Uçan Adam

Ooo, demek bir konsil daha! Yirmi birinci yüzyıl Taksim konsili.
Ooo, demek bir konsil daha! Yirmi birinci yüzyıl Taksim konsili.

Allah’ım sen aklıma mukayyet ol! Kimse “Bu adam üç metre yükseklikte havada nasıl asılı duruyor?” diye sormayacak mı? Sağ yanımdaki teyzelerden biri “Süleyman’nın tahtını götürenler mi getirdi bu adamı yoksa evladım,” dedi fısıldayarak. Bilmem ki teyzecim, hem ne tahtı ne Süleyman’ı, onları da karıştırma şimdi.

Efendimin emri üzerine geldiğim bu zamana ömrüm vefa ederse bir daha gelmek isterim.

Saçmalık! Nasıl olabilir? Allah’ım aklımı koru! Üç metre yükseklikte havada asılı bir adam! Hiçbir şey yok. Havada öylece asılı! Mümkün olabilir mi bu? Taksim. Galata yokuşunun başı. Altı otuz iki. Etraf kalabalık. Kimse ne yapacağını bilmiyor. Polis arabalarının sirenleri duyulmaya başladı. Kalabalığı aşıp alana ulaşmaları pek kolay olmayacak. Nasıl olduğuna bir türlü anlam veremiyorum. Kafası önüne eğik kolları iki yana doğru açılmış beyazlar içinde bir adam. Beyaz ten, kumral saç, boynunu kapatacak uzunlukta bir sakal. El ve ayaklar yıpranmış hatta garip bir şekilde gölge gölge siyah lekeler var. Kırklı yaşlarda biri olmalı. Gördüğüm kadarıyla bir yara izi yok. Yaşıyor olabilir mi?

“Yarım saattir buradayım hiç kıpırdadığını görmedim,” dedi yanımdaki adam. Polis alanın etrafına emniyet şeridini çekmeye başladı. Kimse alandan uzaklaşmak istemiyor. Bir yandan fotoğraf çekip bir yandan da yakınlarını arıyorlar. Allah Allah!Papaz kıyafeti giymiş bir grup adam havada asılı adamın kendilerine verilmesinde ısrarcılar. İlk gören genç bir müezzin olmuş. Sabah namazı vakti camiye giderken birden karşısında gördüğünü, emin olamadığını ama yaklaştıkça yanılmadığını anladığını söylemiş. Şimdi hiçbir şey söylemeden öylece bakıyor. Tekrar sorulunca “Havada sizin gördüğünüz gibi asılı duruyordu, başka da bir şey bilmiyorum!” diyerek polisin yanından uzaklaştı. Polis anonsu yeniden duyuluyor. Kalabalık dağıtılmak istense de hiç kimse gitmeye niyetli değil anlaşılan. Kadın erkek çoluk çocuk hepsi meydanın hayretinin içinde olayın çözülmesini bekliyor. Kalabalığın arasında yeni mırıldanmalar işitiyorum.

— Ya oysa?

— Olabilir mi?

— Geldi demek.

— Niye buraya geldi peki? Gelse hem Kudüs’e gelmez miydi..? Akılları uçmuş bu insanların. Ne yani İsa peygamber mi şimdi? Taksim meydanına niye gelsin ki..? Mümkün olmayanı mucizeye yormak... Bilemeyiz ki! Hem belki mümkün, belki mucize...

— Ayakları da çok yıpranmış.

— Az çile çekmedi bizler için.

— Kafası eğik olmasa belki daha rahat tanırdık.

Allah’ım sen aklıma mukayyet ol! Kimse “Bu adam üç metre yükseklikte havada nasıl asılı duruyor?” diye sormayacak mı? Sağ yanımdaki teyzelerden biri “Süleyman’nın tahtını götürenler mi getirdi bu adamı yoksa evladım,” dedi fısıldayarak. Bilmem ki teyzecim, hem ne tahtı ne Süleyman’ı, onları da karıştırma şimdi. Polis şeridini aşmaya çalışan papaz efendiler bir yandan okumaya başladılar, bir yandan da “Bir an önce konsile gidilmeli! Bu iş çözülmeli, tarih buna şahitlik etmeli,” diye hararetli hararetli konuşuyorlar...

