Ersin Çelik: Medyanın özgürlüğü Gazze’de sıfırı tüketti

Ersin Çelik
Ersin Çelik

Gazeteci ve yazar Ersin Çelik ile sosyal medya manipülasyonlarından, “Gazze’den sonra” gazeteciliğe kadar kapsamlı bir söyleşi yaptık…

Günümüzde hemen her alanda bir “hibritleşme” söz konusu. Sanattan edebiyata, siyasetten günlük hayata kadar... Bunda sosyal medyanın da çok büyük bir etkisi var şüphesiz. Peki bu hibritleşmenin, iç içe girmenin, sınırların flulaşmasının toplum üzerinde, “sıradan vatandaş” üzerinde ne kadar ve ne tür bir etkisi var?

Propagandayı doğru yapanın ayakta kaldığı, gücüne güt kattığı bir çağı yaşıyoruz.
Propagandayı doğru yapanın ayakta kaldığı, gücüne güt kattığı bir çağı yaşıyoruz.

Çok fazla olumsuz etkisinin olduğunu, başta kendim olmak üzere çevremden de gözlemliyorum. Hibritleşme, hayatı kolaylaştırırken, uygulayıcılarını da yeni konfor alanlarına hapsediyor. Üzerine çok fazla düşünmemiz gereken bir söz okudum geçenlerde. Şöyleydi: “En etkili uyuşturucu konfor alanıdır.” Teknoloji karşıtı değilim. Zaten ne mümkün. Ancak tekerliğin icadı, hatta insanın ateşi yakarak kullanmaya başladığı tarih öncesi çağlardan beri yeryüzünde yaşanan her gelişim bir konfor alanı oluşturmuş ve bir daha da öncesine dönülmemiş. Fakat bundan 150-200 öncesine kadar tüm insanlık hemen hemen aynı teknolojik imkânlarla yaşıyordu. Bir yerden bir yere gitmenin süresi aynıydı; çünkü atların hızı veya insanların yürüme kapasiteleri belliydi. Sanayi Devrimi’nde sonra makinelerin devreye girmesi ve endüstrinin doğuşu insanlığı da zamanla mekanikleştirdi. El emeğini geri plana itti. Sınıfsal ayrımlar keskinleşti. Üretim arttı, nüfus hızla çoğaldı lakin tarım toplumu azaldı. Günümüzde ise gıdalar, çalışma biçimimiz, eğitim ve hatta ilişkilerimiz de hibritleşti. Haliyle duygularımız köreldi. Mesela bundan sonraki neslin söz ve müzik üreticileri, -özellikle de yapay zekanın etkisi ile- dinleyenini derinlere daldıran şarkılara, türkülere imza atamayacaklar. Çünkü, o duygu yoğunluğunu, coşkuyu, yürekten gelen sancıyı, sızıyı hissedemeyecekler. Öyle bir dertleri olmayacak. Muhtemelen tecrübe ettiğimiz aşkı başka biçimlerde yaşayacaklar. Haliyle merhum Abdurrahim Karakoç gibi hasret çekmedikleri ve o büyük özlemin ateşinde kavrulmadıkları için “lambada titreyen alevin üşüdüğünü” hissetmeyecekler. Demek istediğim şu ki, sadece hayatlar, etkinlikler, ilişkiler değil; sıradan insanların duyguları da hibritleşecek.

Manipülasyon ve dezenformasyonun birkaç ayağı bulunuyor: Kültür-sanat, sosyal medya, dış basın, vs... Bu süreçleri detaylandırır mısınız?

Bundan sonraki neslin müzik üreticileri, dinleyenleri derinlere daldıran eserlere imza atamayacaklar.
Bundan sonraki neslin müzik üreticileri, dinleyenleri derinlere daldıran eserlere imza atamayacaklar.

