Zeynep Hicret’in Öykülerinde Mekân İzleği

​Bir ailenin, bir şehrin, bir ülkenin, bir coğrafyanın içine doğuyoruz.
​Bir ailenin, bir şehrin, bir ülkenin, bir coğrafyanın içine doğuyoruz.

Zeynep Hicret’in Kırmızının Çağrısı kitabında mekân tek şehir ve tek ilçedir: İstanbul, Fatih. Haliç, Balat, Fener, Zeyrek, Fethiye, Çarşamba semtleri zaman zaman sokak adlarıyla yer alır. İsim belirtilmeyen öyküler vardır elbet fakat hikâyelerin genel atmosferi o kadar ortaktır ki “hep aynı boşluk” olduğundan kuşku duymayız.

“Yeri gelmişken belirtmek isterim, postmodern dediğimiz şeyi zamansal olarak ‘modern sonrası’ diye çevirirsek çelişiriz. Gayet doğal. Çünkü bunlar da çelişiyorlar. Doğrusal bir zamandan bahsedemeyen ve bu fikre karşı çıkan adamlar ismi koyarken neyi hedeflemişler anlamak zor.”

Bülent Ayyıldız

Tanrı’nın ve yazarın ölümünden sonra, zamanın yok olduğu ve mekânın parçalandığı postmodern bir cezbe hali hâsıl oldu. Edebi kanona baktığımız zaman, hatırı sayılır miktarda eserin o cezbe halinde verildiğini, arkadaşlarımızın bir anda kendi gerçeklerinden kaçarak kurmaca bir dünyada var olmaya çalıştığını gördük. Sürdürdüğümüz sohbetlerde “Aman sen de canım, artık modası geçti bunların, hangi çağda yaşıyoruz, mahza postmodern olduk,” cümleleri ile karşılaştık. Bunların hepsi birer imkândır ama içinde bulunduğumuz dünyayı ve o dünyanın bize dayattığı gerçekleri de yok saymamak kanaatindeyim.

Hiçbirimizin zaman algısı da mekân algısı da değişmedi çünkü karılarımızı, kızlarımızı hâlâ makul saatlerde eve bekliyoruz. Kendi gerçeğini eserlerine yansıtan yazarlara ayrı bir saygı duyuyorum o yüzden. Gerçek bir hayatı, bizim alışık olduğumuz formatta önümüze seren kitaplara da. Zeynep Hicret o yazarlardan biri. Bu yazıda Hece Yayınları’ndan çıkan Kırmızının Çağrısı adlı ilk öykü kitabı üzerinden, Hicret’teki mekân algısının ve o algının bir sığınma hali olarak varoluşunun izini süreceğiz.

Bir ailenin, bir şehrin, bir ülkenin, bir coğrafyanın içine doğuyoruz. Belli aidiyetler ve belli kurallar ile yetişiyor, belli bir ahlak anlayışına, karaktere, dünya görüşüne sahip oluyoruz. İçinde bulunduğumuz mekân bizi dönüştürürken, biz de ürettiğimiz sanat eseri neyse onunla, şehrin sözcülerinden biri oluyoruz. Mekânların insanları etkilememesi mümkün değil. Çünkü biz hep mekânı bir varoluş ve yaşam tarzı olarak hissettik. Sokaklardan, bahçelerden, limanlardan bahsediyorum evet. Dışarıda yaşanan bir çocukluktan, evlerde yaşanan bir sıkışmadan ama her halükarda hissedilen bir mekândan bahsediyorum.

Sokaklar, parklar, bahçeler, geniş evler, yoğun akrabalık ilişkileri, aidiyet kayboluyor ve o durumu; bu ruh halinde büyüyenler daha sonraki kuşaklarda yazsın. Ama biz, içinde acı çekse de bir mekânı olan çocuklardık ve bunu atlayamayız. İlerleyen zamanlarda mekân kaybolup insanlar küçücük kutuların içinde konserve bir varoluş sürdürürken, mekânın geçmişteki türdaşları için içerdiği anlama bakmak isteyen bir çılgın olur belki. Kendi kuşağına benzemeyen o insan, mekânın son şahitleri için mekânın ne demek olduğunu anlamak ister. Çünkü yitirilen bir şeyin içindeyiz ve çünkü belki de bazılarının sığınacak sadece birkaç mekânı var.

