Byung-Chul Han: Günümüzde sanat bile kimseyi yaralamayı göze almıyor

Byung-Chul Han, Güney Kore doğumlu İsviçre-Alman bir filozof ve kültür teorisyenidir.
Byung-Chul Han, Güney Kore doğumlu İsviçre-Alman bir filozof ve kültür teorisyenidir.

Güney Koreli yazar, kültür kuramcısı ve filozof Byung-Chul Han'ın 2014 yılında Almanya’nın ünlü bilim dergisi Zeit Wissen (Zeit Bilim) için verdiği röportaj, bu ay Skyroad'da okurlarıyla buluştu.

Şu anda ne üzerine çalışıyorsunuz?

Güzellik hakkında yeni bir kitap yazıyorum. Buna Botho Strauss’un bir söyleşisini okuduktan sonra karar verdim. (Botho Strauss’a söyleşide) neyi özlediği sorulunca: "Güzelliği özlüyorum." dedi. "Güzelliği özlüyorum." Başka da bir şey söylemedi. Ben bunu anladım ve sonra da güzellik üzerine yazayım diye düşündüm.

Berlin Sanat Üniversitesi'nde profesördü ve hala ara sıra burada dersler veriyor.
Berlin Sanat Üniversitesi'nde profesördü ve hala ara sıra burada dersler veriyor.

Demek güzellik üzerine düşünüyorsunuz. Bu düşünceyi tanımlar mısınız?

Düşünüş, içerisinde benzerlikleri algılamayı barındırır. Sık sık olaylar arasındaki, güncel bir olay ve geçmişte yaşanmış bir olay arasında mesela, ya da aynı anda vuku bulan şeyler arasındaki benzerliklerin aniden farkına varma deneyimini ediniyorum. Bu bağlantıların izinden gidiyorum.

Sizce güzellik nedir?

Günümüzde gerçekleşen ya da popüler olan farklı şeyler arasında bir bağlantı görüyorum. Örneğin Brezilya ağdası, Jef Koons heykelleri ve iPhonelar.

Yani tüy almayı bir sanatçıyla ve akıllı telefonla mı kıyaslıyorsunuz?

Ortak özellikleri kolaylıkla görülebilir: pürüzsüzlük. Bu pürüzsüzlük günümüzü simgeliyor. LG’nin çıkardığı akıllı telefonu, G Flex’i biliyor musunuz? Bu akıllı telefonun çok özel bir kaplaması var: eğer çizilirse, çizikleri çok kısa bir süre sonra yok oluyor. Yani telefonun kendi kendini iyileştiren, neredeyse canlı bir derisi var. Telefonun her daim pürüzsüz kaldığı anlamına geliyor bu. Kendime bir objenin üstünde bir-iki çizik olsa ne fark eder diye soruyorum, pürüzsüz bir yüzey için bu çaba niye? İşte burada pürüzsüz akıllı telefon, pürüzsüz cilt ve aşk arasında bir bağlantı kurmuş oluyoruz.

Aşk mı? Açıklayın lütfen.

Byung-Chul Han, Seul'deki Kore Üniversitesi'nde metalurji eğitimi aldı
Byung-Chul Han, Seul'deki Kore Üniversitesi'nde metalurji eğitimi aldı

Akıllı telefondaki bu pürüzsüz yüzey dayanıksız bir cilt değil, incinmeyi önleyen bir cilt. Ve konu aşka gelince bugünlerde incinmekten kaçındığımız da bir gerçek değil mi?

Savunmasız olmayı istemiyoruz, herhangi bir şekilde yaralamaktan ve yaralanmaktan uzak duruyoruz. Aşk büyük bir adanışı gerektiriyor, fakat incinmeye yol açacağı için bu adanıştan kaçıyoruz. Tutkudan kaçıyoruz, âşık olmak çok acı veriyor.