Aslında hepsi birbiriyle ilintili ve girift bir ilişki ağı var. Bir kere insan kaosu seviyor. Maniple edilmek fıtratımızda var; çünkü nefsani varlıklarız. Bugün sosyal medya var ancak 30 yıl önce gazetelerin üçüncü sayfa haberleri ve televizyonlarda televoleler vardı. Daha öncesinde ise aşık atışmaları, cazgırlar ve hikâye anlatıcıları sahnedeydi. Abartı ve mübalağa her dönem bir iletişim biçimine dönüşmüş. Mağaralara kazınan resimlerde bile olağandışı anlatım görülüyor; çünkü ucunda, dikkat çekmek ve “etkileşim” var. Konuşulma, alkışlanma, beğenilme ve popüler olmak da fıtratımızda var. Bence, televizyonun kitleleri yönlendirme gücünün idrak edildiğinden beri süregelen iletişim araçları, insanoğlunun açıklarını bularak, yani kullanıcı deneyimleriyle gelişti. Misal cep telefonları, sahiplerine mobilleşme imkânını sunarken, bu arada kısa mesaj hizmetleri de sürekli ve anlık iletişim sektörünü doğurdu. İnternetle birlikte chat kanalları ortaya çıktı. Süreçte tüm kültürel etkinlikler ve medyanın dili, haberin kendisi maniplasyon araçlarına dönüştü. Haliyle propagandayı doğru yapanın ayakta kaldığı, gücüne güt kattığı bir çağı yaşıyoruz. En etkin silah. Yani en son teknolojik donanımlara sahip ateşli bir silahının ne kadar etkili olduğunu göstermek için medya gücüne ihtiyaç var. Tam burada dezenformasyon da; medyanın bizatihi kendisinin, devletlerin, politika üreticilerin, küresel ya da yerel markaların, düşünce insanlarının, dizi-sinema sektörünün, sanat camialarının, edebiyatçıların başvurduğu bir “savaş hilesi” olarak karşımıza çıkıyor; çünkü herkes kendisi dışındaki tüm güçlerle savaş ya da yarış halinde. Performans insanı çağı, geride kalanın yok olacağı bir düzen inşa etti. Edebiyatçıların, entelektüellerin, gazetecilerin tüm dünyada ve ülkemizde trolleşme eğilimine girmesinin arkasında; her daim var olma, üretme ve gündemde kalma mecburiyeti yatıyor. Aslında çok acı bir gerçek ama kimseleri hayrete düşürmeyecek, kahretmeyecek kadar da sirayet etti bünyelere. Norm oldu.

Ekolojik duyarlılıklar, kadın sorunu, hayvan hakları gibi gündemler üzerinden de terörün meşrulaştırılmaya çalışıldığını görüyoruz. Bu çok zorlama bir çaba gibi görünse de karşılık buluyor. Bunda kullanılan temel argümanlar neler, nasıl başarıyorlar?

Yine insanın açıklarının manipüle edilmesi var. Duyarlılık da fıtratımızda var. Sadece düşünmüyor, akletmiyor, hissediyoruz da. İnsani hasletlerimiz aynı zamanda açıklarımız. Merhametsizlikler karşısında merhametimizden vurulmamak elimizde değil. Terör örgütleri kanlı eylemleri dahil tüm faaliyetlerini propaganda aracına dönüştürürler. Hem güç gösterisi yapar hem de yüreklere korku salar. Bir yandan da dolaylı örgütlenmeleri ile “haklı mücadeleler” ve çeşitli mağduriyetleri üretir. Dikkatleri dehşete düşüren kanlı eylemlerden kaçırmak için de çevreyi, sokak hayvanlarını ve feminizmin beslediği kadın hareketlerini kullanırlar. Ülkemiz için ucu dışarıda olan yöntemdir. Aylarca mağarada yaşayan, insani melekelerini yitirmiş bir teröristin aklı olamaz elbette. O zaten kullan at aparatıdır. Lakin bir gazetecinin dağda yaşayan teröristlerin yaşamlarından notlar aktardığı haberinde, dağda bile olsalar yerlere sigara izmariti atmadıklarına dikkat çekmesi ve bunun günlerce konuşulması “iletişim terörüdür” ve tüm insanlığı hedef alma etkisi vardır. Bu bir başarıdır aynı zamanda. Çünkü kaliteli bir yalanın, kurgunun kananı da fazla olur. Bu işe sermeye ayırmak gerekir.