— “Başlangıçta O,Tanrı’yla birlikteydi. Her şey O’nun aracılığıyla var oldu, var olan hiçbir şey O’nsuz olmadı.

Efendimiz İsa! Logos! Tanrının kelimesi geri mi döndü yoksa!

— O zaman İnciller yeniden değerlendirilmeli, aramızdaysa eğer bunca kelimeye gerek var mı artık? Bir an önce Vatikan’a ulaşmalıyız, konsil için yer ve zaman belirlenmeli!

Ooo, demek bir konsil daha! Yirmi birinci yüzyıl Taksim konsili. Kendi kendime konuşmayı kesip etrafa bakınıyorum tekrar. Polis müdahale etmekte çekiniyor hâlâ. Sağlık görevlileri ve bilim adamlarının hazırlıklarını tamamlamaları bekleniyor. Ne olduğunun anlaşılması için her sahadan uzmana ihtiyaç olduğu kesin ama çözülüp çözülemeyeceği muamma.

Bilim adamları hazır nihayet. Hava dalgası ölçümlerinin yapılabilmesi için sessizliğin sağlanması gerektiğini belirtiyorlar. Papaz efendiler meydanı bırakacak gibi değil ama başka çareleri olmadığını kabullenmiş gibiler. Emniyet şeridi biraz daha genişletiliyor. Alanın açılması şart. Bir adam arabasından hayretle kafasını uzatmış: “Elon Musk’un Mars’a gönderdiği uzay aracından düşen adam olmasın sakın?” diye bağırıyor. Bilim adamlarının yaptığı ilk tespite göre 0,73 ısı farkıyla bir mekanik dalganın var olduğu tespit edildi. Göründüğü kadarıyla şimdilik müdahale etmek istemiyorlar. Yere indirmek için yapılması gereken ölçümlerin bir süre daha titizlikle devam etmesinin zorunlu olduğu söyleniyor. Alınacak tedbirler, çekim alanları arasındaki ince hesaplar, sessizliğin sağlanması... Bölgedeki hava akımına yanlış bir müdahalede bulunulursa atmosferik dengenin bozulabileceği iddia ediliyor.

— İnsanlığa olan aşkından canını feda etmişti. Tüm insanlığa büyük bir fedakarlıkta bulunmuş, hepimizi o ilk günahın karasından arındırmak istemişti. Şimdi sıra bizde, onu yalnız bırakmamalıyız.

— Haklısın. Baba beni niçin terk ettin, demişti. Eğer oysa... Bizi hiç terk etmeyen efendimizi biz nasıl terk ederiz? Yapamayız bunu, yapmamalıyız. Onunla kalmalıyız. Gerçi onu yaşatmadılar ya! Yaşatmadı insanlık! Bir gün bile!

Saat mefhumumu yitirdim. Ayaklarım hissiz. Bir şeyler yesem belki kendime gelirim. Hava iyiden iyiye kararmış, meydanın uğultusu da azalmaya başladı. Beklemekten sıkılanlar “İple tutturmuşlardır ya! Bak vardır bi numara bu işin içinde. Hadi gidelim biz. Hem kimse kim! Elbet indirirler aşağıya...” diyerek evlerinin yolunu tutuyor... Sabah görenleri dehşet ve merak içinde bırakan gizemli adam İstiklal’in “uçan sakini” olup çıkıyor, garipsenmiyor bile. Yürüyenler sokakta göz göze geldikleri herhangi biri gibi bakıp yollarına devam ediyorlar. Akış hızlanıyor, alışkanlık artıyor. Babaannem boşuna demiyormuş “İnsan her şeye alışır evladım,” diye...

Yine bir hareketlilik var. Sanırım nihayet bir karara vardılar. Bir aksilik olmaz ise yarım saat sonra yeryüzüne indireceklerini söylüyorlar. Bilim adamları alanın etrafına dört merdiveni bir kare oluşturacak şekilde yerleştirmiş. Ambulans hazır bekliyor. Dört bir yandan merdivenlere tırmanan bilim adamları kollarından tuttukları adamın ağırlığını hava akımıyla birlikte hesaplayamamış olacaklar ki birden dengelerini kaybettiler. Korkunun etkisiyle ilk etapta kendini geri çeken görevliler öne atılıp yardım etmek istediler. Hızla merdiveni tırmanıp, dengede durmalarına yardımcı oldular. Ekip, adamın kollarını yavaşça bedenine yaklaştırmaya başladı, ağırlık yer çekimine muhalif değil. Adımları çok yavaş. Önce sağlık görevlileri ardından bilim adamlarının kolları arasındaki uçan adam yere ayak basıyor.

