Susan Sontag: Fotoğrafı çekilemeyen şey önemsizdir

Susan Sontag dünyaca tanınan Amerikalı deneme ve roman yazarı, kuramcı, eleştirmen ve insan hakları savunucusudur.
Susan Sontag dünyaca tanınan Amerikalı deneme ve roman yazarı, kuramcı, eleştirmen ve insan hakları savunucusudur.

Geoffrey Movius’un Susan Sontag ile yaptığı bu söyleşi ilk olarak 1975 yılının Haziranayında, Boston Review’da yayınlanmıştır.

Fotoğrafçılık üzerine yazmaya nasıl karar verdiniz?

2003'te Alman Yayıncılar Birliği’nin Geleneksel Barış Ödülü’nü kazanmıştır.
2003'te Alman Yayıncılar Birliği’nin Geleneksel Barış Ödülü’nü kazanmıştır.

Hem fotoğraflarla kafayı bozmuştum hem de neredeyse tüm kayda değer estetik, ahlâkî ve siyasi sorunlar -modernliğin kendisi ve modernist zevk meselesi de dahil- fotoğrafçılığın görece kısa tarihinde yer alıyordu. William K. Ivins fotoğraf makinesinin matbaadan sonraki en önemli buluş olduğunu söylemişti. Fotoğraf makinesinin icadı duyarlılığın tekâmülünde muhtemelen daha fazla önem taşıyor. Fotoğrafçılığı bu kadar yetkin ve ilgi çekici kılan şey elbette kültürümüzde, tüketici bir toplumda ona sunulan kullanım alanı. Çin Halk Cumhuriyeti’nde insanlar "fotoğrafik" bir biçimde görmüyorlar. Çinliler tıpkı bizim yaptığımız gibi birbirlerini, ünlü mekânları ve anıtları çekiyorlar.

Fakat eski, yıpranmış ve dökülen bir çiftlik evi kapısını çekmek için koşturan bir yabancı karşısında şaşkına dönüyorlar. Bizim "pitoresk" (resmedilmeye değerlilik) anlayışımız onlarda yok. Fotoğrafçılığı, değersiz ve uygunsuz bir konunun mutlak varlığını reddeden bir "gerçekliğe el koyma" ve onu -parça parça- dönüştürme yöntemi olarak yorumlamıyorlar. Polaroid SX-70’in son reklamının öne sürdüğü gibi: "Durmana izin vermeyecek. Aniden, baktığın her yerde bir fotoğraf göreceksin."

Fotoğrafçılık dünyayı nasıl değiştiriyor?

Normal şartlarda edinemeyeceğimiz kadar çok sayıda deneyim edinmemizi sağlayarak ve bize son derece taraflı, ideolojik bir deneyim seçkisi sunarak. Fotoğrafçılığın yok edemeyeceği hiçbir şey yokmuş gibi görünse de fotoğrafı çekilemeyen şey değerini kaybeder. Malraux’un "duvarları olmayan müze" fikri fotoğrafçılığın neticeleriyle ilişkili: artık resim ve heykellere bakma şeklimiz fotoğrafçılık tarafından belirleniyor. Fotoğraflar vasıtasıyla sanat dünyasını ve tarihini yalnızca bilmekle kalmıyoruz, onları daha önce kimsenin bilemediği şekilde biliyoruz. Aylar önce Orvieto’yu ilk kez ziyaret edişimde katedralin ön cephesine bakarken saatlerimi harcadım ama katedrali ancak bir hafta sonra, katedral hakkında bir kitap aldığımda gerçekten görebildim; görmenin modern anlamıyla.

Fotoğraflar "çıplak" gözümün "gerçek" katedrali göremediği bir şekilde görmemi sağladı.

Bu da fotoğrafçılığın bütünlüklü bir görme şekli yaratmasının nasıl mümkün olduğunu tam olarak gösteriyor.

Fotoğraflar sanat eserlerini birer bilgi nesnesine dönüştürüyor ve bunu bütünleri ve parçaları birbirine eşitleyerek yapıyor. Orvieto’dayken geri geri giderek katedralin ön cephesinin tamamını görebiliyordum ama o zaman da detayları görmek mümkün olmuyordu. Daha sonra yaklaşarak iki buçuk metrenin altındaki her şeyi neredeyse tüm detaylarıyla görebiliyordum ama gözümün (yapının) tümünü kaplamasının bir yolu yoktu. Fotoğraf makinesi, parçaları ayrıcalıklı bir konuma yükseltiyor.

Malraux’un işaret ettiği gibi: fotoğraf, bir heykelin tek başına harikulade görünen bir kısmını gösterebilir, bir başı, kolu örneğin.

Çocukluk ve gençlik yıllarını Arizona ve Los Angeles'ta geçirmiştir.
Çocukluk ve gençlik yıllarını Arizona ve Los Angeles'ta geçirmiştir.

Bunun yanı sıra aynı durum, bir heykel parçasından on kat büyük olan fakat kitap formatına göre aynı yeri kaplayan bir nesne ile de tekrarlanabilir. Fotoğrafçılık ölçeklendirme anlayışımızı bu şekilde bozar.

