YenidenYenidenYeniden

Kamerayı adama doğrulttuğum ânı yeniden yaşıyorum.
Kamerayı adama doğrulttuğum ânı yeniden yaşıyorum.

Beklediğimiz üzere, ben yine kameranın başındayım. İkinci kamera, yine kendisinin kontrol edemediği adımlarla odanın bu yanına doğru geldi yeniden. Adam yeniden sandalyeye bağlı ve organlarının tümü tek parça vaziyette. Farkında olmadan, -görmüyor çünkü bizi- kameranın içine bakıyor, gözlernideki bakış oskarlık ama bu bir film değil.

Kamera adama doğruluyor, adam farkında değil. Yediği dayağa rağmen duruşunu bozmamakla meşgul. Sorun ne bilmiyoruz, sorsak da söylemezler. Bu adamı bu sandalyeye neden bağlamışlar, adam ne zamandır dayak yiyor bilinmez. Dayağın rengi değişip bir cinayet başlangıcı halini aldığında kameramızı filtrelemek zorunda kalıyoruz. Çektiğimiz her ne ise çocuklar da izleyebilsin de, adamın elinden uçuşan parçaları çekmiyoruz. Adama yakın çekim yapmamız da anlamsızlaşıyor bu yüzden, ne zaman adama yaklaşsa kamera, görüntüyü flulaştırmak zorunda kalacağız, öyle ya. Seslerin de bir kısmını sansüre uğratmamız gerekecek. Ezilme, kırılma, inleme sesleri… Para eder mi bu sesler? Katile göre ediyor olmalı. Çünkü onun sesini sadece kurduğu tek cümlede duyuyoruz: “Para nerede?” “Para nerede?” “Para nerede?”

Gösterilmeyecek yerleri kesildiğinde kısacık bir film elde ediyoruz. Ana haber bültenlerinde görüntü eksikliğinden ötürü tekrar tekrar izleyecek olsak, bu cinayetin gerçekleşme süresince belki on defa izlerdik birbiri ardına. Sonra şaşılmayacak bir şey oluyor. Adam ölüyor. Sonra şaşılacak bir şey oluyor. Bizi izlemeye devam edin. Ekibim ve ben sizler için oradayız. Adam öldüğünde çektiğimiz vidyo bitecek diye ışıkları bile kısıyoruz. Derken adam canlanıyor mu? Öyle bir şey oluyor. İkinci kamera adamın oturduğu sandalyenin ardından yaklaşıyor ne olup bittiğini belgeleyebilmek için. Adamın elinde bir oyun kolu beliriyor. Tam önünde de metalik bir levha. Levhanın üzerinde şöyle yazıyor.

ÖLDÜN. YENİDEN BAŞLA?

>EVET

>HAYIR

Eliyle uzanıp düğmeye dokunuyor adam. “EVET”düğmesine. Bir şey olmuyor. Oyun koluyla yanıp sönen imleci “EVET”in üzerine getiriyor. Baş parmağıyla bastığı yeşil düğmeden sonra şaşılacak bir şey oluyor.

Kamerayı adama doğrulttuğum ânı yeniden yaşıyorum. Adam ise şaşkınlıkla etrafına bakıyor. Kıpırdanıyor, bunun ona verilen yeni bir şans olduğunu düşünüyor olmalı. Parayı bir ağacın altına gömdüğünü söylüyor, dikkatli izleyicilerimiz adamın sesindeki titremeyi fark edeceklerdir. Diğerleri nasıl oluyorsa inanıyorlar. Adam ayağa kalktığında bir boğuşma meydana geliyor, şaşılmayacak şey, beşe karşı bir kişi olarak elbette mağlup oluyor. Korka korka diğerlerine bakıyor onu yeniden bağlarlarken. İkinci kamera, pervasızca yüzüne yaklaşıyor, bakışlarındaki acıyı yakalamak için.

