Mehmet Hakkı Suçin: Yol bize belirsizliklerle dolu bir hayat deneyimi sunar

Çevirmen, yazar ve doğubilimci Prof. Dr. Mehmet Hakkı Suçin ile yol’da olmaktan, kültürler arası etkileşim ve çevirinin mahiyetine kadar keyifli bir söyleşi yaptık…
İlk çeviri ürünlerinizi verdiğiniz yıllardan bugüne hem Türkiye’de hem de dünyada çok şey değişti. Siyasi hayatımızdan teknolojik gelişmelere kadar… Peki çeviriye başladığınız yıllarda bugünden faklı olarak çeviriden ve çevirmenden beklenen neydi? Çevirmenin sorumluluk duygusu ve amacı anlamında…

Çeviriye iki binli yıllarda edebî olmayan metinlerle başladım. O zamanlar da bilgisayar destekli çeviri araçları vardı, ama bu araçları kullanan çok az bir çevirmen grubu vardı. Çevirmenler bu araçlarda bellek oluştururlar, benzer metinler bir daha geldiğinde bellek onu çevirmene getirir, daha önce çevirdiklerini bir daha çevirmek zorunda kalmazlardı. Bu çok önemli bir kolaylıktı ama şimdi durum çok farklı. Hem kuramsal olarak çeviribilim alanı gelişti hem de uygulamada çeviri koşulları ve ortamları çok çeşitlendi. Özellikle yapay zekâ alanında meydana gelen gelişmeler, çeviri alanını çok etkiledi ve etkilemeye de devam ediyor. Öyle ki, çevirmenin geleneksel rolü evriliyor mu sorusu sorulmaya başlandı. Doğrusu teknoloji ve küreselleşme çevirmenin rollerini genişletti. Dolayısıyla çeviri artık bir metinle sınırlı değil, görsel-işitsel materyallerden dijital platformlara kadar geniş bir yelpazeye yayıldı. Fakat burada günümüzde çevirmenin sadece bir aktarıcı olmadığını, aynı zamanda özellikle edebiyat düzleminde bir yaratıcı olduğuna da dikkat çekmekte fayda var.
Sadece bizde değil, bütün bir dünya edebiyatında, yolda olmak ve seyahat etmek sürekli karşımıza çıkıyor. Peki, “yol” üzerine düşünmek neden bu kadar ilgimizi çekiyor? Yol’dan ne umuyoruz ne tür bir beklentimiz var? Nasıl bir hikâye çıksın istiyoruz yol’dan?
Dokuzuncu yüzyılda yaşamış Arap şairi Ebu Temmâm bir dizesinde şöyle der: “Gurbete çık ki yenile kendini. ” Yol metaforu, yalnızca bir hareket ya da fiziksel bir mesafeyi kat etmekle ilgili değil. Yol insanın varoluşsal arayışının, kendini keşfetme çabasının, sınırlarını aşma isteğinin ve evrenle kurduğu bağın güçlü bir simgesi. Hem bizim edebiyatımızda hem de dünya edebiyatında yol, bireyin içsel ve dışsal olarak dönüşüm yaşadığı, kendisiyle, çevresiyle ve varoluşla hesaplaştığı bir süreç olarak karşımıza çıkar. Bu yüzden yol üzerine düşünmek, belki de en temel insani ihtiyaçlarımızdan biri olan anlam arayışına yönelik bir girişim olarak düşünülebilir.

