Yarık ve Kabuk

Hikâye yoksa kişi de yoktur.
Hikâye yoksa kişi de yoktur.

Ömer Seyfettin'in Huyssen'in yarık dediği şeyi tam da onun söz ettiği biçimde kurmaca için bir uyaran olarak kullandığını ve Beckett'ın kabuk dediği öğeleri de öykünün içine ustalıkla yerleştirdiğini -bir başka deyişle belleğin işleyişini taklit ettiğini- görüyoruz.

Kurmaca eserleri yorumlarken sıklıkla "tıpkı hayat gibi" der ve bu yolla onları överiz. Peki yaşamın kendisini bir kurmaca, bir anlatı olarak düşlediğimizde elde edeceğimiz sonuç ne olur? Andres Huyssen'in yaşadığımız olaylarla onları anımsayışımız arasında var olan ve her zaman var olacak olan bir yarıktan söz ederken işaret ettiği şey tam da buydu ve o, bu soruya şöyle cevap verdi: "Bu çatlaktan yakınmak ya da bu çatlağı görmezden gelmek yerine, onu kültürel ve sanatsal yaratıcılık açısından güçlü bir uyaran olarak anlamak gerekir." Huyssen anlaşıldığı üzere bu sözlerle belleğin sanatla olan ilişkisine dikkat çekmek istiyor. Bizi daha çok ilgilendiren şey ise sanırım bu ilginç yarık- ya da çatlak- ifadesi. Eğer yaşadığımız olayları belleğimize kaydedip sonra da onları büyük bir şeffaflıkla anlattığımıza inanıyorsak bu yarık metaforunu anlaşılmaz bulabiliriz. Ama psikoloji bilimi, belleğimizin zannedildiği kadar dürüst ve kusursuz çalışmadığına dair yeterince delile sahip ve zannediyorum ona başvurmak, bu yarığı fark edebilmemizi kolaylaştıracak.

Bellek bahsinde bundan daha detaylı olarak bahsedeceğiz ama yaşamın bir anlatı olarak görülmesinin tek dayanak noktasının bu olmadığını da söylememiz gerekir. Hayat bir kurmacadır çünkü diye başlayan bir cümle kuşkusuz çok farklı şekillerde tamamlanabilir. Söz gelimi Eakin'in görüşlerinden hareketle yaşadığımız her olayı istediğimiz şekilde dönüştürerek anlattığımızı ve bu sayede her defasında hikayemizi tekrar yazdığımızı iddia edebiliriz. Ya da Ricoeur'a atıf yaparak eylem içinde öykülemeyi zorunlu kılacak zamansal yapıların varlığını hayatın kurmacalığına delil olarak gösterebiliriz. Veyahut geçmişe, belleğimize dönüş motivasyonlarımızı ön plana çıkararak hayatın sürekli bir anlatı formunda kendini bize dayattığını söyleyeb iliriz. Buna verilebilecek iyi örneklerden biri de kuşkusuz Ömer Seyfettin'in "İlk Namaz" adlı öyküsüdür. Ezanı duyan ve bu vesileyle çocukluğundaki bir anı hatırlayan karakter o ana özlem duyar.

"Ah on beş sene evvelki sabavet ve şimdiki ben... Tatsız, neşvesiz, muhabbetsiz, aşksız ve heyecansız, her şeysiz, boş bir hiçten daha boş geçen hayat-ı serma-yı taab-alud..." diyen anlatıcı bileşik zamanı saf dışı bırakarak basit zamana dönüş yapar, yani eylemin en saf haline. Hatırlama, algılamaya evrilir. Bu sayede içinde bulunduğu an ile ilgili bir değerlendirme yapma imkanını elde eder. Kuşkusuz yaşamın bir anlatıya dönüşmesi için güçlü bir motivasyondur bu. Peki yaşamın anlatıya dönüşmek konusundaki arzusu nasıl başarıya ulaşır? Neden'den nasıl'a ulaşmak için Seyfettin'in başka bir öyküsüne sıçramak yeterli olacak gibi görünüyor. "Sanki dünyaya o anda doğmuşum, annemin kucağındayım. Gürültülü bir kadın kalabalığı... Annem yanındaki çok sarı saçlı genç bir hanımla gülüşerek konuşuyor, cıgara içiyorlar. Annem cıgarasını ince gümüş bir maşaya takmış. Ben bunu istiyorum." Ömer Seyfettin'in kahraman anlatıcısı "İlk Cinayet" adlı öyküsünün girişinde bu cümleleri kullanıyor.