Mekânın etkisi öyle barizdir ki Avusturya edebiyatını Alman edebiyatından ayıran en büyük çizgidir mesela. “Alp Baskısı” olarak nitelendirilen durum; bu klostofobik ülkenin dağlarının oluşturduğu düşünsel derinlik ve felsefi dil olarak ortaya çıkar. Atmosferin etkisi romana, şiire, müziğe, resme felsefi bir arka plan katar. Homo Austriacus’tan biri olan Thomas Bernhard’da da felsefeye ait büyük argümantasyonlar, kötülük-thodise sorunu, varoluş gibi meselelerin ele alındığı görülür. Hatta Alp Baskısı söyleyiş biçimine dahi etki etmiştir. Bernhard’da görülen spiral, helezonik, şizoid söylemler, aşırı tekrar ve pekiştirmeler de bundan mülhemdir.1

Zeynep Hicret’in Kırmızının Çağrısı kitabında mekân tek şehir ve tek ilçedir: İstanbul, Fatih. Haliç, Balat, Fener, Zeyrek, Fethiye, Çarşamba semtleri zaman zaman sokak adlarıyla yer alır. İsim belirtilmeyen öyküler vardır elbet fakat hikâyelerin genel atmosferi o kadar ortaktır ki “hep aynı boşluk” olduğundan kuşku duymayız. Bu mekân öykü figürlerinin ruh haline ve davranış biçimlerine etki eder kuşkusuz. Hikâyelerdeki kapalı uzam karanlık, kasvetli, boğucu olarak öne çıkar ve sıkışmışlık halini barındırır. Sabit bir kahraman sıkıştığı yeri kabullenmiştir ve içinden çıkmak için nadir olarak hamle yapar. Kapalı uzamların devamında, bir alternatif yahut pencere olarak ise açık uzamlar yer alır. Açık uzamlar sokak, pencere, bir ağacın tepesi, çarşı ve dükkânlar, deniz görüntüsü, merdivenler gibi içinde hareket ve insan barındıran yerlerdir. Sıkışan ve kaçmayı aklına bile getirmeyen kahraman için, açık uzamlar bir soluklanma imkânı barındırır fakat asla özgürlüğe giden bir yol değildir.

Kırmızının Çağrısı’nda kitabın ilk öyküsü “Patlıcan Oturtma”da kapalı uzam mutfaktır. Kadın akşam yemeği için uğraşırken bir yandan da rutininden ne kadar sıkıldığını görürüz. Akşama kadar evde olmanın değil, hayatı boyunca evde olmanın geçmiş ve gelecek bütün yüklerini üzerinde hisseder ve o ruh halinin ağırlığı ile söylenir: “Dediğim gibi o sırada oturtma yapıyordum. Ev ahalisi akşama aç gelecekti. Kırk yıl yemek görmemiş canavarlar gibi mutfağa dalacaklar, tencerelerin başına üşüşeceklerdi. Kaç kere dedim. İstemiyorum şu mutfağa girmenizi, sofra kurulacak herhalde, ben sofrayı kurana kadar duş alın, kendi işinize bakın. Yok laf anlatamazsın bunlara, illa hemen çorlanacaklar. Bir de beğenmezler. Şu yok mu, bu yok mu? Her akşam da pilav yenmez ki canım. Ben yapmaktan bıktım, onlar yemekten bıkmadı.” (sayfa 7)

