Yeryüzünün en zengin kadını

Şeker tüccarı ne iş yapar? Annem dedi ki saraylara şeker satar.
Şeker tüccarı ne iş yapar? Annem dedi ki saraylara şeker satar.

Ufak bir sessizlik oldu, sanki kraliçe bu defa sormamı bekliyordu. Ben de sordum. Peki, kâhin ne dedi? “Yeryüzünün en zengin adamıyla evleneceksin. Önce, evlendiğin günden kırk sene say. Yaşayacak ve ölecek. Seni yeryüzünün en zengin kadını yapacak. Sonra öldüğü günden kırk sene say. Yaşayacak ve öleceksin. Senden sonra geleni ne edesin.”

Güneş Asos’a doğmaz ama hep Asos’tan batar. Bu yüzden, Asos’ta hikayelerin nasıl başladığının bir önemi yoktur. Nasıl biteceğini ise kahinler söyler. Dizinin dibine oturdum ve başımı kaldırıp kraliçenin ihtiyarlıktan kırış kırış olmuş yüzüne baktım. Yanağının elmasında görüntüsü çileği andıran bir leke vardı. Ona odaklanmamaya çalıştım. Nihayetinde bir kraliçenin neye alınacağını kestiremezdim. Rhû Çölü’nü aşıp Asos’a önceki hafta gelmiştim. Huzura kabul edilmem epey sürdü. Bu süre zarfında sarı, büyük taşlarla döşeli yüksek iç surların dışında eski bir dost evinde konakladım. Zanaatkarlar Çarşısı dedikleri mahallenin kıyısında, hemen ortasından tek ayaklık bir su yolu geçen, kesinlikle ağaçsız ama kaldırımları daima gölgelik bir sokakta. Üç, dört katlı yapılara gerilmiş türlü kumaşların ve geniş çatıların arasında gökyüzü ince bir şerit gibi yer yer gözüküyordu. Bu mahallede bir binanın çatısına çıkmadıkça güneşe dokunmak nadiren erişilebilecek ve insanın özlem duyabileceği bir lütuftu.

İşin tuhaf yanı mahalle sakinlerinin çoğu güneşe inanıyordu. Güneşe ve güneşle gelen nimetlere. Ben güneşe inanmam, o günlerde hasretini de çekmiyordum zira çölü yeni geçmiştim. Kıymetini çok sonraları öğrendim, fakat o başka bir anı. Bu hikâyede yeri yok. Ama şunu inkâr edemem, tanıştığım insanlar arasında en sıcak kanlı olanlar onlardı. Asos insanları. Hoşsohbetlerdi. Bunu Asos ziyaretimin her anında hissettim. Dilencisinden kraliçesine anlatmayı severlerdi. Anlattıklarıysa kimi zaman ilgi çekici şeylerdi. Dinleyeni yormayan, çoğu zaman kıssadan hisse. Yine de Asos’a gelenin yurduna döndüğü vakit komşularına bilhassa anlatacağı şey işittiği hikayeler olmazdı. Çünkü Asos’ta gördükleri ve tattıklarından, işittiklerine sıra geleceğini sanmam. Asos’ta ne gördükleri ve ne tattıklarıdır: Şehir dönemin baharat ülkesi olarak bilinir. Yahut bilinirdi. Geçen zamanla birlikte damaklara, Asos’un sonsuz baharatlarının tadını unutturacak bir hastalık yayılmış.

Başta sadece saraya sunulmuş, öyle derler. Esasında menşei doğu imiş bu lezzetin. Tüccarın biri, sihri kervanlarla taşımış. On yedi uçlu sıra dağları en kuzeyinden dolanmış on yedi devletin on yedi uç memuruna on yedi altın, on yedi gümüş sikke vermiş. Eşkıyanın haracını söylemeye ne hacet. Nihayetinde Zengin Adamın Cebi dedikleri o bereketli koya vardığında çektiği cefanın karşılığında beklediği mükafatı kraldan gayrısının veremeyeceğini düşünmüş olsa gerek ki sarayın kapısında yatmış, beklemiş. İlk rüşveti sabahçı muhafıza yedirmiş. Sabahçı muhafız görevi akşamcı muhafıza devrettiğinde ikinci rüşvetten nasiplenen de o olmuş. Ancak akşamcı muhafız para ile yetinmemiş sihrin de tadına bakmak istemiş. Bir parça kırıp tattırmış tüccar. Öyle lezzetliymiş ki tüccarın sırrı, muhafız sihri tadarken dilini ısırıp kopardığından bir daha konuşamamış. Ama öyle ama böyle tüccara hürmetinden onu aldırmış içeri. O tatmış bu tatmış derken tüccar kendini vezirin huzurunda bulmuş.

Artık ne verecek parası ne de krala sunacağından başkaca sihri kalmış. Vezir devlet erkanına lafını anlatadursun odanın bir köşesinde kendisine söz verilmesini bekleyen tüccarı zaten görmezmiş. Tüccar zeki adam, vezirin cinlerinden birine seslenmiş; “Efendi cin buraya bak.” Cin, yüzünün önüne düşen altın yaldızlı tülbendini kaldırıp türlü renk ve parlak pullarla bezeli türbanının arasına sıkıştırmış. O an fark etmiş tüccar, cinin gözlerindeki kızıl gün doğumunu ve anlamış cinin maharetli denilenlerden olduğunu. Bu bir hissiyattan ziyade mühürdür. Maharet kiminin benzine kiminin gözüne ama mutlaka yüzüne bir yere ilişir. Sizin, demiş tüccar cin taifesini kastederek, pek maharetli olduğunuzu söylerler. Bana yardım eder misin? Tüccarın cine ne vadettiği bilinmez yahut cinin tüccara ne teklif ettiği. Ama aynı gün tüccar, kendini kralın huzurunda bulmuş.