Sadece hayatlar, etkinlikler, ilişkiler değil sıradan insanların duyguları da hibritleşiyor.
Sadece hayatlar, etkinlikler, ilişkiler değil sıradan insanların duyguları da hibritleşiyor.

Savcıyı makamında şehit eden teröristlerle, kan kokulu bir ortamda röportaj yapıp “masum bir insanı, bir adalet insanını neden öldürdüklerini değil de neden öldürmek zorunda olduklarını” yazmanın bir maliyeti vardır. Bu evrede politik güç ya da sermaye devreye girer. Yapılan ise terör-medya-sermaye-siyaset dörtgeninde Türkiye’ye operasyondur. Çevre duyarlılığı da küresel sermayenin doğayı yıllardan beri katletmelerini örtbas etmesidir. Bir milyon ağaç kesip, bin ağaç diker ve günlerce konuşulurlar. Sahipsiz hayvanlar meselesi de ticaridir. Mama sektörünü ayakta tutar. Günümüzde e-ticaretin en önemli kalemidir. Bir yandan da kaosu besler. Vicdanlara dokunur. Gençlerin merhametini sömürür ve bir yerden sonra politikleştirir. Kadın sorunu ya da hakları meselesi ise çok girifttir. Kadını, Sanayi Devrimi’nden beri sömüren sermayedir, metalaştıran, cinsel obje haline getiren sinema ve medya sektörleridir. Bugün ise kadınlar sürekli tüketim zincirinin baş halkasıdır. Güç artık kadına geçmiştir. “Toplumsal Cinsiyet Eşitliği” kavramı bir eşitsizliği dayatıyor artık. Hatta insanlığın sonunu getirmeyi hedefleyen “cinsiyetsizlik terörünün” önü açılıyor. Burada da imtiyazlı, üstenci düşünce, sermaye, medya ve dünyanın nimetlerini sömüren aklın ittifakı vardır.

Gazetecilik söz konusu olduğunda ifade özgürlüğünün sınırları iyice genişliyor. Sanatsal üretimlerde örneğin... Peki özgürlük-güvenlik dengesi nasıl sağlanmalı?

Burada güvenliği kimin sağlamak istediği önemli. Bence medyanın özgürlüğü Gazze’de sıfırı tüketti. Tarafsız haberciliğin, objektifliğin büyük bir yalan olduğunu, İsrail’in soykırımını görmezden gelen ve destekleyen gazeteciler tarafından ayan beyan ortaya saçıldı. Sanatçılar da aynı şekilde. İsrail’in güvenliğinin hizmetkârı ve Siyonizm öğretilerinin modern köleleri günümüzün soykırım yanlısı medyası ve sanatçılarıdır. BBC, CNN, Hollywood, Netflix ve diğerleri 7 Ekim 2023’e kadar sınırları belirliyorlardı. Sonra koydukları sınırları aştılar, tüm dünyaya dayattıkları ilkelerini ayaklar altına aldılar. Kendi açımdan bir devrim yaşadım. Düzen yıkıldı. Dengeyi ancak İslam’ın tüm insanlığa sunduğu kaidelerin belirleyeceği ile bir Müslüman olarak yüzleştim. Kur’an ve Efendimiz’in hayatı, öğretileri, dinimizin koyduğu sınırlara bağlı kalmaktan başka bir denge göremiyorum.