İlk muayene yapılıyor. Adli tabibin “Bir yara izi var, muhtemelen çok zaman önce olmuş,” dediği duyuluyor. Hayatta değil. Kalbinin sağ alt köşesinde bir yara. Otopsi için sağlık görevlilerini sıkıştıran din adamları karar verilmeden morga konulmaması için ricada bulunuyorlar. Talepleri kabul edilmedi, işte şimdi sesler yükselmeye başlıyor. “Kim oluyorsunuz? Kendi topraklarınızdaki katilleri bile bulamıyorsunuz daha, hoş kim oldukları bellidir ya! Kesin radikal islamcılar yapmıştır! Kesin! Bir gün bile yaşatmadılar, bir gün bile! Tüm Avrupa’yı, gerekirse Amerika’yı ayağa kaldırırız onu bize vereceksiniz!” Sağlık ekipleri bu çıkışın karşısında neye uğradıklarını şaşırıyor, kısa bir sessizlikten sonra içlerinden biri “Niye öldürsünler! Bizim de peygamberimiz kardeşim! Delirmişsiniz siz!” diye çıkışıyor. Polis daha fazla uzamaması için müdahale ediyor. Gerekli talimatlar olmadan maktulün hiçbir şekilde kimseye verilemeyeceğini söylüyor başkomiser.

Öfkeli bir şekilde kenara çekiliyorlar, ceset sağlık ekipleri tarafından titizce morga götürülmek üzere kaldırılıyor. Kimse ne olduğunu anlayamadığı bu olaya bir anlam veremiyor. Olay yerinin bir kaç adım gerisinden duyulan bir cümle kulaktan kulağa yayılıyor. “Gelen İsa Peygamber ise kıyamet yaklaşmıştır...” Uğultular gittikçe artıyor, kimse sakin kalamıyor. Beklemek iyice endişelendiriyor kalabalığı. “Şimdi ne yapacağız! Ya gerçekten yaklaştıysa kıyamet!” diye söylene söylene hayretler içinde evlerine dağılıyorlar. Benim aklım “uçan sakin”de yine. Sabahtan beri aklımda dönüp duruyor. Nasıl oluyor da havada öylece asılı kalabiliyor? Nasıl!? Sanki bir cevap bulabilecekmişim gibi gözümü dikmiş, dikkatle bakmaya devam ediyorum. Görebildiğim tek şey ise: Gece ve ışıklar! Eve gidip kafamı toparlamam gerekli.

Merdivenleri bitirip kapıyı açar açmaz kendimi koltuğun üzerine atıyorum. Biraz olsun uyumak istiyorum, gözümü kapatıyorum. Hep aynı sahne! “Olabileceğine mi inanmıyorsun yoksa nasıl olduğunu mu merak ediyorsun...?” Be be ben... Uyandığımda saati on ikiye yaklaşıyor buldum. Uyuyabildiğimi pek sanmıyorum ya! Asıl ben sormalıydım “Üç metre yükseklikte nasıl duruyorsun öylece?” diye. Tövbe tövbe... İyice kafayı yemesem bari. Anlayamıyorum arkadaş! Bir tür boşluk mu asılı kaldığı yer? Ya da bildiğimiz mekânın dışında bir uzam mı? Ne! Öylece durmasının imkânı yok. Sürekli aynı şeyleri not almışım. Kalabalık... polisler... üç metre yükselik... farklı hava akımı... İsa mı değil mi? Herkes biliyor bunları! Yeni bir haber bile yok televizyonda.

Esrarengiz kişinin kim olduğu belirlenemiyor. Katoliklerin Türkiye’deki cemaat önderi, Papalık ile iletişime geçip naaşın incelenmesi için Vatikan’a gönderilmesini talep ederken Diyanet İşleri Başkanlığı halkı sağduyulu olmaya ve sakin davranmaya çağırıyor. Kıyametin kopacağından korkan halk Eyüp Sultan Camii’ne akın etti, geceyi orada geçirmek istedikleri bildiriliyor. Kalabalık Haliç’e kadar uzanmış vaziyette.

