Kaşgar'a özlem

Yaklaşık yirmi yıl önce Kaşgar şehrinin neredeyse sınırına varmıştım. Özbekistan’ın güzel şehri Andican sokaklarında dolaşmış, havada Kaşgar’ın kokusunu duymuştum. Semerkant, Buhara, Kaşgar, Hotan, Hiva gibi şehriler aslında yakın hikâyeleri taşırlar ve birine gittiğiniz zaman diğerini de anarsınız. Fakat, Kaşgar’ı düşünmek için her zaman daha çok sebep bulunur. Eğer bugün Türkçe diye bir dil varsa ve onunla yaşayıp var oluyorsak iki büyük kurucudan söz açmak gerekir: Kaşgarlı Mahmut ve Yusuf Has Hacip. Divanu Lügat’it- Türk ve Kutadgu Bilig. Her iki özne ve eser Türkçenin varoluş hamlesini Kaşgar’da gerçekleştirir. Öyleyse, Kaşgar’ı özlemek, tıpkı bir ırmağın kaynadığı yere yolculuk etmek anlamına gelmez mi?

Gelir gelmesine de bugün Kaşgar ışığı sönmüş kerpiç misali Çin denilen soğuk rüzgârın altında eriyip gitmektedir. Elma yanaklı çocuklar ürkekçe size bakarken, kopuzdan mülhem rübap sesinde, tarihin eprimiş kumaşlar misali dalgalanışını duyarsınız. Kaşgar, tutsak bir şehirdir bugün ve onu düşünmek bu kentin özgürlüğüne adım atmak demektir. Toprak çölden en verimli katmana kadar burada kendini gösterir. Bu onun kadim ruhunun kanıtıdır. Uygurlar, Karahanlılar, Selçuklular, Moğollar, Timurlular bir şekilde burada hüküm sürdüler. Fakat, Sadi gibi bir şairin bile yolu buradan geçtiğine göre, bugün uzaktan baktığımız zaman hüzün sarısıyla kendine büzülen şehrin asaletini daha iyi anlarız. Çin, Kaşgar’ı özgün kılan hemen her ayrıntıyı dengesiz hamleleriyle silmeye çalışıyor. Belki de bu yüzden Kaşgar Türkleri müziğe daha bir sahip çıkıyorlar. Çayhanelerde rübapların tellerine bastıkça ona eşlik eden def vuruşları bir zulüm yumurtasını kırmayı da amaçlıyor.

Andican’dan yol bulup Kaşgar’ı dünya gözüyle görmek mümkün olsaydı elbette ilkin Yusuf Has Hacip ve Kaşgarlı Mahmut’un türbelerini ziyaret ederdim. Kaşgar kelimesinin kökenine ilişkin kimi yorumlar su ile değerli taş arasında gidip gelirler. Su onun toprağının verim kanunu sayılırsa eğer bir değerli mücevhere kaş sayacağımız adını da süs diye okuyabiliriz. Fakat yetmez, 1300 rakımlı bir şehri sokaklarına dalarak yaşamak, Türklerin mahalle ve ev birlikteliğini toprak ve ahşap malzemeden nasıl çattıklarını görmek gerekir. Fedakâr kadınların başta mantı olmak üzere kendi elleriyle yaptıkları yemekleri tadarken Kaşgar’dan İstanbul’a kadar bir duygu ve duyuş çizgisi çekmek gerekir. YouTube’a Kaşgar hakkında yüklenen videolarda onun ne kadar geliştiği, uygulanan sosyal ve ekonomik politikalarla ne denli atılımlara sahne olduğu söylenip duruyor. Oysa daha içe, gözün ve nefesin, iç çekişlerin konuştuğu yerlere sokuldukça başka bir gerçeğin yaşadığı görülecektir. Kaşgar’ın etrafını kuşatan yeni ve yüksek binalar onun kerpiç ve toprak ruhunu da sarsarken, özgünlüğüne sürekli darbe vuruyor.

Ekmek, incir, üzüm, elma, nar, ceviz, küçükbaş hayvancılık ve nice insana hayat veren besin ve kaynak bugün dünyanın nadir doğal alanlarından biri olan Kaşgar ve çevresinde yetiştiriliyor. Turfan şehrinden Kaşgar’a doğru ilerleyen bir çizgide, İpek Yolu’nun da etkisiyle şehircilikten tarım ve sulama sistemlerine kadar Türklerin vaktiyle buralarda gerçekleştirdikleri bayındırlık izlerini görmek mümkün. Bugün Kaşgar bir turizm noktası gibi gösterilmeye çalışılıp Sincan, Uygur Özerk Bölgesi gibi isimlerle gölgelenmek istense de Kaşgar ötesi bir olgudur. Kaşgar’ı özlemek geçmişin elekten geçirilmesi kadar geleceğin tartışılmasıdır.