Fotoğrafçılık zaman algımıza da tuhaf şekillerde etki eder. İnsanların, tarihin hiçbir döneminde çocukken nasıl göründüklerine dair bir fikirleri olmadı. Zenginler çocuklarının portrelerini çizdiriyorlardı ama Rönesans döneminden 19. yüzyıla dek portre geleneği tümüyle sınıfsal bir doğrultuda belirleniyor ve insanlara nasıl göründüklerine dair güvenilir bir fikir sağlamıyordu.

Neden tek bir fotoğraf karesininin akan fotoğraflara kıyasla aklımızda daha iyi kaldığını düşünüyorsunuz?

Bence bu, görsel hafızayla alâkalı. Sadece fotoğrafları akan görüntülerden daha iyi hatırlamıyor değilim, aynı zamanda aklımda bir filmden geriye kalanlar tek karelik görüntülerin bir seçkisi oluyor. Hikâyeyi, diyalog cümlelerini, ritmi anımsayabiliyorum. Fakat görsel olarak aklımda kalanlar, aslında fotoğraflara (sabit görüntülere) indirgenmiş seçili anlar.

Aynı durum insanın hayatı için de geçerli. Kişinin çocukluğundan kalan veya yakın geçmişinden olmayan bir dönemden olan her anı, bir film şeridinden ziyade sabit bir fotoğraf gibidir.

Kitap uzunluğundaki, 'Başkalarının Acısına Bakmak' adlı savaş ve dehşet fotoğraflarından hareketle kaleme aldığı deneme yazısını 2004'de ölümünden önce yayınlamış son kitabıdır.
Kitap uzunluğundaki, 'Başkalarının Acısına Bakmak' adlı savaş ve dehşet fotoğraflarından hareketle kaleme aldığı deneme yazısını 2004'de ölümünden önce yayınlamış son kitabıdır.
  • Fotoğrafçılık, bu "görme ve anımsama" biçimini somut bir hâle getirdi.

Peki siz "fotoğrafik" bir biçimde mi görüyorsunuz?

Elbette.

Fotoğraf çeker misiniz?

Kameram yok. Tam anlamıyla bir fotoğraf hastasıyım, ama onları çeken kişi olmayı istemiyorum.

Neden?

Başlarsam gerçekten bağımlısı olabilirim.

Kötü mü olurdu? Kişinin yazarlıktan başka bir şeye geçiş yaptığı anlamına mı gelir bu?

Fotoğrafçının dünyaya yönelme, uyumlanma şeklinin yazarın görme biçimiyle yarıştığını düşünüyorum, evet.

Birbirlerinden hangi yönleriyle farklılar?

Yazarlar daha fazla soru soruyorlar. Yazarın, herhangi bir şeyin ilgi çekici olabileceği ön kabulüyle çalışabilmesi güç. Çoğu insan hayatını bir kamerası varmış gibi yaşar. Ama yaşamlarını, gördükleri sürece ifade edemezler. İlginç bir olaydan bahsettikleri zaman, "Keşke kameram yanımda olsaydı." sözüyle hikâyeleri çoğu kez kaybolur gider. Öyküleme kabiliyetinde genel bir düşüş var ve artık pek az insan iyi hikâye anlatıyor.

Fotoğrafçılığın yükselişinin bu düşüşle birlikte tesadüfen gerçekleştiğini mi yoksa aralarında doğrudan ve doğal bir ilişki olduğunu mu düşünüyorsunuz?

Sontag, ilk romanı The Benefactor'ü 1963'te yayımlamıştır.
Sontag, ilk romanı The Benefactor'ü 1963'te yayımlamıştır.

Öyküleme doğrusal, fotoğrafçılık ise anti-doğrusaldır. Bugün insanların son derece gelişmiş bir "süreç" ve "geçicilik" anlayışı var, ama bir giriş, gelişme ve sonucu neyin oluşturduğunu artık anlamıyorlar. Sonlara ve sonuç bölümlerine önem verilmiyor.

Her anlatı, tıpkı her psikoterapide olduğu üzere sonsuza dek sürebilme potansiyeli taşır gibi görünüyor. Bu yüzden herhangi bir son oluşturmak keyfi görünür ve bilinçli bir şekilde yapılmış bir şeye dönüşür. Bizim içimize sinen anlayış biçimi, şeylerin daha büyük ve potansiyel olarak sonsuz bir şeyin parçası gibi ele alınmasıdır. Bu duyarlılığın bir tarih anlayışından yoksun olmakla ilişkili olduğunu düşünüyorum.

Çoğu insanın, sahip olduğu için her şeyi kişisel kaygılarına ve ilişkilerine indirgediği salt subjektif (öznel) dünya görüşü beni hayrete düşürüyor, umudumu kırıyor.

Tüm bunlar, kurmacanızı prensip olarak yalnızca kendi deneyiminize dayandırmamanızla da bağlantılı.

Çoğunlukla kendim hakkında yazmak daha çok, yazmak istediğim yere giden yolu dolaylamak gibi geliyor bana. Yazarlıktaki gelişimim "ben" zamirine daha özgürce yaklaşarak ve özel deneyimlerimi daha fazla kullanarak olduysa da zevklerimin, talihimin ve talihsizliğimin örnek teşkil eden bir karaktere sahip olduğuna hiçbir zaman ikna olmadım.

  • Hayatım benim başkentim, benim hayal gücümün başkenti. Sömürge kurmayı (başkalarından beslenmeyi) seviyorum.