Tana Kılınç: Anadolu ve Bilâdüşşâm kader ortaklarıdır

​Tana Kılınç.
​Tana Kılınç.

Dil ve İşgal, Bir Rüyayı Hatırlar Gibi ve Kudüs Yazıları gibi kitaplarıyla tanıdığımız Taha Kılıç ile Suriye devriminden yol’da olmaya kadar verimli bir söyleşi yaptık…

Suriye’de yaşananları devrimden önce de sonra da sürekli bir okuma çabası içindeydik. Kimi zaman umutsuzluğa düştüğümüz zamanlar da olmuştu… Peki, Suriye meselesini anlamada/ okumada neleri doğru veya yanlış yaptık?

İslâm coğrafyasının geneliyle birlikte, Suriye’de de şu yanlışa düştüğümüz söylenebilir: Az bilgiyle, ezbere konuşmak. Türkiye, hem mazisinin hem de şimdiki halinin kendisine yüklediği onca sorumluluğa rağmen, İslâm dünyasıyla alakalı ilmî birikimin son derece kısıtlı olduğu bir ülke. Hal böyle olunca, kriz zamanlarında doğru ve isabetli tavırları ortaya koymak da zorlaşıyor. Türkiye’nin içinde bulunduğu bu tenakuz beni her zaman şaşırtmıştır doğrusu.

Uzun zamandır İslam beldeleri üzerine çalışıyor, düşünüyorsunuz. Buraların siyasi, içtimai ve iktisadi yapısına hâkimsiniz. Suriyeliler ile Türklerin ortak tarihi hakkında neler söyleyebilirsiniz?

İslâm beldelerinin siyasî, içtimaî ve iktisadî yapısına “hâkim” olmak, çok iddialı bir vasıf. Ben kendimi asla böyle bir konumda görmüyorum. Ben talebeyim, öğrenmeye devam ediyorum. Ölünceye kadar da İslâm coğrafyası denilen bu devasa okyanustan ancak birkaç damla kapabileceğim. Bunu ısrarla vurgulamam gerekiyor. Cevabınıza gelecek olursak: “Suriyeliler” ve “Türkler” şeklinde iki ayrım yapamayacağımız derecede ortak ve iç içe geçmiş bir mazimiz var. Aramıza çizilen sınır bizi ayırmış görünse de, geçmişte olduğu gibi bugün ve gelecekte de etle tırnak gibiyiz, birbirimizden asla ayrılamayız. Sadece siyasî ve askerî tarihten söz etmiyorum. Mimarîden gastronomiye, sanattan edebiyata, Anadolu ve Bilâdüşşâm’ın kader ortaklarıdır. Bunun farkında olurlarsa, coğrafya kazanır. Olmazlarsa, kendileri de coğrafyamız da kaybeder. Bunun çok acı bir tecrübesini 2011’den itibaren zaten yaşamış oldu.

Suriye’de devrim öncesinde büyük bir demografik değişim oldu. Mezhepsel ve siyasi anlamda önemli farklılıklar gerçekleşti. Şam’da Sünnilik etkisini yitirmişti adeta… Peki devrim sonrası bizi bu noktada nasıl bir Şam, Halep, Suriye bekliyor…

Elimizde kesin rakamlar var. Baas Rejimi, 2011’den sonra tam 2 milyon 243 bin yabancıyı -ki tamamı Şiî- Suriye vatandaşı yapmış. İran ve Irak’tan 890 bin, Lübnan’dan 783 bin, Türkiye’den 360 bin, Basra Körfezi’nden 210 bin kişi Suriye vatandaşlığına geçirilmiş. Yeni Suriye yönetimi bu bilançoyu kamuoyuna duyurduktan sonra, hepsinin vatandaşlıktan çıkarılarak sınır dışı edileceğini duyurdu. Çoğu zaten, devrimin ilk günlerinde ülkeyi terk etmişti. Zannediyorum, şu anda sınır dışı etme ve vatandaşlıktan çıkarma işlemi artık tamamlanmıştır. Sadece bu rakamlar bile, Suriye’de oynanan oyunu gözler önüne sermektedir.

