Yankı Ustası

Belli ki beyaz adam bizim için çıkarmıştı toprağın karnındaki suyu.
Belli ki beyaz adam bizim için çıkarmıştı toprağın karnındaki suyu.

Bir an, babamın ağladığını hiç görmediğimi düşündüm. Bir daha göremeyeceğimi de. Başını kaldırıp sordu: “Hâlâ burada mı?” Göremiyordum artık gözlerinin ardında yatanları. Bir kan damlası olup düşmek istedim kuyuya. Tıpkı Yankı Ustası’nın gözleriyle beslenmiş kartalın gagasındaki gibi.

Yankı Ustası’nın çubuğundan yükselen duman bir sarmaşık gibi havada yavaşça yayılıyordu. Çadıra mutlak bir sessizlik hâkimdi. Sütten yeni kesilmiş çocuklar bile pür dikkat bizi izliyordu. “Anlat,” dedi Yankı Ustası. Bu duyulmuş, görülmüş, olmuş bir şey değildi. Kabilenin masal çadırında ilk kez Yankı Ustası’ndan bir başkası hikâye anlatacaktı. Bulanık ve tehditkâr bir gölün kıyısındaki antilop sürüsü gibiydi çadırdakiler. Susamış ve bir o kadar da tedirgin.

***

  • Kabilede ilkleri benim kadar tecrübe etmiş, benim kadar korkmuş, gerilmiş, şüphe duymuş bir kişi daha yoktu. Onlardan biri olsam da onların birliğinden değildim. Kabilenin tümü; ölüm döşeğindeki ihtiyarından ilk kez ağlayan bebeğine kadar bir ağaç gibiydi. Ağacın kalın bir dalı gibi. Bense o daldan sürgün veren ince, cılız bir dalcığım. Toprağımız bir, kökümüz bir, gövdemiz bir ama yine de bir değiliz.

Kabilemden ayrı düştüğümde on üç yaşındaydım. Son kuraklıkla yaşıttım yani. Yağmurla geldiğimi söylerlerdi. Yağmuru yok ettiğimi de. Son gök gürültüsüyle doğmuşum ben. Ölümsüz Aslan’ın son kükremesiyle. Öyle derdi dedem. Kabilenin Yankı Ustası’ydı. Okyanusta, ormanda, dağda ve sonsuz düzlükte yankıyı dinleyen oydu.

Toprağın karnından su çıkardı.

Hatırlıyorum. Toprak, bir toprak ne kadar çatlayabilirse o kadar çatlamıştı. Dudaklar, toprağa ne kadar benzeyebilirse o kadar benziyordu. Ekinler kuruyor, hayvanlar birer ikişer ölüyordu. Kabile açlık ve susuzluğun pençesinde, kırılmanın eşiğindeydi. Hatırlıyorum. Lobikeki’nin son koşuşuydu. En hızlımızdı Lobikeki, gözleri en keskin olanımızdı. Bir deri bir kemik kalmış olmasına rağmen var gücüyle koşup gelmişti sonsuz düzlükten. “Beyaz adam,” demişti nefes nefese. Farkındaydı, soluklanmak için vakti yoktu. Cümlesini, son nefesiyle tamamlayıp yığılmıştı yere. “Toprağın karnından su çıkardı.” Yankı Ustası’nın söylediğine göre; üç gün boyunca kartallar, üç gece boyunca da leoparlar ağıt yakmış Lobikeki’nin arkasından.


Toprak, bir toprak ne kadar çatlayabilirse o kadar çatlamıştı.
Toprak, bir toprak ne kadar çatlayabilirse o kadar çatlamıştı.


Emin olana kadar bekledik, bekledik, bekledik... Beklerken ölmeye devam ettik. Kimsecikler yoktu. Belli ki beyaz adam bizim için çıkarmıştı toprağın karnındaki suyu. Adına kuyu deniyormuş, sonradan öğrendim. Kuyuyla durmuştu ölüm. Ekinler yeşermeye, hayvanlar semirmeye başlamıştı.

Yankı Ustası, bir başına gittiği sonsuz düzlükten hasta olarak dönmüştü. Şifacının diline doladığı duaları da kaynattığı otları da bir işe yaramıyor, Yankı Ustası günden güne ölüme yaklaşıyordu. “Onu, dinlediği son yankı hasta etmiş. Benim hünerimin ötesinde bu,” demişti Şifacı. Çaresizdik. Yankı Ustası, atalarının çadırına geçmeden hemen önce oğlunu çağırmıştı yanına. Önce kulağına bir şeyler fısıldamış, sonra hepimizin duyacağı bir sesle “Kabilenin Yankı Ustası sensin artık. Sonsuz düzlüğe git. Yankıyı dinlemeye,” demişti. Şifa çadırındakilerin hepsi, bir daha hikâye dinleyemeyecekleri ihtiyar Yankı Ustası’nın yasını tutuyordu. Benim gözlerim ise kabilenin yeni Yankı Ustası’nda, az önce işittiği fısıltının dehşetiyle titreyen babamdaydı.