Hocam arkadaşlar Başbakanlığın garip bir açıklamada bulunduğunu söylüyor, size de okuyorum hemen: “Bizim topraklarımızda bulunan bir ölünün başka bir ülkeye verilmesi mümkün görülmüyor. Eğer bizi ikna edecek gerekçeleri var ise durum yeniden değerlendirilecektir.” Böyle bir açıklama ne demek oluyor hocam, verilebilir mi sizce gerekli şartlar sağlanırsa? Tabi ki verilemez. Öyle şey olur mu hiç! O bizim de peygamberimiz. Bu işler şaka değil, boşu boşuna mı konuşuyoruz sabahtan beri! Ne demek ikna edecek gerekçeleri varsa değerlendiririz! Yapılan açıklama son derece talihsiz, buradan seslenmek istiyorum. Hz. İsa bizim de peygamberimiz, yaptığınız açıklamayı kulaklarınız duysun!

American Astronomical Society’nin yaptığı açıklamaya göre bu olay, uzaylıların dünyalılar ile kurduğu ilk bağın bir neticesi olabilir fakat uzaylıların kullandığı seyahat dalgalarının bizim düşündüğümüzden daha karmaşık ve yavaş olması bu ihtimali zayıflatıyor. Eğer bu bağlantı gerçekse ve ölüm üzerinden kurulmuş ise insanlık tarihindeki ilk ölümü hatırlatarak bize şu mesajı veriyor olabilirler mi? “Uzaylılar ve insanlar kardeştir. Korkmayın!”

“Mars ve Jupiter dalgalarının birleşmesiyle bir geçiş yaşanmış olmalı, şuan aldığım haberler de bunu destekliyor,” diyen medyum K. stüdyoda büyük bir sessizliğe yol açtı. Açıklamalara karşı çıkan medyum S. ise iki gezegenin birleşmesiyle havada asılı kalınamayacağını, bilinmeyen bir başka gezegenin etkisiyle havada asılı adamın taşındığını iddia ediyor. “Fotoğraftaki adama odaklanalım birlikte. Gördüğünüz gibi arkasında hafif siyah karartılı bir ışık var. Işıklar bize başka varlıkların da onu taşıdığını gösteriyor. Kimler olduğunu açıkça söylememe gerek yok sanırım,” diyen medyum K. stüdyoda yeni bir tartışma daha başlattı. Havada asılı duran adamın sırrı ne? Gezegenlerin yardımıyla birlikte başka varlıklar tarafından taşınmış olabilir mi! Sorularımız yarın da devam edecek...

Bilim adamları zamanlar arası geçişin mümkün olabileceğini söylüyor. Belki de zamanın sırrının çözülmesi için bu bir fırsat. Cesedin üzerinde mekanik dalga ölçümleri yapılması mümkün olursa eğer zamanın şifresi çözülebilir mi? Birazdan hepsi kanal...

Zamanlar arası geçiş mümkün olabilir mi? Hiç sanmıyorum ama hareket varsa zaman var. Einstein enerjinin kütleye dönüşebileceğini, kütlenin de artmasıyla ışık hızına ulaşılabileceğini söylüyordu galiba... Işık hızına yetişilirse zaman yavaşlıyordu. Öyleyse benim dışımda akan zamana katılabilir miyim? Aman Allah’ım ben bunları nereden biliyorum. Hep o belgeseller yüzünden. Başka bir zamana katılmak... Çok saçma. Tek bir zaman ama parçalı mı yani... Dışımda, geride kalan bir zaman mı var? Gelecek... Bilmiyorum. Yaşanmadı. Amca eskilerden kesin. Hız ve zaman...Telefonun sesi de...

— Anne?

— Nerdesin oğlum sen?

— Evde...

— Hani yemeğe geliyordun?

— Unuttum ben onu ya. Çok acayip şeyler oldu anne bugün. Haberleri duymuşsundur.

— Biliyorum evladım biliyorum da... Çok bekledik ha geldi ha gelecek diye.

— Haklısın anne de duymuşsun sen de işte. Olaylar çok acayipti, benim de aklımdan çıkmış. Söz yarın gazeteden çıkar çıkmaz yanındayım.