Çevirdiğim şairlerde bir imge bir kavram olarak “yol”a baktığımda, örneğin onuncu yüzyılda yaşamış el-Mütenebbi’nin beyitlerinde yol hem dış dünyada bir hareket hem de insanın içsel mücadelesinin bir arenası olarak beliriyor. el-Mütenebbi’de yol, bir savaş alanı gibidir. Binekleri mızraklara benzer, engeller ise cesaret ve azmini sınayan meydan okumalardır. Şairin, “Ben ki havada uçan bir okum / Tutunacak dal bulamazsam geri dönerim tekrar” dizesi, yolculuğun sadece ileri bir hareket değil, aynı zamanda bireyin durup tekrar başlamasına olanak tanıyan bir döngü olduğunu da gösterir. el-Mütenebbi’de yol, zorlukların ve belirsizliğin içinden geçerken bireyin kararlılığıyla şekillenen bir kaderdir. Sabır ve azim, yolun aşılmaz gibi görünen uçlarını törpüler ve bireyi bir dönüşüm sürecine sokar. Yolculuk, bir hedefe varıştan ziyade, insanın iradesiyle kendini inşa ettiği bir sürece dönüşür.
Filistinli Mahmud Derviş ise yola, bir aidiyet ve kimlik arayışı ekseninde yaklaşır. Şair, yolda geçmişle gelecek arasında gidip gelirken özlem ve belirsizlikle şekillenen bir aidiyet duygusunu işler. Atı Neden Yalnız Bıraktın adlı kitabındaki bir şiirde “Yolu biliyor musun oğlum?” sorusuyla başlayan diyalogda, yol yalnızca bir mekâna dönüşü değil aynı zamanda bireyin kendi kimliğine, köklerine dönüşünü de simgeler. Bununla birlikte, Derviş’in yolculukları genellikle tamamlanmaz; ne başlar gerçek anlamda ne de biter.

Bütün bunlardan şunu anlıyoruz: Yol üzerine düşünmek, aslında kendi varlığımız üzerine düşünmektir. Yol bize belirsizliklerle dolu bir hayat deneyimi sunar. Aşık Veysel’in “Uzun ince bir yoldayım” türküsünde de söylediği gibi “Uzun ince bir yoldayız, gidiyoruz gündüz gece”. Veysel’in de söylediği gibi yol belirsizliktir aslında ve yol’da bulmayı umduğumuz hikâye, genellikle kendi hikâyemizdir. Kendi korkularımız, umutlarımız, hatalarımız ve başarılarımız yolda şekillenir. Bu anlamda yol belki de hedefin ta kendisidir.
Alain de Botton, seyahati de sanat olarak tarif ediyor. Eugenio Borgna ise “Her kapalı kurumda can sıkıntısı tehlikesi gizlidir,” diyerek, seyahatin önemini vurguluyor yaratıcılık noktasında. Peki, sizin nezdinizde seyahat nedir? Seyahat, akademi veya yaratıcılık nerede buluşur; nereye varırlar birlikte? Sizin yürümek, gezmek ve yazmaya dair bir rutininiz var mı?
Doğrusu seyahat ile çeviriyi ayrı şeyler olarak düşünmem. Seyahat, nasıl bir mekânlar arası yolculuksa, çeviri de diller ve kültürler arasında yapılan bir yolculuktur. Her iki süreç de insanın sınırlarını genişleten, yeni dünyalara kapılar açan ve bilinenin yeniden keşfedilmesini sağlayan deneyimler. İkisi de bizi öteki’ye götürür. Öteki’ye yaptığımız yolculuklarda aslında keşfettiğimiz kendimizdir. İnsan, kendi özüne yolculuk etse bile bu yolculukta da ona eşlik edecek olan, yine bu farklı olan öteki’dir.
Bu noktadan bakıldığı zaman çeviri, diller aracılığıyla farklı kültürler, dünyalar arasında bir tür zihinsel seyahattir. Farklı bir dilin ritmini, duyarlılığını ve estetiğini anlamaya çalışırken aynı zamanda kendi dilimizde yeni bir varlık inşa ederiz. Seyahatte olduğu gibi, çeviride de bir varış noktası vardır, ancak bu varış noktası kesin ve sabit değildir. Yolculuğun kendisi kadar önemlidir.