Kabilenin Yankı Ustası sensin artık. Sonsuz düzlüğe git. Yankıyı dinlemeye


Haftalarca yolunu gözlediğimiz genç Yankı Ustası, kendinden öncekiler gibi çıktığı sonsuz düzlükten döndüğünde gün yeni ağarıyordu. Gece yükselen okyanus suları çekilmiş, kıyıdaki masal çadırının bulunduğu tepe daha da yalnızlaşmıştı. Yankı Ustası’nın dudaklarını aralamasını, yankıdan dinlediği hikâyeyi anlatmasını bekliyorduk. Konuşmuştu. Fakat hikâye değildi anlattığı. “Yankı, babama söylediğini bana da söyledi,” demişti. Gözlerini benimkilere sabitleyerek devam etmişti. “Yankının buyruğudur. Bizi kurtaran toprağın karnına bir kurban verilecek. Yankı Ustaları’nın soyundan bir kurban.” Dedemin kulağına fısıldadığındaki titreyişini de gözlerini bana çevirişini de anlamıştım böylelikle.

Kuyunun başına gelene kadar konuşmamıştık. Babam ve ben. Yankı Ustası ve oğlu. Yankı’nın buyruğu geri çevrilmezdi, bunu tüm kabile bilirdi. Yankı Ustalarının soyundan gelen ben, daha iyi bilirdim. Kuyunun duvarına tırmanıp arkama, babama bakmıştım. Haberi verirken üzerimden ayırmadığı gözlerini kaçırıyordu bu kez. İtmek için yaklaştığında durdurmuştum onu. “Yankının buyruğuna razıyım,” diyerek bırakmıştım kendimi kuyunun karanlığına.

***

Yankı Ustası puslu sesiyle yineledi: “Anlat.” On üç yaşıma kadar onlarca hikâye dinlediğim çadırdaydım, Yankı Ustalarının soyundan geliyordum, başımdan onca olay geçmişti fakat dilim dönmüyor, ne anlatacağımı, nasıl başlayacağımı bilemiyordum. Neyse ki hazırlıklıydım. Çantamdan defterimi çıkarıp açtım. Dedemin yaptığı gibi ağzımdan çıkacak sözleri yutmak için bekleyen kırmızı entarili kalabalığı aheste aheste süzdükten sonra başladım okumaya. Anlatacağım benim hikâyemdir. İlk cümlemi henüz bitirmiştim ki ayağa fırladı Kapalalai.Yankı Ustası’na dönüp “Hikâyeye Ölümsüz Aslan’ı kutsayarak başlamalıydı!” dedi öfkeyle. Kapalalai’yi hatırlıyordum. Masal çadırının aykırı sesiydi o. Hikâyedeki aksaklıkları ifşa eder, Yankı Ustası’nın ayağını kaydırmak için var gücüyle çabalardı. Kötü müydü? Asla! Çünkü bilirdik ki hikâye, Yankı Ustası’nın efsunlu anlatıcılığına ne kadar muhtaçsa Kapalalai’nin büyü bozan itirazlarına da o kadar muhtaçtır. Masal çadırındakilerin anlatılanı özümseyebilmesinin yegane yoludur bu.

İhtiyarlamıştı Kapalalai ama huysuzluğundan, oyun bozanlığından hiçbir şey kaybetmemişti. Haklıydı, bu çadırdaki tüm hikâyeler Ölümsüz Aslan’ı kutsayarak başlamalıydı. Bunu unuttuğum için kızdım kendime. Utanıp sıkılarak Yankı Ustası’na döndüm. Defterime bakıyordu. Babamın tüm bakışlarını bilirdim. Hislerini herkesten saklardı ama ben anlardım gözlerinin ardında yatanları. Hayreti gördüm deftere yönelmiş o bakışlarda, şaşkınlığı gördüm. İnanmayan birinin büyüyle karşılaşması gibiydi. Hikâye ancak duyularak anlatılırdı, Yankı Ustalarının düsturuydu bu. “De... De... Devam et,” dedi. Şaşırdım. Babam ilk kez kekelemişti.