— Göreceğiz bakalım.

Heh! Hız ve zaman demiştim. İkisi arasındaki çekim belki yolculuğu mümkün kılıyordur. Zamanlar arası geçiş olsaydı nasıl bir şey olurdu acaba? Uyuyup uyanmak ya da bir rüya görmek gibi mi? Çok mu hızlı çok mu yavaş...? Başlığı bi’ atsam, gerisi gelir belki...

“Uçan sakin... Taksim’deki “uçan sakin”in sırlı yolculuğunu deşifre edebilmek için gözlemlerimizi sürdürürken zaman ve boşluk arasında bir bağ dikkatimizi çekiyor. Bu bağ neticesinde bir başka zamana geçiş yapmak mümkün olabilir...” Kimsenin umurunda olmaz bu giriş. İspatlayamadığım şeyin dedikodusu olur bu yazı olsa olsa. Ahh! Bir çözebilsem hız meselesini... Tabi ya dalga. Dalga vardı amcanın asılı kaldığı yerde. Dalgayı çözebilirsem yolcuğu da keşfedebilirim ama bildiğim tek şey bilmem kaç derece ısıdaki mekanik dalga! Alana bir süre yaklaşmayın diye uyarmışlardı ama... Bir çekim olması mümkün mü acaba? Gerçi hiçbir açıklama yapmadılar bu konuda, ya emin değiller, ya duyulmasını istemiyorlar. Belki de ortada öyle bir çekim yok...

Başka çarem yok. Denemeliyim. Allah’ım biri görüp deli diyecek şimdi. Elimde merdiven, üstelik gecenin dört buçuğu. Bari müezzine yakalanmasam. Oh ezan başladı şükür. Yavaşça kolumu sağa sola gezdirsem bulurum herhalde. Bir şey var burada biliyorum. Bir hava akımı var ama nerede? Merdiveni mi biraz daha yaklaştırsam? Heh! Amcanın durduğu yerle aynı hizadayım sanki. Buralarda bir yerde olmalı malum akım. Sağ taraf sakin. Lan lan lan... Tövbe estağfurullah tövbe est... Gidiyordum ya az daha! Sakin. Nefes al! İyisin, bir şeyin yok. Çekmeseydim az daha kaptırıyordum ya kolu! Biliyordum işte bi şey olduğunu. Biliyordum! Kesin amca bu hava akımına tutuldu. Ya ben de asılı kalırsam? Hem ne malum bekleye bekleye ölmediği? Öldüğünde ışık hızı zayıfladı, kütle ağırlaştı, tam da o zaman görebildik belki. Gitmesem mi... Hayır hayır! Bismillahirrahmanirrahim. Guleuzubirabbilfelak... Guleuzubirabbinnasmelikinnas... veleddallin. Amin. Allah’ım sen beni koru!

Neredeyim? Gözlerimi bi’ açabilsem. Ellerim sert bir cisme dokunuyor, hava boşluğunda değilim artık demek ki. Neresi burası? Biliyordum abi. Biliyordum! Geldim işte! Polis şeridi mi o gördüğüm? Masa, tornavidalar, pistonlar, araba malzemeleri... Yok daha neler! E burası oto tamircisi. Neredeyim peki? Saat kaç, hem burası neresi... Kapıyı biraz aralık bıraksam kimseye gözükmeden dönerim herhalde. Bu dalga ufak ufak çekiyor yine kendine. Birkaç adım atsam dışarı doğru... Etkisi azalmaya başladı biraz sanki. Şehir tanıdık ama eski değil pek. Deniz kıyısının karşısında iki katlı ufak binalar, bir köprü, uçan ufak denizüstü. Uçan denizüstü? Oha! Bildiğin Jetgiller lan. Şu da metro gibi bir şey olsa gerek...

— Gazete ne kadar abicim?

— Gazete satılmıyor kardeşim devlet açıklama yaptı ya! İsteyen alır okur. Para mara istemez.

Allah Allah! Maliyeti mi daha ucuza getirmişler bu ne şimdi? Şuna bastığımda açılsa gerek. Evet! Şubat on üç, iki bin yüz elli. Yuhhh! İki bin yüz elli mi?