Âşık olmaya izin yok artık. Fransızca’da âşık olmaya "tomber amoureux" (aşka düşmek) deniyor. Buradaki "düşmek"in anlamı çok olumsuz; sahiden de kaçınılması gereken bir yarayı işaret ediyor. Bir başka fikirle daha bağlantısını görüyorum…

Bir "Beğen" (Like) çağında yaşıyoruz. Facebook’ta "Beğenme" (Dislike) butonu yok, yalnızca "Beğen" var ve bu "Beğen" iletişimi hızlandırırken "Beğenme!" yavaşlatıyor. Benzer şekilde incinmek de iletişimi yavaşlatıyor. Bugün sanatın bile artık kimseyi yaralama derdi yok. Jef Koons’un heykellerinde hiçbir hasar, kırık, çatlak yarık, sivri köşe; herhangi bir kırışıklık dahi göremezsiniz. Her şey yumuşak ve pürüzsüz geçişlerle akar. Her şey zımparalanmış, parlatılmış ve düzeltilmiştir; Jeff Koons’un sanatı pürüzsüz yüzeylerden oluşur. Günümüzde bir hoşluk/beğenilirlik kültürü doğuyor. Aynı durum siyaset için de geçerli.

Siyasetin pürüzsüz olduğunu mu söylemek istiyorsunuz?

Politikacılar da her tür adanmışlıklardan kaçıyorlar. Günümüzde gelişen siyaset, bir beğenilme siyasetidir. Bu siyasetin örneklerinden biri kim olabilir? Belki Angela Merkel. İşte bu yüzden bu kadar popüler. Bir kanısının, vizyonunun olmadığı besbelli.

Bir gözü kamuoyunun bakış açısında oluyor, kamuoyunun fikri değişirse kendi bakışı da değişiyor. Fukuşima’daki felaketten sonra birden nükleer güce karşı oldu. Oldukça kurnaz olduğu da söylenebilir. Hâl böyle olunca bugün gerçekten pürüzsüz bir siyasetle muhatap oluyoruz.

Pürüzsüz cilt, pürüzsüz sanat ve pürüzsüz siyaset arasında ilginç bir bağ var. Gerçi empatiyle yaklaşınca politik eylem, vizyon ve adanmışlık gerektiriyor, siyasetin aynı zamanda yaralayabilir olması gerekiyor. Ama bugünün pürüzsüz siyaseti bunu yapmıyor.

Yalnızca Angela Merkel değil, bugün politikacıların hiçbiri bunu yapma kabiliyetine sahip değiller. Onlar sistemin "sevecen" uşakları sadece. Sistemin parçalarını çöktüğü yerde onarıyorlar ve bunu başka alternatif yokmuşçasına bir illüzyonla yapıyorlar. Fakat politikacıların bir alternatif sunmaları gerekli, aksi takdirde yaptıklarının diktatörlükten hiçbir farkı olmaz. Biz bugün neoliberalizm diktatörlüğü altında yaşıyoruz. Neoliberalizmde herkes kendinin girişimcisidir. Marx’ın zamanında kapitalizm tümüyle farklı bir çalışma yapısına sahipti. O dönemde ekonomi, fabrika sahipleri ile fabrika çalışanlarından ibaretti ve hiçbir fabrika çalışanı kendinin girişimcisi değildi. Dışarıdan gelen bir sömürü mevcuttu. Bugün biz kendimizi sömürüyoruz. Kendimi ifade ettiğim yanılsamasına kapılarak sömürüyorum kendimi.

1980’lerde Almanya’ya taşınarak felsefe, Alman edebiyatı ve Katolik teolojisine yoğunlaştı.
1980’lerde Almanya’ya taşınarak felsefe, Alman edebiyatı ve Katolik teolojisine yoğunlaştı.

Neoliberalizm, genellikle sol görüşün kullandığı bir silah olarak görülüyor.

Bu doğru değil. Neoliberalizm özgürlüğün sömürüsüyle ilişkili olduğu için mevcut toplumun durumunu çok iyi tanımlıyor. Sistem, verimliliğin artışı için çabalıyor ve bu nedenle başkasının sömürülmesinden kendiliğin sömürülmesine geçiyor. Çünkü bu, özgürlük adı altında daha büyük bir verim ve üretkenlik meydana getiriyor.