Fiziksel restorasyon, Suriye’nin önündeki en kolay sınav. Esas zorluk toplumsal restorasyonla Baas’ın tahrip ettiği dinî yapının yeniden ve aslına uygun biçimde ihyasında yaşanacak.

Suriye’de esas zorluk toplumsal restorasyondur.
Suriye’de esas zorluk toplumsal restorasyondur.

Peki, Suriyelilerin toplumsal psikolojisi nasıl düzelecek? Türkiye bu noktada nasıl devreye girebilir, nasıl yürütebilir süreci…

On yıllar boyunca baskıcı ve zalim bir idarenin altında yaşamak, doğal olarak insanların ruhunda ve beyninde bazı hasarlar bırakıyor. Suriyeliler de aynı çerçeveye dâhil. Daha düne kadar Beşşar Esed’i ve Baas’ı öven insanlar, bugün özgürlük nutukları atıyor. Ancak hangileri samimi, hangileri maslahatının peşinde, hangileri özgürlüğü gerçekten anlıyor ve özümsüyor? Bu soruların cevabını zaman içinde alabileceğiz. Ani ve çabuk elde edilen hürriyetler, bazen önü alınamayacak anarşilerin doğmasına yol açabiliyor. Suriye’nin böyle bir tecrübe yaşamamasını temenni ediyoruz.

Hocam, hemen herkesin bir yol/yolculuk hikâyesi var. Peki, sizin için yolculuğun mahiyeti nedir?

İslâm coğrafyası Suriye’de ezbere konuşma yanlışına düştü.
İslâm coğrafyası Suriye’de ezbere konuşma yanlışına düştü.

Ben, Mersinli bir Yörük ailesine mensubum. Benim atalarım zaten yüzyıllar boyunca beldeden beldeye göç etmiş. Yaşadığımız iklim sebebiyle, yazın yaylaya kışın da sahile göç etme ananesi, hâlâ mevcut. Ben, babamın deve sürüleriyle katıldığı o yayla göçleri geleneğine yetiştim. Göç ve seyahat hikâyelerinin sürekli anlatıldığı bir atmosferde büyüdüm. Büyük dedemiz, Birinci Dünya Savaşı yıllarında askerliğini Kudüs’te yapmış. Onun oğlu, Halil Dedem, İkinci Dünya Savaşı döneminde Çanakkale’de askermiş. Mersin’e dönmek üzere Harem’den otobüse binecekken çocukları ders çıkışı gözyaşlarıyla izlediği Haydarpaşa Lisesi’nden, babamı mezun etmiş. Babam, lise ve üniversiteyi yatılı olarak İstanbul’da okumuş. Annem, liseyi Ankara’da yatılı bitirmiş. Amcalarımdan biri, tahsilini yaparken yıllarca İskoçya’da gurbette kalmış. Halam ve amcalarım İstanbul’da okumuşlar. Ben de bu aile geleneğine hiç itirazsız uyarak, 10 yaşında İstanbul’a geldim. Kendimi bildim bileli yollardayım anlayacağınız.

Kimi yazarlar seyahati doğrudan sanat olarak tarif ediyor. Peki, seyahat ve tarih nerede buluşur? Ve şehirlerin yazarlar, tarihçiler veya sanatçılar üzerinde nasıl bir etkisi vardır sizce?

Ben -biraz önce anlattığım üzere- seyahatin ve göçebeliğin içine doğduğum için, işin sanat boyutundan çok pratik taraflarıyla ilgilendim. Seyahatin taassubu yok ettiğini, yolda öğrendim mesela. Keza insanın ufkunun ancak seyrüseferde açıldığını gördüm. Seyahat, yazarlığımı ve muhayyilemi besleyen bir nasip olmuştur benim için. Yola düşmeseydim, dar bir çerçevenin dışına taşamazdım diye düşünüyorum.

Son olarak, hangi şehre geç kaldınız?

Zannediyorum Kahire. Ortadoğu’yu yıllarca çalıştıktan, dününü ve bugününü yazdıktan, hatta gidenlere yol ve mekân tarifleri verdikten sonra, Kahire’ye ancak 39 yaşında yolum düştü. Ama onu da tevekkülle kabullendim. Eskilerin dediği gibi: Nasip olmadan, dayak bile yenmez.