Böylece sürdürdüm okumamı. Kuyudan başladım. Sığ suda çırpınışımı, atlarken beni saran teslimiyetin pişmanlığa dönüşmesini, takatim tükenmek üzereyken beyaz adamın sarkıttığı ipi anlattım. Gittiğim kenti, binaları, eşyaları, insanları... Hemen her paragrafta bölündüm Kapalalai tarafından. Soruları, yankıdan dinlediğimiz masallardaki büyülü ağaç kökleri gibi beni kavrıyor, sıkıyor, bunaltıyor, hareketsiz bırakıyordu. Anlamıyordu Kapalalai. Bir tek o değil, çadırdakilerin hiçbiri anlamıyordu. Yazarken gururlandığım cümlelerin birçoğu onlara anlamsız geliyordu. Olanca titizliğimle kurup detaylandırdığım karakterler, günlerimi verdiğim gözlemler, silip silip yeniden yazdığım tasvirler kuru bir toprak parçası gibi ufalanıyordu. Meşalelerin titrek ışıklarıyla belli belirsiz aydınlanan simsiyah suratlardaki ifadesizlik yıllardır büyüttüğüm, tutunduğum hevesimi kırıyor; karanlığın ortasında daha da belirginleşen gözlerdeki boş bakışlar on yedi yıllık hikâyemden şüphe duymama sebep oluyordu. Yalnızca babam. Onun bakışları boş olmaktan alabildiğine uzaktı. Şaşkınlığın çevrelediği bir endişe büyüyordu onunkilerde.

  • Üç gece boyunca; okyanusun gelgitleri, batan ve doğan güneşlerin kızıllıkları, kırık dişli filin çığlıkları, meyve yarasalarının göçleri, uğursuzluk taşıyan gri baykuş ötüşleri ve antilop avına çıkan aslan kükremeleri arasında okudum hikâyemi. Kapalalai’ye rağmen ve Kapalalai sayesinde okudum. Son cümlesi hariç.

Masal çadırında Yankı Ustası’yla başbaşaydık artık. Defteri uzattım. Tereddüt ederek aldı. Sayfaları abartılı bir özenle çevirmeye başladı. Ters tutuyordu. Yanına oturup düzelttim. “Harfler,” dedim. İlk kez işittiği bu sözcüğü anlamlandırmaya çalışarak baktı suratıma. Defterin sonundaki boş sayfalardan birine sessiz bir harf yazdım. Yanına seslilerden birini ekleyip oluşturduğum heceyi dışımdan okudum. Gök gürültüsünü ilk kez duyan bir bebek gibi ürktü Yankı Ustası. Sayfaya işaret parmağıyla aniden vurup kulağını yanaştırdı deftere. “Hayır,” dedim “öyle değil.” Heceyi gösterdikten sonra ağzımı işaret ederek seslice okudum yeniden. Aynı sessiz harfi alt alta yazıp her birinin yanına farklı sesli harfler ekleyerek okudum. On bir farklı heceyi -öğrendiğim alfabe kabilemde konuşulan dil açısından yetersiz olduğundan dokuz yeni harf türetmiştim- çözmesi yarım saat bile sürmedi. Ne de olsa Yankı Ustası’ydı o.

Günlerce çadırından çıkmadı Yankı Ustası. Yemiyor, içmiyor, uyumuyor yalnızca defterle ilgileniyordu. Böldüğüm sözcüklerin hecelerini durmaksızın tekrarlıyor, bağladığındaysa sevinç ve korkunun iç içe geçtiği bir ifadeyle bana bakıyor, okuduğu sözcüğün sağlamasını yapıyordu. Gün devrilmek üzereydi. Çadırın girişine oturmuş, okyanusun üzerinde daireler çizerek uçan papağanları seyrediyordum. Mırıl mırıl okumaya devam ediyordu Yankı Ustası. Duyduğum heceyle irkildim: “Yan, yan, yan, yan, yan...” O sözcük... Bir süre sustuktan sonra devam etti: “Kı, kı, kı, kı, kı...” Arkama dönmeye, ona bakmaya çekiniyordum. Okudu: “Yan... Kı... Yankı. Yankı!” Hâlâ dönmemiştim arkama. Bir hareketlenme hissettim. Bana doğru yürüyordu. Omzuma dokunup “Gel benimle,” dedi.