Hikayenin bir cinayetle, karakterin bir kuşu öldürmesiyle sonuçlanacağını biliyoruz. Peki söz konusu kadının çok sarı saçlı olması hikayeyle ilgili bize nasıl bir ipucu veriyor? Ya da annesinin cıgarasını ince gümüş bir maşaya takmış olması üzerinden öyküye bir yorum getirebilir miyiz? Bu ayrıntılar verilmese okur öyküyü kendi muhayyilesiyle çok daha özgür biçimde tasarlayamaz mıydı? Bunlar elbette abes sorular, verilen bu ayrıntıların bir anlamının olmasının ya da hikayeyi bir şekilde etkilemesinin gerekmeyeceğini elbette biliyoruz. Ama sanıyorum bu ayrıntıların neden var olduğunu sorgulamanın bize bir kazanç sağlama ihtimali var. Bu kazanç yaşamımızdaki bir anın anlatıya nasıl dönüştüğüne dair elde edeceğimiz bir fikir ya da her anımızı büyük bir maharetle hikayeye dönüştüren otobiyografik belleğin işleyiş şekline dair birkaç çıkarım olabilir. Otobiyografik bellek, bir anın hafızada donuk bir resim olarak durduğu fikrine karşı ortaya çıkan bir kavram.

Anılarımızı kaydederken kenarda duran ve her şeyi kayda alan bir kamera gibi davranmayız. Ya da sadece bizim için önemli olan eylemi ya da şeyi hafızamıza kazıyıp kalan her şeyi çöpe atmayız. Bellek kaydedilmesi gerektiğini düşündüğü bir olayın kaydı sırasında eylemleri bazı nesnelerle, kokularla ya da herhangi bir şeyle eşleştirir. Bu eşleştirmeler sayesinde biz o anı hatırlayabiliriz. Yani denilebilir ki, belleğimizdeki her şey hikaye formuna çevrildiği için bizim belleğimizde bulunabilmektedir. Randall'ın dediği gibi: "Hikaye yoksa kişi de yoktur." Weintraub'un hayatın biyolojik değil, biyografik bir başlangıcı olduğu tezi de bununla ilgili. Hatırlanan -bir başka deyişle hikayeleştirilen- ilk an, aslında her şeyin asıl başlangıcıdır. Kişi, benliğini bu anlar üzerine inşa eder. "Ben daima ıstırap içinde yaşayan bir adamım! Bu azap adeta kendimi bildiğim anda başladı. Belki daha 4 yaşında yoktum. Ondan sonra yaptığım değil, hatta düşündüğüm fenalıkların bile vicdanımda tutuşturduğu nihayetsiz cehennem azapları içinde hala kıvranıyorum.

Beni üzen şeylerin hiçbirini unutamadım. Hatıram sanki yalnız elem için yapılmış." "İlk Cinayet"in ilk paragrafı olan bu pasajda anlatıcı, hatırladığı ilk ana döner. Yani hayatının biyografik başlangıcına. Elemli hikayelerin benliğini inşa ettiğini keşfeder bu sayede. Belleğin hikayeye dönüştürdüğü ilk anlar kişiye doğrudan tesir eden ve benliğin temelini oluşturan anlardır. İnsanın yaşamasını mümkün kılan şey ise kuşkusuz her şeyi hatırlamıyor olmasıdır. Bu, sadece insanın hayatında çok fazla acı olduğu ve bunların bazılarını unutmasının hayatını kolaylaştıracağı anlamına gelmez. Unutmak, hatırlamayı mümkün kılan bir eylemdir aynı zamanda. Belleğimiz, anları hikayeleştirirken birçok şeyi unutarak başlar işe. Söz gelimi yirmi sene önce önemli bir maçta penaltı kaçırmışızdır fakat penaltıyı kurtaran kalecinin kimliğine dair hiçbir şey hatırlamayız. Forması hangi renkti unutmuşuzdur.