Kesesi boş ancak cebinde çilek büyüklüğünde bir şeker.
Kesesi boş ancak cebinde çilek büyüklüğünde bir şeker.

Kesesi boş ancak cebinde çilek büyüklüğünde bir şeker. Krala sihrini ikram etmiş. Hemen bitmesin diye de çiğnemeyin haşmetmeab efendimiz, demiş. Kralın tadımcıbaşı şekere bir öpücük kondurmuş. Meclis adamın ölmediğine hem fikir olunca şeker, krala uzatılmış. Kral, tadımcısının işi bildiğini sanmış olacak ki o da öpücük kondurmuş şekere. Tüccar, dilinizi kullanın yüceler yücesi deyince, kral da şekerin tadına varmış. Avcuna tükürüp eşine uzatmış. Hanımı da pek beğenmiş şekeri, bitirmeye kıyamamış ama çileğin iyiden iyiye ufaldığını görünce, o da mendiline tükürüp baldan tatlı, kaymaktan ballı, dünya güzeli, ahiret meleği kızına uzatmış. Nihayetinde şeker yavru ceylanın dişleriyle sol yanağı arasında fani mevcudiyetini tamamlamış. Kralın emriyle tüccar Asos’un dört bir yanında işlemiş bu sihri. Ta ki her damakta aranan bir tat oluncaya dek. Şeker, tüccarın zenginliğine zenginlik, soyuna soy katmış.

Birkaç ay dönümü sonra kral ve kraliçenin ölüm haberi geldiği vakit tüccar işitmiş ki ölümlerine sebep olan ağızlarının kuruması, dillerinin düşmesiymiş. Üstelik o dünyalar güzeli kızın da yanağında bir veba belirmiş, çilek büyüklüğünde. Tüccar, kimselere ses etmemiş ama vasiyetinin şu olduğunu söylerler: soyumda kim Asos’a tüccar kral olursa boğulmadık tek cin bırakmasın. İşte dizinin dibindeydim. Bir an yine gözüm yanağındaki lekeye kaydı. Hemen bakışlarımı kaçırdım. Şimdi gözlerime bir çift ayak uydurdum, o ayaklarla mermerin damarlarında geziniyordum. Kraliçenin sesi nihayet derin huzursuzluğumu aldı götürdü. Sana, dedi, ozan efendi. Nasıl yeryüzünün en zengin kadını olduğumu anlatacağım ki benim ardımdan yeryüzünde baki bir seda misali, kulaktan kulağa hikâyem dolansın. Artık uzun uzadıya anlatamayacak kadar yaşlı ve yorgunum.

Birkaç ay dönümü sonra kral ve kraliçenin ölüm haberi geldiği vakit tüccar işitmiş ki ölümlerine sebep olan ağızlarının kuruması, dillerinin düşmesiymiş.
Birkaç ay dönümü sonra kral ve kraliçenin ölüm haberi geldiği vakit tüccar işitmiş ki ölümlerine sebep olan ağızlarının kuruması, dillerinin düşmesiymiş.

O halde ağzımdan çıkanları iyi dinle: “Onu başında şeker dolu tepsiyle kendi düğünümde görünce üç gün ağladım.” Kimi, istemsiz atıldım. Tek kelime bile kaçırmak istemiyordum. Ama ağzımdan çıkan soruyla pişmanlığım bir oldu. “Sözümü bir daha kesme, seni azarlayacak, sana adap öğretecek yahut seni cezalandıracak gücüm yok. Sadece dinle.” Mahcup, başımla onayladım.

“Bizde düğünler yedi gün yedi gece sürer. Üçüncü günün gecesinde anneme sordum. Kimin torunu bu? Annem dedi ki şeker tüccarının. Bir gün daha ağladım. Dördüncü günün gecesinde anneme sordum. Şeker tüccarı ne iş yapar? Annem dedi ki saraylara şeker satar. Bir gün daha ağladım. Beşinci günün gecesinde anneme sordum? Şeker tüccarının oğlu ne iş yapar? Annem dedi ki, o da şeker satar, Asos’un çarşısında yedi dükkânları, yedi limanda şeker yahut altın yüklü yedi gemileri var. Bir gün daha ağladım. Altıncı günün gecesinde anneme sordum. Şeker tüccarının torunu ne iş yapar? Annem dedi ki, o da şeker satar, başında bir tepsiyle düğünden düğüne gezer. Kendi düğününde bile mi? Demek ki, dedi annem. O gece ağlamadım, sabahında da ağlamadım. Sonrasında da. Yedinci gündü, kâhine koştum. Kâhin konuştu ben sustum. O geceden sonra bir daha hiç ağlamadım.”

Ufak bir sessizlik oldu, sanki kraliçe bu defa sormamı bekliyordu. Ben de sordum. Peki, kâhin ne dedi? “Yeryüzünün en zengin adamıyla evleneceksin. Önce, evlendiğin günden kırk sene say. Yaşayacak ve ölecek. Seni yeryüzünün en zengin kadını yapacak. Sonra öldüğü günden kırk sene say. Yaşayacak ve öleceksin. Senden sonra geleni ne edesin.”