Kahraman, patlıcanları ocağa koyduğunda sokaktan bir ses duyar ve açık uzama geçilir. Az önceki söylenmelerin, daralmaların, bildik bir hayatın dışındadır ses. Sokaktan patlıcancı geçiyordur ve seyir başlar. Sıkışan kahraman için sokaktan geçen satıcı, satıcıdan patlıcan alanlar, yoldan geçenler, insanların birbiri ile muhabbetleri, pencereden sokağa sarkan sepetler hep bir tutunma sebebidir. Kahramanlar daima dünyaya bakar ve içinden çıkamadığı mekânlarda kendine şahitlik edecek birini arar. Bu arayış o kadar güçlüdür ki zaman mefhumu kaybolur neredeyse. Hikâyenin sonunda kahraman dalgınlıkla yemeğini yakar ve kendi gerçekliğine, kapalı uzama, büyük bir sinirle geri döner.

Zeynep Hicret’te sokak derin, ayrıntılı ve renkli olsa da kimi zaman ruh hali o kadar kıstırılmıştır ki, mekân bir tablo halinde asılı kalmıştır sanki. Sokaktaki her şeye dikkatle ve hâlâ bir çocuk hayretiyle bakan kahramanlar, o donukluğun karşısında iyice umutsuzluğa kapılır. “Kar Yağıyor” adlı hikâye; yatalak babaanneye bakılan kapalı bir uzamda geçer yine. Yer dar olunca elbette duygu ve gözlemlerde bir derinlik başlar. Bu hemen hemen yazarın tüm öykülerinde geçerlidir. Çevre gözlemlenip genel bir ruh hali verildikten sonra kahramanın kendi kendine sorduğu sorular başlar. Bu sorular ve verilen cevapların, kapalı uzamdan menkul bir felsefi temele sahip olduğunu görürüz.

Hikâyenin sonunda kahraman bir güç kazanmak için açık uzama doğru hareket eder ve sokağa bakar. Hâlbuki aradığı şey hâlâ yoktur: “Her şey tanıdık geliyor gözüne. Bu tablonun hiçbir yerine dokunulmamış. Kilisenin yeri, rengi, açısı bile değiştirilmemiş. Şu yokuş desen yine dünkü gibi tam da onun penceresinin altından kavis alıyor. Karşı komşunun perdeleri bile hâlâ mavi çiçekli ve bugün de öğleden önce açılamayacaklarından çiçeklerin boyunları bükük, melül melül bakıyorlar. Bakkal desen yerli yerinde, boş kasaları kapısının önüne yığmış gene.” (sayfa 36-37)

Açık uzamlar sadece bir nefeslenme, durup dinlenme, kendine gelme imkânıdır. Zeynep Hicret öykülerinde kaçmak ve kurtulmak isteği yoktur. Tahta evlerde, küf kokuları arasında, rutubetli duvarlarda, köhne eşiklerde ömrünü tüketen kahramanlar yerinden kalkıp sokağa bakacak gücü bulamazsa bile göklere çevirir başını. Gök Allah demektir. Ya da bir çağrı bekler, bir ses. Sadece ezanlar ona yalnız olmadığını hissettirir: “Burası en emin yerdi. Göğe yakın olmak, gökten beslenmek. Hayatı boyunca göğe âşıktı. Ona göre göğün hilesi yoktu. Bütün kötülük arzda detay buluyordu. Neyi olsa kucaklıyordu yer. Kendine çağırıyordu bütün kovulmuşları. Oysa gök öyle miydi? Kötülüğü kendinden silkeliyor, kendini arındırıyor, ona sığınmayı akıl edenlere bütün katlarını cömertçe açıyordu.” (sayfa 23)“Kırmızının Çağrısı” adındaki bu öyküde açık uzam düşünülüp rahatlanmaya çalışılsa da, en azından bir nefesleniş söz konusu değildir. Hikâyenin sonunda kahramanın içinden kırmızı bir gölge çıkar ve odanın duvarlarında dolaşmaya başlar. Bu defa, ölüm onu özgürleştirecektir.