Sonra yine hevesimiz kaçıyor. Kameraya sıçrayan et, kemik, kıkrıdak parçaları ve kan damlaları içimizi kaldırıyor. Çektiğimiz bu kısımları kimsenin satın almayacağı bilgisi de ısrar etmek için bir sebep bırakmıyor. Işıklar bu kez kendiliğinden kısılıyor. Birbirimize bakıyoruz ekip arkadaşlarımla. Az önce ikinci sefer ölen adam, elindeki oyun kolunu bırakıp ellerini yüzüne kaldırıyor. Sonra ellerini inceliyor, çeviriyor, avuç içlerine de bakıyor. Levha bir görsel efekt gibi beliriyor adamın gözlerinde, ekibimdeki arkadaşlara soruyorum, hiçbirinin işi değil bu. Şöyle yazıyor levhanın üzerinde: ÖLDÜN. YENİDEN BAŞLA? Adam yeniden başlamayı seçiyor.

Beklediğimiz üzere, ben yine kameranın başındayım. İkinci kamera, yine kendisinin kontrol edemediği adımlarla odanın bu yanına doğru geldi yeniden. Adam yeniden sandalyeye bağlı ve organlarının tümü tek parça vaziyette. Farkında olmadan, -görmüyor çünkü bizi- kameranın içine bakıyor, gözlernideki bakış oskarlık ama bu bir film değil. Ne peki? Ona değerli izleyicilerimiz karar versin.

Aradaki çekemediğimiz, görüntülerimize bir ara olmaktan başka türlü dahil olamayan vahşet sekanslarının ve sonunun nasıl biteceğini bizim kolaylıkla tahmin ettiğimiz boğuşmaların dışında. İki sahne var, sürekli yinelenen. Bunların birincisi adamın bu bakışı, neyi düşündüğünü merak etmiyor değil insan. Bakış, diğer bakışları bir kenara iterek yer ediyor kendine, gitgide daha doğallaşıyor, gitgide kök salıyor adamın yüzüne. Adamın yaptığı hesap her neyin hesabıysa, neyi neyle denkliyorsa artık bu ifadeyle yakalanabilir kameramızda ancak. Belki adama onu aynı kan girdabına, et bulamacına, insan peltesine kendi kararıyla götürenin ne olduğunu sorabilirdik ama o zaman bu vidyo bir röportaja dönerdi. Oysa biz bunu istemiyoruz. Bunun yerine adam o şekilde baktığında kameramın zuumuyla yakalamayı kendime görev bildim. Sizler, sevgili izleyicilerimiz, lütfederseniz bu bakışlara kendi havsalanızda türettiğiniz bir mana doldurabilirsiniz.

Diğer yinelenen sahne ise adamın elinde beliren lacivert renkli oyun kolu. Geymped. Saçma geliyor kulağa, zaten öyle. Sahne ışığının artık bziim kontrolümüzde olmadığını anladık. Adam can verirken kısılıyordu, aynı olayı kaydeden, bizim de göremediğimiz bir ikinci ekibin gereçleri olmalı. Sahne ışığı kesilirken adamın elinde bu oyun kolu beliriyor, sonra bir menü, levhanın üzerinde, iki seçenekli. Adam biraz duraksıyor, çok az duraksıyor, yahut daha fazla. Tek değişen bu kararın süresi, sonra “EVET”i seçiyor, YENİDEN BAŞLAmak için. Başlayamaz ki yeniden. Senaryoda yazmıyor. Salak.

Farklı metodlar deniyor tabi, ara çeşniler ama montajda kesilecek oralar, anlamsız farklar çünkü tamamen. Yalvarmasıyla, dik durması; çırpınmasıyla teslim olması arasında hiçbir fark yok adamın. Sonunda yine sandalyesine geri oturuyor. Kimliksiz bir sandalye, bir abajur gibi süslü, bir kılıç gibi kibirli ama işte altı üstü sandalye. Yine de adamın son anının bilmemkaçıncı tekrarının merkez üssü olduğundan, adam için dünyalar, adam için bir evren. Göğsünden usulcacık ittiriyorlar, sandalyesine geri oturuyor. Aynı şeyleri yaşıyor sonra, kaburgaları kırılıyor, yahut burnunun kıkırdağına bir çekiç saplanıyor, yahut gözü eziliyor aldığı ilk darbede. Diğerleri bu boyutta bir vahşete kaçıncı kez sebep olduklarını bilmediklerinden, bu onlar için zor değil. Ama adam, bu vahşetin defalarca objesi oluyor.

