AB çözülmenin eşiğinde mi?

Brüksel-Varşova gerilimi sınırları zorluyor.
Brüksel-Varşova gerilimi sınırları zorluyor.

Haziran 2016’da İngiltere, üyesi olduğu Avrupa Birliği’nden (AB) referandumla çıkma kararı aldığında, kararın şok dalgaları Avrupa’nın başkentlerinde önemli sarsıntıya sebep olmuştu. O dönem AB ülkelerinin başında olan liderler, İngiltere’siz de yola devam edebileceklerini belirterek, kararın Birlik’in temelinde oluşturduğu zararı gizlemeye çalışmışlardı.

Ancak zaman, temellerde oluşan zararın giderek binanın kendisinde de çatlaklar oluşturmaya başladığını ortaya koyuyor. Brexit’in üzerinden 5 yıl geçmesine rağmen AB-İngiltere ilişkilerinin üzerindeki belirsizlik henüz kalkmadı. Buna karşın Brüksel üzerinde pek çok sorunun da biriktiği görülüyor.

AB üyesi ülkeler arasında yaşanan siyasi, ekonomik ve sosyal anlaşmazlıkların derinleştiği görülürken, dış siyasi etkenler de Brüksel’in sorunlara cevap olma kapasitesini limitlerine kadar test ediyor. Siyasi, ekonomik ve sosyal kaynaklı sorunları çözmekteki yetersizliği, düzensiz göç ve Kovid-19 salgınıyla iyice su yüzüne çıkan Brüksel, artık üye ülkeler nezdinde güven ve inanç kaybıyla karşı karşıya. Özellikle ikinci sınıf üye konumuna düşürülen Orta ve Doğu Avrupa ülkeleri kendilerini Brüksel’in boyunduruğundan kurtaracak çıkışlar arıyor. Bunun son işareti Polonya Yüksek Mahkemesi’nin, “AB yasalarının, ülke yasalarının üstünde olamayacağına” dair hükmü oldu. Öte yandan Birlik, kendi içinde liderlik sorunuyla, Brexit sonrası Manş Denizi meselesiyle ve Fransa’nın başıbozuk dış siyasetiyle derin bir çözümsüzlük içinde.

Brüksel etkisini yitirirken

Merkel'in 16 yıllık görevinden ayrılması sadece Berlin için değil aynı zamanda Brüksel için de belirsizlik oluşturuyor.
Merkel'in 16 yıllık görevinden ayrılması sadece Berlin için değil aynı zamanda Brüksel için de belirsizlik oluşturuyor.

Borgen adlı siyasi/drama dizisinde Danimarka Başbakanı ülkeyi temsilen AB organlarında görev alacak kişiyi seçmek için danışmanlarıyla istişareler yürütmektedir. Danışmanları kendisine siyaseten parti içindeki en büyük rakibini ya da kendi siyasetine sorun çıkaran bir kişiyi atamasını telkin eder. Danışmanlar bu kararlarını da “Brüksel’e gönderilen kişinin sesi bir daha duyulmaz” diye gerekçelendirir.

  • Avrupa’da artık dizilere kadar konu olan Brüksel’in kendi içine kapalı bürokratik dünyası belki bundan daha iyi anlatılamazdı. Üye ülkeler için Brüksel göz önünde bulunması gereken ve sesine kulak asılmaması gereken bir yerde konumunu her geçen gün sağlamlaştırıyor. Kovid-19 salgınının AB’ye en büyük etkilerinden biri de üye ülkeler nezdinde Brüksel’den çözüm beklemenin kendileri için birinci öncelik olmaması gerektiğini öğretmesi oldu.

Hızlı karar almanın gerektirdiği siyasi ve ekonomik kriz dönemlerinde ne Avrupa Komisyonu Başkanı’nın ne de AB Konseyi Başkanı’nın bir bürokrattan öte anlam taşımadığı iyiden iyiye görüldü.

Bugün o koltuklarda oturan Alman Ursula Von der Leyen’in ya da Belçikalı Charles Michel’in, kritik karar alma süreçlerinde görevinin son demlerini yaşayan Almanya Başbakanı Angela Merkel’den ya da Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron’dan daha önde olduğunu öne sürmek mümkün değil. Bunun sebebi de AB’ye üye ülkelerin siyasi iradelerinin bir kısmını Brüksel’e teslim etmesi kuralının hiçbir zaman tam manada gerçekleşmemiş olması. Ne Berlin, ne Paris, ne Roma, ne de Madrid bu konuda ciddi bir yaklaşım sergilemedi. Avrupa’nın ve ülkelerinin kaderini etkileyecek kritik kararları yine kendilerinin vermesini sağlamak amacıyla, Brüksel’i bypass pahasına ellerinde güçten vazgeçmediler. Bu tercih son yıllarda hızla görünür oldu. Özellikle 2008 finansal kriziyle derin darbe alan Avrupa ekonomisi ile neredeyse Brüksel’in elindeki tüm siyasi ve ekonomik karar alma yetkileri budandı. Bunda elbette Brüksel’in krizler karşısında hızlı karar alamama durumu büyük rol oynadı. Ardı ardına gelen Suriye, Libya, düzensiz göç, Brexit, Kovid-19 ve nihayetinde Afganistan krizleri AB’yi rüzgar etkisiyle bir yaprak gibi oradan oraya savrulmasına neden oldu. Elbette bu durum üye ülkelerin gözünden kaçmadı.