Kendimizi sömürüyoruz, ne siyasette ne de aşkta hiçbir şeyi göze almıyoruz ve yaralamayı ve yaralanmayı istemiyoruz. Tahliliniz pek iç açıcı değil.

Üzgünüm ama bunlar gerçekler.

Böyle bir toplumda birey mutluluğa nasıl erişilebilir?

Sistem bunu güçleştiriyor. Ne istediğimizi bile bilmiyoruz. İhtiyaç duyduğumu sandıklarım aslında ihtiyaçlarım değiller.

1959’da Seul’de doğdu.
1959’da Seul’de doğdu.

İndirimli kıyafet mağazası Primark’ı ele alalım mesela. Her şehirde Primark olmadığı için insanlar bir arabayla (bu mağazalara) ortaklaşa yolculuk düzenliyorlar. Sonrasında varınca mağazayı neredeyse talan ediyorlar. Yakın zamanda bir kız hakkındaki bir gazete makalesine denk geldim; Alexanderplatz (Berlin)’ta C&A’in yan mağazasına Primark açılacağını duyunca sevinç çığlığı atarak, "Burada Primark açılırsa hayatım kusursuz olacak." demiş. Bu onun için gerçekten kusursuz bir hayat mı, yoksa tüketim kültürü tarafından üretilmiş bir yanılsama mı? Burada gerçekte ne olduğuna bir bakalım. Kızlar yüzlerce elbise satın alıyorlar, bunların her biri belki beş Avro ediyor, bu başlı başına delilik. Çünkü Bangladeş gibi ülkelerde insanlar bir giysi fabrikası çökerse bu elbiseler için ölüyorlar. Böyle kızlar yüz tane elbise alıyorlar ama bu elbiseleri hemen hemen hiç giymiyorlar. Bu elbiselerle ne yaptıklarını biliyor musunuz?

YouTube’ta, "haul videoları"nda (alışveriş videolarında) gösteriyorlar.

Kesinlikle, reklamını yapıyorlar! Satın aldıkları kıyafetlerin reklamını yaptıkları ve mankencilik oynadıkları bir yığın video üretiyorlar. Her YouTube videosu yarım milyon kez izleniyor.

Tüketiciler kıyafet ve tüm diğer şeyleri satın alıyor, ama bunları kullanmayıp reklamını yapıyorlar.

Bu reklamlar da yeni tüketimlerin yolunu açıyor. Diğer bir deyişle "şey"lerin kullanımlarıyla bağlantısız, safi bir tüketim bu. Şirketler tanıtımlarını tüketicilere devrettiler, kendileri reklam yapmıyorlar artık. Kusursuz bir sistem.

Buna itiraz etmeli miyiz?

Primark geliyor ve hayatımı kusursuzlaştırıyorsa buna niye itiraz edeyim?

Psikopolitika’da "Özgürlük bir epizot hâline gelecektir." diyorsunuz. Neden?

Özgürlük zorunluluğun karşıtı. Eğer size özgürlük olarak tanıtılan zorunluluğun bilinçsizce farkına varırsanız özgürlüğünüz biter. Buhranda oluşumuz bu yüzden. Özgürlüğün buhranı, zorunluluğu özgürlük olarak algılayışımızda yatıyor, bir direniş bu nedenle mümkün değil. Beni bir şey yapmaya zorlarsan bu dış baskıyla mücadele edebilirim. Ama artık ortada beni bir şey yapmaya zorlayan bir karşıt yoksa bir direnç de olamaz. Jenny Holzer’ın duyurduğu, kitabımın girişindeki cümleyi bu sebeple seçtim: "İstediğim şeyden koru beni."

Han, araştırmalarında on sekiz, on dokuz ve yirminci yüzyıl felsefesi, etik, fenomenoloji, kültür kuramı, estetik, din, medya kuramı ve kültürlerarası felsefe gibi konulara yöneldi.
Han, araştırmalarında on sekiz, on dokuz ve yirminci yüzyıl felsefesi, etik, fenomenoloji, kültür kuramı, estetik, din, medya kuramı ve kültürlerarası felsefe gibi konulara yöneldi.

Yani kendimizi kendimizden mi korumamız gerekiyor?