Bizim gibi gazeteciliğe heves etmişler bilirler. İlk ölüm haberini yakalarken içinde hissettiğin sızıyı, yirminci seferde duymuyorsun. Sonra başkalarının bedenleri kimliğini kaybediyor gözünde zamanla, devasa bir trafik kazasına, oltası sallanan bir balıkçının kovasına baktığı gibi bakıyorsun. Herkesin başına yalnızca bir kez gelecek olayları tekrar tekrar görerek insana verdiğin değer de sarsılıyor ama sınırı belli bunun, kendini insanlardan ayrı görüyorsun. Adam için öyle değil. Adam şaşkın şaşkın ellerine, ayaklarına bakıyor, göğüs kafesini yokluyor, eliyle burnunun orada olup olmadığını kontrol ediyor.

Renkler karardığında acının kendisi okunmuyor adamın yüzünden ama hatırası onu inletmeye yetiyor. Tekrar tekrar basıyor düğmeye bu şekilde. Gitgide daha az bekliyor, beklerse korkuyor, levha kaybolursa. Hiçbir şeye alışması mümkün değil, alışılacak bir şey değil yaşadığı. Şaşkınlığı sürüyor, kimi zaman kan ve kemik ve kas ve deri girdabı bu şaşkınlığa eşlik ediyor. Kimi zaman elleriyle levhayı sallıyor, oyun koluna bakıyor kendisine bakıyor, parmaklarına bakıyor. İnanamıyor yaşadığı şeye, hâlâ yaşadığına da inanamıyor ama bu yaşamının bu yenilenecek son on beş dakikasına dört elle sarılmasına engel değil. Bu “EVET” düğmesine tekrar tekrar basmasına engel değil.

“Para nerede?” sorusu yankılanıyor çekim yaptığımız hangarın içinde. Karşılığında farklı cevaplar yankılanıyor yahut adamın bütün hıncıyla bu soruyu soranın yüzüne tükürmesi. Silah sesleri yankılanıyor sonra boğuşma, bazen önce boğuşma sonra silah sesi, çekiç sesleri, inleme, hırlama, uluma. Yardımcı erkek oyuncu, paranın yerini karşısındakini öldürürse öğrenemeyeceğini her defasında unutuyor. Sırtına semer geçirip, gemlerini elinde tutan şeytan, bir kukla gibi tuttuğu kollarıyla çenesine vuruyor başrolün. Refleksini ölçer gibi dizlerine vuruyor, bir doktor titizliğiyle burnunu kırıyor. Her haykırışın içinde inanmazlık var. Vahşetin normalleştirilmesi, hep ötekini içeriyor içinde çünkü. Adam bütün bu olanlara kendi başına geldiği için inanamıyor.

Yeniden bir yakın çekim sahnesi. Levha yavaşça beliriyor aynı sorusuyla. Ağlıyor bizimki. İçli içli ağlıyor. Korkaklık. Yapacağı şey tam bir korkaklık, değil mi? Geri dönüp savaşmalı. Başına ne geleceğini düşündükçe hıçkırması artıyor. Gücünü topluyor yani, yumruklarını sıkıyor, ağlamasını dindiriyor. Bahsettiğim o oskarlık bakış yerleşiyor yüzüne. Kararlı. Çok kararlı ama yanlış bir karar.

“Para nerede?” sorusuyla başlayıp “YENİDEN BAŞLA?” ile biten macerası yenileniyor. Kaçabilir mi? Kaçamaz, nasıl kaçsın, süper kahraman mı o? Hollywood filmi mi, yerli dizi mi çektiğimiz? Nasıl kaçsın, elleri bağlı, silahsız, bağırtılarını kimsenin duyamayacağı bir hangarın içinde. Hangar Bozok Yaylası’nın üzerinde rastgele biten bir söğüt gibi nerede olduğu bilinmez, varlığından da kimse emin değil. Belki adam küçükken çok televizyon izlemiş, üniversitede bir sinema kulübüne katılmış, kahramanların varlığına inanıyor. Daha kötüsü, kendisinin de öyle bir kahraman olduğunu düşünüyor herhalde.