Bir metni çevirirken sadece kelimeler arasında bir köprü kurmuyorsunuz; bir dünyayı, bir kültürü, hatta bir duygu evrenini taşıyorsunuz. Bu süreçte bir gezgin gibi hareket edersiniz. Yeni bir coğrafyanın haritasını çizer, insanlarını tanır, geçmişini ve ruhunu anlamaya çalışırsınız. Her metin bir yolculuk ve her çeviri bir keşiftir. Bazen bir dize, bir kelime ya da bir ritim sizi durdurur, düşündürür, tıpkı bir yolculuk sırasında karşılaşılan güzel ya da tuhaf bir manzara gibi. Çevirmen, bu yolculuk sırasında gördüklerini, hissettiklerini ve keşfettiklerini yeniden yaratır, kendi dilinde bir anıt diker.
Seyahat nasıl kişisel bir dönüşüm getiriyorsa, çeviri de öyle bir dönüşüm yaratır. el-Mütenebbi’nin ya da Mahmud Derviş’in dizelerini Türkçeye kazandırırken onların dünyasını, kendi dünyamla birleştiriyorum. Bu süreçte hem o metinler beni dönüştürüyor hem de ben onları kendi dilimin ve kültürümün estetiğiyle yeniden biçimlendiriyorum. Çevirideki bu dönüşüm, seyahatin kişisel ve kültürel dönüşümüyle aynıdır. Seyahat ve çeviri hem insanı hem de metni bir sınırdan diğerine taşır ve bu süreçte onları daha zengin, daha derin ve daha anlamlı hâle getirir. Bu yüzden benim için seyahat ve çeviri, aynı büyük hikâyenin iki farklı ama iç içe geçmiş bölümleri gibidir. Her ikisi de insanı bir yerden alır ve başlangıçta tahmin edemeyeceği bir noktaya götürür. Ve bu yolculuk hiç bitmez.
Walt Whitman’ın, “Oh Captain, My Captain” ifadesini, Can Yücel “Oy Reis, Koca Reis,” diye çeviriyor. Memet Fuat ise “Ey Kaptan, canım Kaptanım” şeklinde. Peki, yazarın estetik kaygıları ve üslubunu düşündüğümüzde çevirmenin metne müdahalesi ne derece olmalıdır, bunun bir sınır var mıdır?
Bu bağlamda “müdahale” ifadesi bana Antoine Berman’ın çeviride “şiddet” eğilimleri yaklaşımını hatırlatıyor. Bu yaklaşıma göre metne yapılan her “müdahale” bir anlamda metni bozmak ve ona şiddet uygulamaktır. Yaptığımız şey müdahaleden ziyade bir yeniden yazma ve yaratma sürecidir. Bu sürecin yönetilmesi bir kriz yönetimini andırır. Öncelikle zaman, mekân ve teamüller gibi parametrelere göre metinlerin iletişim değerlerini saptamak gerekir ki bu bir nevi çevirinin yol haritasıdır.
Metnin içeriğine ve biçimine bir bütün olarak bakmak önemlidir. İçerikten ödün vermeden biçim mutlaka korunmalı ya da bir şekilde telafi edilmelidir. Şiir çevirisi bağlamında söyleyecek olursam; hedef metinde yaratılacak şey “şiiriyet”tir. Fakat şiiriyet sadece vezin ve kafiyeyle sağlanmaz. Bunu şöyle bir meta-şiirle ifade etmek mümkün: “Ne kafiyeli şiirler gördüm şiirsizdiler / Ne şiirler gördüm kafiyesizdiler.” Şiiriyet, çevirirken “o” şiirsel duyuşu hissederek aktarmaktır. Çevirmen bunu yaparken şuna karar verir: Okuyucuyu mu metne götüreceğim, metni mi okuyucuya? Bahsettiğiniz Walt Whitman örneğinde çevirmen birincisine karar vermişse Can Yücel, ikincisine karar vermişse Memet Fuat çevirisi ortaya çıkar.

Bir yandan Cahiliye dönemi şairlerinden günümüz Arap şairlerine kadar Türkçeye çeviriler yapıyorsunuz, bir yandan da Yunus ve Yesevi gibi isimleri Arapçaya kazandırıyorsunuz. Dil içerisinde değişen dönemler ve siyasi anlamda değişen yüzyıllar… Peki siz dillerin, dönemlerin, metinlerin ve tabii eser sahiplerinin ruhunu bugüne yansıtırken nelere dikkat ediyorsunuz?

