiyordu Ömür, marketten en son çıkan hep o oluyordu.

Hiç saat kullanmadı Ömür. Biliyordu, ne yaparsa yapsın doğumundaki rötardan oluşan zaman farkını kapatamayacaktı. Belki öldüğünde mahsuplaşabilecekti ama yine bir problem çıkıyordu, bunun için tam zamanında ölmeliydi. İçindeki bu zamansızlık onun ömür törpüsü oldu. Kıdemli bir reyon görevlisi olarak yaşlandı ve bekleneceği gibi ölümüne de zamanında yetişemedi. Beyin ölümü gerçekleşse de kalbi buna inanmadı. Kalbi durduğunda ise aylardır yoğun bakımda yatak işgal eden Ömür’ü hemen defnettiler. Hâlbuki akrabaları aylar evvelinden mezarını hazırlamış, Ömür’ün ölümü uzayınca boş mezara başkasını gömmüşlerdi. Son gecikmesi de mezarına olmuştu.

Yaşlı adam uzun süre sustu. “Sıra Rahmi’de,” diye mırıldandı ve anlatmaya devam etti.

Rahmi Efendi’nin Yarım Kalan Hikâyesi;

Her şeyi yarımdı Rahmi’nin. Soyadı Efendi idi, ama kimse ona Rahmi Efendi diye seslenmedi ömrü boyunca, hâlbuki çok yakışırdı, söyleyenin diline, duyanın kulağına. Rahmi bunu içten içe de isterdi. Bu yüzden hep eksik yaşadı duygularını. Tamamlanmamış bir gururu vardı. Yemeğe başlarken “Bismillah…” der gerisini getiremezdi. Umreye gitti hacca gidemedi, herkes ona yarım hacı diye seslenirdi. Gece yarısı ansızın uyanırdı, uykusu yarım kalırdı. Gündüzde öğle namazından sonra küt diye uyurdu, bu seferde uyanıklığı yarım kalırdı. Rahmi evlendi, bir türlü çocukları olmayınca karısı onu terk etti. Evliliği de yarım yaşadı. Bazen darlanır, kendi yarım yamalak hayatından başlar, insanları, savaşları, ümmetin çektiği sıkıntıları düşünür hıçkırıklara boğulurdu ama tek gözünden yaş gelirdi, ağlaması bile yarım kalırdı. Bir gün işinden istifa edip ortadan kayboldu Rahmi, kimse ne olduğunu bilemedi, bu yüzden hikâyesi de yarım kaldı.

Hikâye boyunca nefesini tutuyormuş gibi hepsinin sonunda soluklanmak için uzun süre susuyordu ihtiyar. Bu süre zarfında Güven abi pozunu hiç bozmuyordu.

Şehit’in Mağduriyet Hikâyesi;

Gerçek adını bilmiyorum, herkes ona Şehit derdi. Abisi doğuda şehit düşünce devlet onu memur olarak yerleştirmişti çalıştığı kuruma, evrak getirip götürürdü. Hiç evlenmedi, bulduğu her fırsatta düşüp kalktı, düşmek için bir daha kalktı. Akşam mesaiden sonra kendini türkü bara atardı. Demini alıp ağzı gevşeyince “Var mı lan benden daha mağdur,” diye çığırır “Ağbim, dağ gibi ağbim sizin için can verdi lan şerefsizler!” diye sağa sola sataşırdı, tıpkı iş yerindekiler gibi müdavimi olduğu türkü bardakiler de kendince halden anlar görünür, onun sataşmalarına göz yumar, böylece onu teselli ettiklerini sanırlardı. Ama Şehit hıncını alamazdı, içini yırtan bir pençe vardı. Her ne olursa olsun huzur bulamazdı, bir türlü can veremeyen bir buzağı gibi hissederdi kendini; boğazlanan, tekrar boğazlanan, tekrar, tekrar… Bu hep böyle gitmedi, bir gün çalıştığı kurumda bir abisi polisken, diğeri de 15 Temmuz’da şehit olan biri işe başlayıncaya dek sürdü, tutunduğu tüm dallar kırıldı. Yenildi. O günden sonra ne türkü bara gitti, ne de işe. Bir hafta sonra öldüğü haberi geldi. Kendini asmıştı.

Güven abi başını öne eğdi, sessizliği saydı… İhtiyar nefesini koy verip devam etti.