Bedeninin hangi şekillere girdiğini gördükçe, yavaşça ikna oluyor kahraman olmadığına. Eli gitgide daha fazla titriyor “EVET”e basarken. Bir defasında hınçla elindeki oyun kolunu yere fırlatıyor. Sonra sandalyeyi deviriyor, emekleyerek öpüyor, okşuyor, özür diliyor oyun kolundan. Ya çalışmazsa? Ya YENİDEN BAŞLAyamazsa? Ölür. Kahramanlar ölür mü hiç.

Neredeyse hepsini sansürlemek zorunda kalacağımız başka bir kıyım yaşıyoruz. Çekiçle ezilip büzüldükçe öyle bir hal alıyor ki adam, acıdan ziyade öfkeyle bağırıyor kendisini bu hale getirene. Bir yolunu bulup iplerinden kurtulsa, bu hayvanlığa misliyle karşılık vereceğine eminiz. Üçüncü kameraya işaret ediyorum, yavaşça yaklaşıyor, adama. Ama tam kadraja almıyor yüzünü, çünkü sağ yarısı yok yüzün, yanağın derisi az gelişmiş bir kanat gibi sallanıyor her nefes alıp verişinde adamın. O bakışı yakalıyor, daha önce hiçbir insanın yüzünde görmediğim kesinlikle kaydadeğer bir bakış. Boşvermişlik mi, suçlama mı, ikisi birden mi? O bakışın içine hangi anlamı koysak dolduramayız. Kendini mi suçluyor, kaderi mi, karşıdakini mi? Suçlu kim olursa olsun kendini cezalandıracak tekrar tekrar “EVET”e basarak. Bunu haketmiyor, kim bunu hakeder? Belki bunu hakettiğini düşünüyor, belki daha iyilerine layık olduğunu ama bu daha iyilerin yolunun buradan geçtiğini düşünüyor.

Öyle değil. Senaryoyu okudum. Sadece bu son versiyonunu değil, önceki versiyonlarını da. En iyi versiyon bu bence ama ufak bir kusuru var. Öncekilerde, adam bir süre sonra artık dayanamayıp “HAYIR”a basıyordu, acısını sona erdirmenin tek yolunun bu olduğunu anlayarak. Hikaye de orada bitiyordu, bir nevi mutlu son. Kusuru şuydu; insan tek çarenin ölmek olduğunu öyle hemence anlayamaz, hayatta kalma güdüsü hep karşı çıkar. Bunun bir sürü adımı var ,bir sürü katmanı, aşamaları, birbiriyle aynı anda ilerleyen bir sürü duygu serisi var. Bunun gibi kısa bir vidyoya sığmaz yani, uzun metraj çekmeliyiz, üçleme çekmeliyiz, yahut bir dizi, başrolünde en sevdiğiniz oyuncu olur, bunun gibi silik bir adam değil. Bu son versiyonun ise bence, neredeyse her şeyi tamam. Ufak bir eksiği dışında.

Sonu yok. Bize ayrılan sürenin sonuna gelip, kameralarımız başrolümüzden uzaklara çevrilirken, o hâlâ çırpınmaya, ağlamaya, yalvarmaya, tekmelemeye, bağırmaya, inlemeye ve tekrar tekrar parçalanıp yeniden birleştirilmeye devam ediyor.

  • Dostoyevski’yi, Marguerite Yourcenar’ı, Borges’i Tanpınar’ı, Atay’ı, Mithat Cemal’i, Filibeli’yi... okuyan, onlardaki dehayı gören bugünün sanatçıları vasata nasıl razı oluyoruz? Ürettiğimiz vasat metinleri nasıl, ne yüzle “piyasa”ya sürebiliyoruz, arkasında duruyoruz, kayıt altına alıyoruz? Şaşılacak şey! İnsan utanıyor. (AE)