Edebiyatın eski/klasik ve yeni/modern şeklinde tanımlanması, kronolojik bir etiketten öteye geçmez. Bana göre edebiyat klasiğiyle moderniyle bir bütündür. “İyi” edebiyat çağlar üstüdür ve yaşlanmaz. Dahası, edebiyatta yeni ve eski sürekli yakın bir etkileşim, iletişim halindedir. Bugün “eski” dediğimiz birçok eser, kendi çağlarında kanonun dışına çıktıkları için “avangard” muamelesi görmüşlerdir. Ebu Nuvâs, Ebu Temmâm, el-Mütenebbi, el-Maarri gibi kendi zamanlarında “avangard” telakki edilen şairler, şimdi “klasik şiir” olarak görülüyor. el-Mütenebbi’nin geçtiğimiz aylarda İnsanın Şarkısı başlığıyla Türkçeye çevirdiğim şiir seçkisinin birçok şiirinde, “modern” bir şair okuyormuş havasına gireriz. Şiirlerinin lirik, epik, hatta yer yer pastoral sesine muhteşem bir ahenk eşlik ediyor. Kendi döneminde “tezkire” denilen şiir antolojilerine dahi girememiş Yunus Emre’nin şiirleri de günümüzde dahi hâlâ yeniliğini korumuyor mu?
Sizin üzerinizde hangi şehrin/şehirlerin ne gibi bir etkisi vardır? Ben Gebzeliyim mesela. Gebze arada kalmış bir yer, Türkiye gibi. O yüzden zihnimi hep parçalanmış hissederim…
Orhan Pamuk’un İstanbul’u ya da Necib Mahfuz’un Kahire’si gibi bir şehrim yok. Çünkü zaten sonradan şehirliyim. Çocukluğum her türlü teknolojiden mahrum küçük bir köyde, delikanlılık dönemim ise Kars’ta, yani küçük bir şehirde geçti. Gençliğimden itibaren de Ankara’dayım. Bu nedenle mekânlara olan aidiyet duygum tek kutuplu olmaktan uzak, karmaşık ve çok boyutlu. Bununla birlikte kişiliğimi şekillendiren şehir Ankara’dır, diyebilirim. Çünkü Ankara benim için evim, varoluş alanım ve entelektüel yolculuğumun başlangıç noktası.

Artık edebî verimlerin dolaşıma girdiği yerler bundan 10-20 yıl öncesi gibi değil. Hayatımızda Spotify, SoundCloud gibi yerler var, sosyal medya araçları var, podcast’ler var. Siz bu gibi mecra ve araçları okuyucuya ulaşma bahsinde nerede görüyorsunuz? Hem fayda-zarar hem de geleceğin okuma alışkanlıklarını şekillendirme konusunda?
Bence okuyucunun ihtiyaç duyduğu şey esere ulaşmak. Yazar da eserinin okuyucusunu bulmasını ister. Bunun hangi ortam ya da araçla gerçekleştirildiğinin önemli olduğunu düşünmüyorum. Her okuyucu kendi meşrebine, alışkanlıklarına ve imkânına göre hangi platformdan esere ulaşacağına karar verebilir. Gelecekte de gerek geleneksel araçların gerekse dijital araçların yan yana ya da iç içe yaşayacağını düşünüyorum.
Son olarak, hangi şehre geç kaldınız?
Avrupa’da, Orta Doğu'da Körfez’de ve Kuzey Afrika’da bulunan belli başlı şehirlere gittim. Orta Asya ve Çin’i merak ediyorum. İlk fırsatta İsfahan ve Semerkant’a gitmek isterim. Bunların içinden en çok Hangcu’ya geç kaldığımı düşünüyorum. Hem uzak bir şehir hem de Calvino’nun bazı görünmez kentlerinde olduğu gibi zihnimde hayalî bir kent imgesi yaratıyor.