Orman karanlıktı. Gökyüzündeki yarım ay, sık ağaçların engeline takılıyor, ormanın derinliklerine ulaştıramıyordu ışığını. “Dinle,” dedi Yankı Ustası. Kulak kesildim. Heyecandan kaslarım seğiriyordu. Saniyelerin akışı yavaşlamıştı sanki. Dakikalar saat, saatlerse günler gibiydi. Genişlemiş zamanın ortasında yankının fısıltısını bekliyordum. Göz ucuyla Yankı Ustası’na baktım. Huzursuzdu. Gün ışımak üzereyken öfkeyle homurdandı. “Bugün değil. Yankı bugün bizimle konuşmayacak.”

Ne o gün ne de diğer günler konuşmadı yankı. Zamanının çoğunu sönmüş volkanik dağların zirvelerinde, ormanların en karanlık köşelerinde, hiçliğin en çok hissedildiği sonsuz düzlüğün orta yerinde ya da okyanusun uzak sahillerinde geçiren Yankı Ustası’nın kaybı korkunçtu. Varoluşunun temelini sırtlayan kilit taşı kayıp gitmiş gibiydi. Benliğinin yavaş yavaş ufalanıp döküldüğünü, toz zerrecikleri gibi boşluğa karıştığını görebiliyordum. Gelgelelim eyleme dönüştürülemeyen görü, çaresizliğin daha da bilenmesinden, keskinleşmesinden başka bir işe yaramıyordu. Zihnimde aynı soru yuvarlanıyordu durmaksızın: Yankı neden gitti? Onun için doğan, yaşayan, hatta ölecek olan adamı neden terk etti? Yanıt öyle uzakta değil, erginleşme avına çıkmak için hazırlanan Saitoti’ye babasının söylediklerinde parladı birden.

  • Abanoz ağacından yontulmuş, ucunda yarım parmak boyunda sivri bir çıkıntısı olan savaşçı tokmağını tutuyordu elinde.

“Unutma,” dedi “bu tokmak sadece aslanı değil, çocukluğunu da öldürecek. Dönebilirsen erkek olacak, bir kadın seçeceksin kendine...” Konuşmaya devam ediyordu fakat ben orada değildim artık. Yankının kaybını da barındıran bir kavram bataklığında çırpınıyordum. Çocukluğun ölümü... Anlıyordum. Erginleşme avı bir geçitti, çocukluktan erkekliğe tek yönlü bir gidiş. Okumayı öğrenmek, sözden yazıya geçiş de tıpkı erginleşme avına çıkmak gibiydi. Okumak unutulamazdı. Yazıdan söze dönmek de mümkün değildi bu yüzden. Geri dönüşsüz bu yolculuğun sebebi olmak, bu suçluluk, ağır bir koku gibi sinmişti üzerime.

***

Uzaktan seçebiliyordum karaltısını. Şaşırmamıştım. Her şeyin başladığı yerdeydi. Kuyunun başında. Yaklaştıkça detayların berraklaşması, kavurucu kuru sıcağın soğumasına, gitgide buza kesmesine neden oluyordu. Omzunda başı beyaz, kalanı kapkara devasa bir balıkçı kartalı vardı. Arkasından dolaşıp karşısına geçtim. Kaskatı. Zaman, mekan, o, ben... “Hatırlıyor musun,” dedi. Bir soru cümlesi değildi. Devam etti: “Kadim ustalar, görüntünün yankıyı bozduğunu söylerlermiş, deden anlatmıştı.” Hatırlıyordum. Hatırlıyordum fakat konuşamıyordum. Sözler de hava gibi buz olmuş, donmuş, dildeki akıcılığını kaybetmişti.

Geri dönüşsüz bu yolculuğun sebebi olmak, bu suçluluk, ağır bir koku gibi sinmişti üzerime.
Geri dönüşsüz bu yolculuğun sebebi olmak, bu suçluluk, ağır bir koku gibi sinmişti üzerime.

“Hikâyenin sonunu okumamışsın,” dedi. Defalarca tekrar ettiği belli, söyleyiverdi ezberden. On yedi yıl sonra döndüğümde, kuyunun karanlığında asılı kalan yankının fısıltısını duydum yeniden. Nefesinin titreyişini duyabiliyordum. Kuyuya doğru eğildi. Yanağından süzülen kıpkırmızı damlalar... Bir an, babamın ağladığını hiç görmediğimi düşündüm. Bir daha göremeyeceğimi de. Başını kaldırıp sordu: “Hâlâ burada mı?” Göremiyordum artık gözlerinin ardında yatanları. Bir kan damlası olup düşmek istedim kuyuya. Tıpkı Yankı Ustası’nın gözleriyle beslenmiş kartalın gagasındaki gibi.