Eğer bir sistem özgürlüğüme saldırıyorsa direnmem gerekir. Tehlikeli olan, günümüzde sistemin özgürlüğe saldırmayıp onu araçsallaştırması. Örneğin 1980’lerde nüfus sayımı yapılırken gösteriler yapılıyordu, devlet dairesine bir bomba bile koyulmuştu. Ülkelerinde, istemedikleri hâlde kendilerinden bilgi talep eden bir düşman olduğu için insanlar sokaklara indi. Bugün kendimiz hakkında daha önce hiç olmadığı kadar çok bilgi ele veriyoruz. Bu neden protesto edilmiyor?

Çünkü o zamana kıyasla kendimizi özgür hissediyoruz. O dönemde insanlar özgürlüklerine saldırıldığını veya özgürlüklerinin azalmakta olduğunu hissettiler, bu nedenle sokağa indiler. Bugün biz özgür hissediyoruz ve kendi bilgimizi gönüllü bir şekilde teslim ediyoruz.

Belki akıllı telefonlar istediğimiz yere ulaşmada bize yardımcı olduğu içindir. Yararının zararından fazla olduğunu düşünüyoruz.

Belki de. Ama yapı itibarıyla bu toplumun Orta Çağ feodalizminden bir farkı yok. Biz serflik (kölelik) kısmındayız. Facebook gibi dijital derebeyleri bize toprak verip: "Bunu sürerseniz sizin olabilir." diyorlar. Biz de bu toprağı deli gibi sürüyoruz. Sonunda derebeyleri gelip hasatımızı topluyorlar. Bu bir iletişim sömürüsü. Birbirimizle iletişim kuruyor, özgür hissediyoruz.

Derebeyleri bu iletişimden para kazanıyor ve gizli servisler de denetliyor. Oldukça verimli bir sistem bu. Özgürlüğü sömüren bir düzende yaşadığımız için kimsenin bir itirazı olmuyor.

Kişisel olarak siz bununla nasıl başa çıkıyorsunuz?

Bunun bir parçası olmadığım zaman elbette herkes gibi ben de huzursuzum. Ben de kurbanlardan biriyim. Tüm bu dijital iletişim olmadan ben de işimi yapamıyorum, hem bir profesör hem de bir yazar olarak. Hepimiz bu sistemin içindeyiz, herkes bir şekilde uyum sağlamış.

Big Data (Büyük Veri) teknolojilerinin buradaki rolü ne?

Büyük bir rolü var, çünkü Big Data yalnızca gözetim için kullanılmıyor, en başta insan davranışlarını kontrol etmek için kullanılıyor. Eğer insan davranışları kontrol ediliyor ve özgür olduğumuzu düşünerek yaptığımız eylemler tümüyle yönetiliyorsa özgür irademiz tehlikede demektir. Başka bir ifadeyle, Big Data özgür irademize meydan okuyor.

Big Data’nın yeni bir toplum sınıfı oluşturduğunu yazmıştınız.

Bugünün dijital toplumu sınıfsız bir toplum değil. Örneğin bir veri şirketi olan Acxiom’u ele alalım; insanları kategorilere ayırıyor. En alt kategori "Atıklar". Acxiom 300 milyon kadar Amerikan vatandaşından veri topluyor ki bu neredeyse Amerika’nın tümü eder. Şirket şimdiden Amerikan vatandaşları hakkında FBI’dan, hatta NSA’den bile daha çok bilgiye sahip. Acxiom’da insanlar yetmiş ayrı kategoriye ayrılıyor ve perakende mallar gibi bir katalogda sunuluyorlar, her çeşit ihtiyaç için bir tane bulunuyor. Piyasa değeri yüksek olan tüketiciler "Kayan Yıldızlar" grubundalar. 26 ile 45 yaş arasında olan bu insanlar dinamiktirler, yürüyüşe çıkmak için erken kalkarlar, çocukları yoktur ama evli olabilirler, vegan bir hayat tarzını benimser, seyahat etmeyi sever ve televizyonda Seinfeild’ı izlerler. Big Data yeni dijital toplum sınıfını işte böyle oluşturuyor.