Nur’un Renksiz Hikâyesi;

Nur, annesinin mavi kanı gömleğini lekelediğinde sekiz yaşındaydı. Suriyeliydi. Renk körüydü, tıpkı akrepler gibi. Bombalardan, gece son sürat kayan yıldızlara benzeyen izli mermilerden, kısaca sonu ölüm olan her şeyden kaçıp, babası ve iki erkek kardeşiyle Türkiye’ye sığınmışlardı. Sığınmış ama sığamamışlardı diğer mültecilerle birlikte yaşadıkları kampa, önce zaman durmuştu onlar için. En zoru da gecelerin bir türlü bitmemesiydi, ufak bir seste uyanıyordu. Babası ise hep uyanıktı, adamın içinde bitip tükenmek bilmeyen bir hareket etme isteği vardı. Bu kaçmaktan daha başka türlü bir şeydi, durma korkusuydu. Babası kafasına koymuştu, Yunanistan’a geçebilmek için elinde avucunda kalan son parayı da kaçakçılara verdi.

Nur, İzmir’den bir bota bindiğinde on bir yaşındaydı. Dalgalar botu alabora ettiğinde önce kardeşlerinin, sonra da babasının mavi dalgalar içinde yittiğini gördü. Her nasıl olduysa botu çevreleyen halata tutunabilmişti Nur. Can yelekleri içinde ipsiz kuklalar gibi denizin hareketiyle savrulan insanları gördüğünde, o an sıkı sıkıya tutunduğu halatın ucunda büyüdüğünü hissetti, onca ölüm görmesine rağmen ölümün ne olduğunu tam olarak orada anladı ve soğuktan uyuşan eli gevşedi. Annesinin kanı gibi masmavi denizin içinde babası ve kardeşlerinin peşi sıra gidip onlara yetişti. İntihar etmemişti Nur, kabullenmişti sadece, kendisini ateşten çemberin içinde bulan bir akrep gibi.

İhtiyar, ceket cebinden çıkardığı kenarları işlemeli bir mendille yanaklarını kuruladı, sonra da tuhaf tuhaf mendiline baktı, sildiği gözyaşlarının gerçek olup olmadığını teyit edermiş gibi.

Ayşe’nin Dehşet ve Huzur içeren Hikâyesi;

Ayşe’nin dedesi karların üzerine yüzükoyun serildiğinde sakalları ile kar arasındaki çizgi kaybolmuş, yeri kar değil de dedesinin sakalları kaplıyormuş gibi görünmüştü gözüne. Dedesinin hatırladığı son hali bu olunca o günden sonra karın üzerinde yürümek tuhaf gelmişti. Dedesinin sakalına basıyormuş gibi hissediyordu. Bir gün Ayşe daha küçük bir kızken dedesi ile kardan adam yapmak için bahçeye çıkmışlardı. Bu yeni âdetleri anlamıyordu ihtiyar, ama torununu da kırmak istemiyordu. Ayşe dedesinin elini sabırsızlıkla çekiştirirken, önce bir ah çekerek inlemişti dedesi, kaba nasırlı eli aniden toprağından sıyrılmış bir kök gibi çocuğun elinden kurtulmuş ve göğsünü tutuvermişti. Küçük kız dehşete kapılmıştı, ne olup bittiğini anlayamıyordu. İhtiyar, eli göğsünde yere yığılmıştı.

Korku ve huzur bir çarkın iki ucu gibi yaşlı adamın yüzünde yer değiştirmiş, önce korku uğramış sonra da huzur gelip ev sahibi gibi oturmuştu ihtiyarın yüzüne. Ayşe o günden sonra sadece karda yürümekte zorlanmadı, her cümlesinden sonra yüzü önce dehşetle çarpılıyor muhatabı ne olduğunu anlamadan huzur yetişiyordu mimiklerine. Bu tik çocukluğundaki o kısacık andan kalan bir yadigârdı. Ayşe’nin hayatında bundan başka anlatmaya değer bir şey yok, ölümü dışında. Ayşe karlı bir günde, dedesinin öldüğü yaşta öldü. Kar yerde yükselmeye başlayınca kendini dışarı attı, bunu ne torunları ne de çocukları engelleyebildi. Son nefesini vermeden önce kelime-i şehadet getirdi, bu son sözü oldu, çark son defa döndü, korkuyu es geçip huzurda durdu, onu görenler Ayşe için dünyanın en mesut ölüsü benzetmesini yaptı.

İhtiyar susunca parmağıyla havada görünmez bir çarkı çeviriyormuş gibi daire çizdi “Geldik çevireceğimiz son çarka,” dedi ve devam etti.