Son on yılın ilk cinayeti İstanbul’un Balat ilçesinde gerçekleşti. Dükkânında öldürüldüğü iddia edilen oto tamircisinin cesedine ulaşılamadı. Katil zanlıları öldürdüklerini itiraf ettiler fakat ısrarla cesede dokunmadıklarını orada bıraktıklarını söylediler. Esrarengiz cinayette ceset tüm arama çalışmalarına rağmen bulunamadı. Kumral saç, beyaz ten, boynunu kapatacak uzunlukta bir sakal...

E, e Taksim’deki amca bu! Nasıl olur ama? Hoppala... Amca hem öldürülmüş hem de mort vaziyette o dalgadan mı geçmiş yani? Amcayı öldürenler dalgayı fark etmiş olmasın sakın? Belki de onlar attı bizim oraya cesedi. Olur mu olur. Bir an önce geldiğim yere dönmeliyim. O zaman bir suç mahalli burası. Kimselere gözükmeden gitmeliyim buradan. Kesin her şeyi toplamıştır polis! Acaba amca tahmin edemedi mi öleceğini? Dalgayı biliyor muydu acaba? Yoksa o mu denedi kaçmak için? Nasıl ama? Ya başkaları da fark eder, kullanırsa diye düşünmemiş midir? Yine başladı kendine doğru çekmeye. Nasıl durdurulur ki bu dalga... Bırakıp gitsem mi acaba? Yapacak hiçbir şeyim de yok! Aha yırttık montu! Bi dakka bi dakka. Bu çivi niye dışarı çıkmış? Olabilir mi? Ufak bir bölme var burada! Açık mıdır? Açıksa çoktan bakmışlardır ama görmemiş olabilirler. Elim girecek gibi... İşte! Siyah deri bir kılıfa sarılmış ufak kahverengi bir defter.

Efendimin emri üzerine gidip emaneti ulaştırdım. Eski İstanbul çok güzelmiş! Keşke bir daha gidebilsem...

Ömrüm vefa ederse bir daha gelmek isterim.

Ya Allah... ya fet... h

...illallah

Ya...

Ya Allah

Evradımı tamamladım. Kefenimi de giydim. Hazırım. Nasibim varsa giderim bir daha da dönmem hem eski İstanbul çok güzeldi. Gidemezsem de onlar gelene kadar tüneli sırlarım inşallah. En iyisini Allah bilir.

He tünel miymiş o? Tüneli sırlayamadan amcayı öldürmüşler o zaman. Peki ama tünelden nasıl geçmiş? Nasıl kapanacak bu tünel şimdi? En iyisi defteri alıp dönmek, elbet bir çaresini bulurum. Tünel hızı tahmini... Ne saçmalıyorum! Tüneli kapatmanın bir yolunu bulmalıyım. Ezan hâlâ bitmemiş. Sabah vakti yine. Bu kadar hızlı gidip gelmiş olabilir miyim? Çok garip. Neyse neyse tüneli kapa... Sırlamanın bir yolunu bulmalıyım kimselere yakalanmadan. Hemen de jargonu kaptım he. Vay canına. İki bin yüz elli lan. Defteri mi okuyup üflesem... Ya Allah... Olamaz! Aha gitti kuş. Göçtü mübarek... Neredeyse tüm İstanbul’u yutacak şimdi! Allah’ım sen bana yardım et! Ne okumam gerek! Çevir şu sayfaları çevir... İllallah! Tabii ya! Zaten ne olacaktı?

İllallah!

  • Sana sürekli zar atan bir editör gibi mi göründüm okurcuğum? Hayır, öyle olmadığını biliyorsun ama “Betül Yavuz” ismini de bir kenara yazsan fena olmaz. Betül, daha iyi öyküler yazacak; “Uçan Adam” bile yeterince iyiyken hem de. Zaten iyi bir öykücü olmanın yolu, iyi bir öykü, iyi iki öykü, iyi üç dört beş öykü yazmaktan değil, yazarın sürekli kendisiyle yarışacağı, aşmaya, daha iyisini yazmaya (sonra daha iyisini, sonra daha iyisini) çalışacağı o ilk iyi öyküsünü yazabilmesinden geçiyor. Sadece kendisiyle mücadele ettiğini anladığı o ilk öykü. Betül, bence bu o. Bundan sonra top sende, aslında önce de sendeydi. Hep sendeydi, yine öyle. (A.E)