Fakat çok enteresan biçimde kale arkasında çekirdek çitlemekte olan adamın yüzü ya da kalenin içindeki yarısı dolu su şişesinin markası hatırımızdadır hâlâ. Beckett'ın ifadesiyle en sıradan deneyimin üzerinde o deneyimle mantıksal bir bağı olmayan ve bu yüzden zekamızca reddedilen öğelerden oluşmuş bir kabuk vardır. Bu kabuk aslında bir anı hikayeye dönüştüren şeydir. Geri çağırma, Beckett'ın kabuk olarak nitelediği öğeler üzerinden gerçekleşir. Bir gün bir yerde yarısı dolu bir su şişesi görürüz. Sonra hatırımıza çekirdek çitleyen adam düşer ve olay gözümüzde canlanmaya başlar. "Şuur başımıza nasıl yakmayan bir yıldırım gibi düşer." Yani kabuk, hem anların belleğimizde tutunabilmesini hem de bir gün hiç ummadığımız bir anda geri çağırılabilmesini sağlar. Otobiyografik belleğin mantıksal açıdan anlaşılmaz bir yöntemle olayları kaydetmesi, onları biçimlendirip – bazen de çarpıtıp- bir anlatıya dönüştürmesi ve zamanı geldiğinde de geri çağırması hem yarık hem de kabuk metaforunu anlaşılır kılıyor.

Üstelik Randall'ın Bizi Biz Yapan Hikayeler kitabını okuduğumuzda hissettiğimiz suçluluk duygusundan da uzaklaşabiliyoruz bu vesileyle. Zira Randall, bir insanın hayatıyla hikayesinin arasında estetik bir boşluk olduğunu söylüyordu ama görünen o ki boşluk, yaşadığımız olaylarla anlattığımız hikaye arasında değil, yaşadıklarımızla onları anımsayışımız arasında. İş belleğimizin hikayecilik konusunda hepimizden yetenekli olduğu sonucuna dayanmış gibi görünüyor. Peki konunun Ömer Seyfettin'le ilgisi ne? Belleğimiz kaydetme işlemini hikayeleştirerek yapıyorsa hikaye anlatıcılığının da konuyla bir ilgisi olmalı, değil mi? Nihayetinde hikayeciler de bir belleğe sahip elbette ama burada söz konusu olan durum farklı. Andre Maurouis'in belleğin büyük bir sanatçı ve Randall'ın "hatırlamanın geçmişin pasif bir deposundan çok şimdide gerçekleşen aktif, estetik, hatta şiirsel bir süreç" olduğu görüşünden hareketle sanatçının -kendisinden daha büyük bir sanatçı olan- belleği taklit etmesinden söz ediyoruz aslında.

Bu nedenle "İlk Cinayet" adlı öyküden yaptığımız alıntı psikolojik bir kavramın edebi metindeki gölgesinden daha fazla anlam taşıyor. Ömer Seyfettin öyküyü kurgulayış biçimiyle belleğin işleyişine sadakat gösteriyor. Yaşamın içindeki kurmaca mantığını ödünç alarak yaşamın kendisini kurmacaya aktarıyor. Bunların hepsine şöyle bir bakınca Ömer Seyfettin'in Huyssen'in yarık dediği şeyi tam da onun söz ettiği biçimde kurmaca için bir uyaran olarak kullandığını ve Beckett'ın kabuk dediği öğeleri de öykünün içine ustalıkla yerleştirdiğini -bir başka deyişle belleğin işleyişini taklit ettiğini- görüyoruz. Dolayısıyla Ömer Seyfettin okurken ulaştığımız noktanın çoğu zaman yaşamın kendisi olmasına şaşmamalı diye düşünüyorum.

  • Kaynakça: Elif Cemre Çelikcan, "Otobiyografik bellekte mekânın kurulumu ve mekânsal durumlar: Sinematografik ve edebi üretimler üzerinden bir inceleme", 2013. Ömer Seyfettin, Bütün Hikâyeleri, der.: Nâzım Hikmet Polat, YKY, 3. Bas., 2019. William Randall, Bizi Biz Yapan Hikayeler, Ayrıntı Yayınları, 2014. Marc Auge, Unutma Biçimleri, Yapı Kredi Yayınları, 2019. Meryem Babacan Bursalı, Sanatta Hafızanın Biçimleri, Küre Yayınları, 2017.