Samet’in Bitmek Bilmeyen Hikâyesi;

Samet sizi arayıp da artık konuşacak bir şey kalmadığında bile bir türlü telefonu kapatmak bilmeyen insanlardandı. O aradığı için hadi görüşürüz kabilinden cümleyi ayıp olacağı düşüncesiyle dilinizin ucuna gelmesine rağmen söyleyemezdiniz. Yağ gibi üste çıkmaz, su gibi dibe çökerdi. Her şeyi alttan alan biriyle uğraşmak daha zordur. Söz konusu Samet ise bu daha da zorlaşır. Çünkü Samet’in hep mahzun bir duruşu vardı. Onunla mukabele etmeden duramazsınız. Konuşacak kimse yoksa telefona sarılır Samet, kimse telefonunu açmazsa birileriyle tanışmak içi en yakınında o an kim varsa hemen bir bahane bulur ve anlatmaya başlar. Bazen bu kimse ufak bir çocuk, bazen de pazar torbalarını taşımakta güçlük çeken yaşlı bir nine olur.

Samet bu yüzden uzun yıllar büyük bir şirketin müşteri hizmetleri servisinde çalıştı, çoğu zaman malum sebepten ötürü gece mesailerine bile kaldı. Ama tüm bunlar Samet’e yetmedi. Niye Samet bunu yapar kimse bilmez. Ama ben biliyorum. Kendisiyle baş başa kalmaktan korkar. Çünkü yalnız kaldığında kendiyle konuşmaya başlayacağını bilir, o zaman kendisini tıpkı karısı gibi çocuğunun ölümünden sorumlu tutacağını da. Konuşmaktan, yeni emekleyen oğlunun su dolu kovaya düştüğünü görememiş, oğlu boğularak can vermiştir. Karısı Samet’i saatlerdir kucağındaki ölü olan çocuğuyla konuşur halde bulur. Sonra her şey çığırından çıkar ve hiçbir şey eskisi gibi olmaz. Kısacası pek çok kişi gibi gerçeklerden kaçar Samet, ama gidiş yolu farklı olduğu için herkes onu tuhaf diye niteler. Şimdi bile kim bilir neler anlatıyordur hiç tanımadığı birine.

Güven abi, adam susunca tek kaşını kaldırdı, “Demek Samet sensin ha, bey amca!” diye hayretini belli etti. Yaşlı adam mahcup olmuş gibi bir an Güven abiye baktı, daha fazla bir şey demesine fırsat vermeden anlatmaya kaldığı yerden devam etti, ne de olsa ömrü boyunca yaptığı en iyi şey konuşmak olmuştu.

“Ben hep çocukları bahçelere gömdüklerini sanırdım,” dedi, iç çekti,

  • “Böyle iri meyvelerle dalları eğilmiş ağaçların, çeşit çeşit çiçeklerin olduğu rengârenk bahçelere. Ama belediye mezarlığı denen tabiri caizse ruhsuz bir mezarlığa gömmeye çalıştılar oğlumu. İzin vermedim, direndim ve bahçelerden bahsettim onlara, kimse beni anlamadı. Elimde bir valiz büyüklüğündeki, oğlumu içine koydukları tabut görünümlü karton kutuyla deli gibi koşturdum mezarlıkta. Başka çocuk mezarları görene kadar hiç durmadım. Çoğu isim verecek kadar bile uzun yaşamadığı için başındaki tahtalara numara yazılmıştı, bazılarına ise yaşasaydı ailesinin koymayı düşündüğü isimler kazınmıştı. Bir tanesinin mezar tahtasında isminin önüne Şehit diye yazmışlardı, kim bilir neden ismini kazıyıp silmişlerdi. Bir başkasın da Ömür yazıyordu. Bir diğerinde kendi ismimi gördüm.
  • Sonra diğerlerini... Sınıra bezeyen tel çitlerle ayrılmış bir yerde Suriyeliler için bir mezarlık bile vardı. Nur’un ismini orada okudum. Peşimdeki mezarlık görevlileri ile bir saate yakın süren kovalamacaya rağmen karım oğlumuzun mezarı başından ayrılmamıştı. Sonunda başladığım noktada pes ettim. Karımın ayakları dibine yığıldım. Soluk soluğa kalmama rağmen çocukların ismini art arda sayıklayıp duruyordum. En acısı da oğlumun adını mezar tahtasında görmek oldu. Karımın el yazısını tanıdım. Oğlu için yaptığı son şey adını bir tahtaya kazımak olmuştu. Ömrümde ilk defa o kadar uzun süre sustum. Sonra oğlumuzu defnedip evimize döndük. Karım o günden sonra tek bir kelime bile konuşmadı benle. Böyle çıkarıyordu hıncını benden, susarak.
  • Emekli oluncaya kadar gündüzleri işte, akşamları ise tanıdığım tanımadığım insanlarla hiç susmadan konuştum. Emekli olduktan sonra her şey daha beter oldu. Tüm gün nerede bir kalabalık var oraya sığınıyordum. Çocukların isimlerini tekrar edip duruyordum, tutamıyordum kendimi. Sonra insanlar bana ya kendi ya da zikrettiğim isimlerin hikâyelerini anlatmaya başladı, onlara seslendiklerimi sanıyorlardı, böylece okuduğum altı isme ait birçok hikâye öğrendim ve benden dinlemeye kabul eden herkese anlattım, her gün, her gün, her gün… Yalnızca tek bir isim kalmıştı hikâyesi eksik olan, mezar tahtasında okuduğum son isim…”