“Yağmurlar Yüzünden” adlı hikâyede yine bir kadını görürüz. Eşi işte, sokakta, kahvede zaman geçirirken o da kapalı bir uzamda sıkılmaktadır. Birtakım sebeplerden dolayı başka bir şehre taşınılır. Yeni şehir yeni umutlar demektir. Burada artık her şey güzel olacaktır. Fakat umut edilen gerçekleşmez ve hayat aynı minvalde devam eder. Kapalı uzam olarak ruh halinin benzer şekilde sürmesi kıstırılmışlık duygusunun şiddetlenmesine neden olur. Ümit etmeye devam etmek ve kendini kandırmak için tüm sebepler tükendiğinde yeni bir bahane bulunur.

Her şey yağmurların suçudur: “Bu şehirde düzelecekti ama yağmurlar düzelmesine izin vermedi. Şöyle bir kahveye uğradığında yağmur bastırdı. Eve ekmek süt lazım olduğunda, çocuk ateşlendiğinde, ben bayıldığımda, yağmurlar yüzünden gelemedi; kumar masalarında sabahladı. Arkadaşları bu havada yola çıkmasının aptallık olduğunu söylediler, evdekiler bir şekilde başlarının çaresine bakar dediler.” (sayfa 46) Bu hikâyede ruhun aldığı darbeleri açık uzamın bile hafifletemediğini görürüz. Açık uzam artık bir kurtuluş ve nefeslenme olmaktan çıkmış, oradan da bir kuşatma başlamıştır.

“Kiralık İntihar”da kapalı uzam yine bir ev, bir odadır. Bu sefer dünyaya açılan kapı ise kitaplardır. Kahraman Martin Eden, Virginia Woolf, Pavese, Beşir Fuad, Sadık Hidayet, Hemingway, Lucanus gibi yazarları okumuştur muhtemelen çünkü onların intiharına aşinadır. Kafasında hangi yazarın intiharının daha temiz olduğu sorusunu evirip çevirmekte ve kendine bir rol model seçmek istemektedir: “Yaşamak gözüme sevimsiz, sümüklü, eli yüzü kir pas içinde bir çocuk gibi görünüyordu. Her şey sevimsizdi. Kediler sevimsizdi, bulutlar sevimsizdi, ben sevimsizdim. Kendimi yok edecektim. Ne olacaksa tek seferde olsun bitsindi.” (sayfa 54) Dünyaya açılan bir pencere olarak kitaplar ruhu genişletmeye yetmemiş, ölüm mutlak bir özgürlük umudu olarak var olmaya devam etmiştir.

Kıştan çıkan insanlara baharın rengini ve neşesini yeniden veren renkçiler, evinden çıkamayan yaşlı Arelyus’un güvercini, Merdivenli Mektep Sokağı’nın delisi, müzenin bahçesindeki Rum bekçi, antikacı dükkânı, her şeyi terk etmek isteyen adamın yaşadığı ağaç gibi öğeler de Zeynep Hicret’in öykülerini kapalı uzamdan açık uzama taşır. Semtin yapısından kaynaklı kozmopolit enerji evlerdeki sıkışmışlığa bir alternatif olarak hayatı zenginleştirse de hiçbir zaman yeterli gelmeyecektir.

İlk kitapları her zaman çok önemserim. İlk kitaplar daha açık ve samimidir. Yazar sonradan öğrenir kendiyle yazdıkları arasına mesafe koymayı. Kurguyu. Başkasını. Ustalaşmayı. Zeynep Hicret’in sıkışan, nefeslenme ihtiyacı duyan ama kaçamayan kahramanları o kadar uzakta değil. Herkesin kendine bakması yeterli. Bizim gerçeğimizi samimiyet ve başarıyla anlattığı için Zeynep Hicret’i önemsiyorum. İkinci öykü kitabı Çolak Hattat’ta ise; başkası, kurmaca, gizleme daha çok ön plana çıkmış ve ustalaşma başlamış. Ve elbette bu başka bir yazının konusu.

  • 1 Felsefe Edebiyata Kendini Nasıl Eklemler?, Ahmet Sarı, Çizgi Kitabevi Yayınları