Gazeteciliği besleyen birçok kaynak, etmen var elbette. Peki, burada okumanın rolü nedir? Siz geçtiğimiz günlerde Twitter hesabınızı kapatınca, “mesleki okumalarıma ağırlık vereceğim” demiştiniz. Peki bir gazetecinin, mesleki okumalar dışında, şiir veya kurmaca gibi türlerde de iyi bir okur da olması ona neler katabilir? Bu noktada sizin okumayla; şiirlerle ve edebiyatla aranız nasıldır?

Tüm kültürel etkinlikler ve medyanın dili maniplasyon araçlarına dönüştü.
Tüm kültürel etkinlikler ve medyanın dili maniplasyon araçlarına dönüştü.

Gazetecilik, merak dürtüsüdür. Sevilmeden yapılabilecek bir meslek değil. Biraz da yetenek istiyor. Ya da bu yeteneği merak besliyor. Yetenekten kastım şu; herkesin gözleri önünde cereyan eden bir hadiseden kimsenin konuşmadığı, dikkat çekmediği veya önemsemediği bir detayı manşet yapmaktır. Haberci ile sıradan insanları ayıran bakış açısıdır. Günümüzde herkesin sosyal medyası var, herkesin son sistem telefonu var. Ancak haberi gazeteciler yazıyor. Detayı muhabirler ortaya koyuyorlar. Analizi yazarlar yapıyor. Sosyal medya ise herkesi sıradanlaştırıyor. Bakın “eşitliyor” demiyorum. Zaten düşünen insanlar için eşitlik mümkün değil. Sıradanlaşmak, yani “herkesleşmek” gazeteciliğin sonunu getirecek. Twitter’dan çıkma sebeplerimden biri de buydu. Gazetecilik sadece üretmek değil, aynı zamanda doğru beslenmektir. Twitter ise sürekli tüketen, sömüren bir platformdu. Bilgiyi, zamanı, duyguları ve ilişkileri tüketiyor. Bir gazetecinin var olma listesi bunlar aynı zamanda. Kendisini Twitter’da tüketen bir gazeteci ile bir süre sonra üretemez. Yazamaz. Anlık düşünür. Roman ve şiir ise gazeteci için takviye gıdadır. Bağışıklığı güçlendirir, enerji verir. Bünyeyi, günümüzdeki enformasyon bombardımanından korur. Duygularını besler. Trollük virüsüne karşı güçlendirir. Zihni berraklaştırır. Daha da sayabilirim. Fakat ben çok fazla şiir okumuyorum. Kurmacalar ise her daim çantamda, ofiste, evde yanımdalar. Benim için romansızlık çaresizliktir. Çocukluğumdan beri okuyorum, hayal dünyası çok hareketli ve zengin biri olarak bana çok şey kattıklarının farkındayım.

Birçok sanatçı, felsefeci, gazeteci... düzenli seyahatlerin, şehrin olumsuz yanlarıyla başa çıkmada vazgeçilmez bir panzehir olduğu düşünüyor. Peki, sizin seyahat ile aranız nasıldır ve günümüz insanının doğayla ilişkisini nasıl yorumlarsınız?

Merhum Şaban Teoman Duralı Hoca’nın çağımızın Felsefe Filozofu ve sosyal yaşam gözlemcisi olmasının ve beraberinde o engin bilgi ve birikiminin alt yapısını; sürekli seyahat ederek, yeni yerler keşfederek elde ettiğini idrak etmiş biriyim. Teoman Hoca zahmet-rahmet ilişkisinin vücut bulmuş haliydi. Benim böyle bir özgürlüğüm olmasa da fırsat buldukça geziyorum. Bu arada nasıl gezmek gerektiğini öğreniyorum. Ya da usuller geliştiriyorum. Mesele ilk defa gidilen bir yerde cep telefonu ile çekim yapmanın bütün o keşfi geçersiz kıldığını anladım son yıllarda. O nedenle anı yakalamaktan hızlıca vazgeçtim. Önce gözlem yapmak, yani anı yaşamak gerekiyor. Eğer tam olarak, hissederek ve anılarımızda yaşayacak seviyede gezmek istiyorsak; amacımız etkileşim ve “bakın ben buraya gittim” demek değilse kameradan önce gözlerin, hafıza kartından önce zihnimizin kaydetmesi gerekiyor. Şehir insanları olarak ilahi bir disiplinden gittikçe mahrum kalıyoruz. Bu da tefekkür etmektir. Şehirlerde, yüksek binaların, peyzajların, kalemle çizilmiş parkların, yapay güzelliklerin içinde Allah’ın yaratma kudretini hissedecek olağanüstü güzelliklerden yoksunuz artık. Bu da düşünce biçimimizi, merhameti, ötekilerle olan ilişkimizi ve kendi doğal becerilerimizi, bir gün mutlaka lazım olacak hayatta kalma gereksinimlerimizi köreltiyor. Yok ediyor. İnsanın insan olduğunu unutmaması için doğaya kaçmasından başka bir yolu yok.