Güven abi çoktan pozunu takınmıştı. Her şey aydınlandı duruşuydu bu. Yaşlı adamın durakladığı yerde taşı gediğine oturttu. “Oğlunun ismi… Güven,” dedi.

“Güven,” dedi ihtiyar, sıcaktan dili yanmış biri gibi iyice buruştu suratı, ağlayamayınca insanın gözleri acır ya, öyle duruyordu bey amca. “Güven’in hikâyesini de benim anlatmam gerekmiş demek ki?” dedi Güven abi olgun birine yakışır bir ses tonuyla ve ihtiyara kendi hikâyesini, onun tarzıyla anlatmaya koyuldu.

Güven’in Duruşlu Hikâyesi;

Güven çokça hayal dünyasında yaşayan bir çocukken, oğlunun bu gidişine dertlenen babası bir gün onu karşısına alıp hayatın acı yanları olduğunu söyledi ve uzunca bir nutuktan sonra hayatta bir duruşun olsun diye bitirdi sözünü. Babası fikir anlamında bunu dile getirmişti ama Güven bunu fiziksel bir şey olarak algıladı. Güven’in birçok duruşu vardı, hüzünlendiği zaman Çiko gibi bakardı, dehşete düştüğünde ellerini yanaklarına koyup Munch’un Çığlık tablosuna benzetirdi duruşunu, işi yolunda gitmedi mi Ofsayt Osman olurdu, düşüneceği zaman Düşünen Adam heykeline benzerdi, bunun gibi bir sürü özel ve genel duruş edinmişti.

Anlayacağınız bu üç duruşluk dünyada dura dura bu günlerine geldi Güven. Herkes ona tuhaf derdi, buna içerlemez bundan da bir duruş çıkarmasını bilirdi. Yine de Güven çok sevilirdi, çünkü herkese uyan bir duruşu vardı, çocukla çocuk, yetişkinle yetişkin olurdu. İnsanlar yanından akıp gider o hayatta bir duruşa sahip olmayanlar için üzülürdü. Asla kendini yalnız hissetmezdi, asıl yalnız olanlar diğerleriydi, sevmek için çabalamaları, mutlu olmak için didişmeleri gerekirken Güven bunu tek bir duruşla yapabilirdi. İyi bir duruş dünyayı yerinden oynatırdı, zulmün karşısında itiraz için havaya kalkan tek bir parmak gibi. İşte buna inanırdı Güven. Her şey bir duruş meselesiydi. Babası aksini iddia etse de Güven bu duruş meselesini tam yerinden anlamıştı.

Önce ışıklar yandı, sonra film bitti… “Hepsi bu, bey amca,” dedi Güven abi. İhtiyarla beraber sessizce etrafa bakındılar. Bir türlü azalmayan insanlar arasından ihtiyar yüzlere, Güven abi ise duruşlara dikkat etti.

Yatsı okunurken yaşlı bir kadın geldi adamın yanına, onu gördüğünde gündüzden unuttuğu çantasını bulan birinin ferahlığı oturdu yüzüne. İhtiyar, Güven abiye veda ederken sanki ona dünyaları bahşetmiş gibi minnetle elini sıktı ve “Sağ ol,” dedi “Çok sağ ol.” Yaşlı kadın tek kelime etmeden adamı alıp gitti. Bir daha adamı göremeyeceğini biliyordu Güven abi. Deliliğini tamamladığı için belki de gerek kalmayacaktı sayıklamalara.

Güven abi ihtiyar çiftin ardından son bir kez daha baktı, onlar görmese de arkalarından en fiyakalısından bir Turist Ömer selamı verip yıldızlı göğe doğru uçtu.