Tarafsız haberciliğin büyük bir yalan olduğu, İsrail’in soykırımını görmezden gelen gazeteciler tarafından ayan beyan ortaya saçıldı.
Tarafsız haberciliğin büyük bir yalan olduğu, İsrail’in soykırımını görmezden gelen gazeteciler tarafından ayan beyan ortaya saçıldı.

Sizin üzerinizde hangi şehrin/şehirlerin ne gibi bir etkisi vardır? Ben Gebze doğumluyum örneğin. Gebze arada kalmış bir yerdir, Türkiye gibi. O yüzden zihnimi hep parçalanmış hissederim…

Şehirlerin ruhu olduğuna, içinde yaşayan insanları etkisi altına aldığına inanıyorum. Bilim bunu reddedebilir ancak İbn Haldun “İnsan yaşadığı yerdir” der. Buna coğrafya ve iklim de dahildir. Hacca veya umreye gidenler Mekke ile Medine şehirlerinin farklarını yaşayarak görürler. Sadece iklim değil hayatın her aşaması değişir. Duygular ters düz olur. Bize gelecek olursak… Aslında yakın yerlerde büyümüşüz. Ben de Kocaeli’nin Yuvacık kasabasında doğdum. Çocukluğum orada geçti. Gebze’ye 50 kilometre ancak iki yerleşim yeri de çok farklı dünyaların insanlarını barındırıyorlar. Yuvacık hem doğası hem de insan kaynağı olarak küçük Rize. Karadeniz kültürü hâkim. Lakin büyük şehre yakın. İmkanların hemen kıyısında. Gebze ise İstanbul’a yakın ama hem İzmit’e ait hem de uzak olmanın dezavantajına sahip. Aslında roller net. Biri fabrikalar şehri, iş gücünü besliyor, sürekli üretiyor. Yuvacık ise Gebze’de üretileni tüketirken, başka bir ihtiyacı üretiyor. Mesela deprem sonrasında Kocaeli’ni ayağa kaldıran belediye başkanı Yuvacık’tan çıktı. Bu da bir üretimdir. İnsan kaynağı memleketin temel problemi. Bir insan bile olsa şehrin kaderine etki etmesi söz konusu. Yuvacık benim üzerimde etkili. Hep bir hareketlilik, bir uğraş insanı oldum. Karadenizli değilim ancak ikliminden etkilendim.

Son olarak; hangi şehre geç kaldınız…

Kastamonu ve Saraybosna’ya geç kalmıştım. Her ikisine de altı-yedi yıl önce gittim. Sonra her fırsatta yolumu düşürdüm. Her halleriyle burnumda tütüyorlar. Her fırsatta gidiyorum. Hâlâ geç kaldığım şehirler ise Şam ve Bağdat. Devrimin hemen ertesi günü Halep’teydim. Ancak hissedecek kadar yaşayamadım. Şam ve Bağdat ise teneffüs edilmesi gereken, eğiten, öğreten, tarihin akışını değiştiren şehirler. Ümit ediyorum ki yakında göreceğim. Ya nasip.