Polonya giderse...

Polonya Yüksek Mahkemesi’nin, AB hukukunun iç hukuka üstün olamayacağı kararı, Varşova-Brüksel gerilimini artırdı.
Polonya Yüksek Mahkemesi’nin, AB hukukunun iç hukuka üstün olamayacağı kararı, Varşova-Brüksel gerilimini artırdı.

Brüksel’in giderek zayıflayan etkisi Polonya, Çek Cumhuriyeti, Macaristan gibi çeperdeki üye ülkelerin daha bağımsız davranma isteğine de alan açıyor. Büyük devletler karşısında çelimsiz politikalar izleyen Brüksel’in konu diğer ülkeler olduğunda siyasi, ekonomik ve hukuki dayatmalarda bulunması, söz konusu başkentlerde tepkiye neden oluyor. Küresel krizlerin Avrupa’da etkisini hissettirdiğinde bu ülkelere yapılacak yardımların miktarına dair Brüksel’de bitmek bilmeyen müzakerelerin yürütülmesi, kendilerinin eşit ortak olmadığı duygusunu her geçen gün daha fazla hissettiriyor. Düzensiz göç ya da Kovid-19 salgını karşısında Avrupa’nın çeperini oluşturan ülkelerin düştüğü durum, bu ülkelerde AB karşıtı siyasetin güçlenmesine de neden oluyor. Kaderlerini AB’nin zengin ülkelerinin iki dudağı arasından çıkacak söze bağlamak istemeyen ülkeler çareyi başka seçeneklerde aramaya çoktan başlamış durumda. Bunun en son örneği Varşova ile Brüksel arasında yaşanan bilek güreşi. Adeta üye ülkeler arasında ayrımcılık boyutuna varan uygulamalar sonrasında Polonya Yüksek Mahkemesi’nin, AB hukukunun iç hukuka üstün olamayacağı kararı, Varşova-Brüksel gerilimini artırdı.

Polonya’nın AB hukukunu devre dışı bırakan kararına Macaristan’dan da destek geldi. Avrupa medyasında Brexit’ten sonra Polexit’in gündeme gelebileceği yorumları yer aldı. Söz konusu ülkeler üzerinde artan ABD etkisi de Brüksel için bir başka mesele. Ekim ayı içinde Polonya’nın AB hukukunu adeta rafa kaldıran kararı sonrasında Avrupa Komisyonu Başkanı Ursula Von der Leyen’in, Varşova’yı ekonomik yaptırımlarla tehdit eden açıklamasına Avrupa Parlamentosu’nda Polonya Başbakanı Mateusz Morawiecki’nin benzer bir sert tepkiyle karşılık vermesi, Birlik içindeki gerilimin dozunu artırdı.

  • Morawiecki, ülkesine karşı bir şantaj politikası uygulandığını belirterek buna boyun eğmeyeceklerini Von der Leyen’in yüzüne karşı söylemesi ve ülkesinin aldığı kararın benzerlerinin Almanya, Fransa, Danimarka, İtalya ve İspanya gibi başka AB ülkelerinde de verildiğini belirtmesi, Brüksel’in uyguladığı iddia edilen çifte standartlı politikasına karşı üstü kapalı bir eleştiriydi.

Brüksel’den Varşova’ya gelen 36 ila 50 milyar avro değerinde yeniden yapılanma yardımını belirli şartlara bağlanabileceği açıklaması karşısında, Başbakan Morawiecki, “AB başımıza silah dayıyor” açıklamasını yapmaktan geri durmadı. Krize ilişkin en dikkat çeken yorum ise Alman Der Spiegel dergisinden geldi.

Spiegel’in Brüksel-Varşova hattındaki krizi “Polonya’nın ayrılmasının AB üzerindeki etkisi Brexit’ten çok farklı olur. Büyük Britanya tarihsel olarak bakıldığında her zaman Avrupa’nın çeperinde gördü kendini. Ama Polonya tam içindeydi” yorumuyla değerlendirirken, “Polonya giderse bütün AB çözülür” uyarısında bulunuyordu. Bu aslında Berlin’in mevcut krizde Brüksel’in değil Varşova’nın tarafını tuttuğunun da bir göstergesiydi.

Örnek olur korkusu

Polonya ile yaşanan kriz Brüksel için “olmak ya da olmamak” testi denebilir. Çünkü hem içeride hem de dışarıda çıkacak sonuca göre hamle yapmayı bekleyen çok sayıda aktör bulunuyor. Burada Brüksel için yapılacak her tercih iki tarafı keskin bıçak. Varşova’yı ekonomik yaptırım sopasıyla tehdit ederek yola getirmeyi tercih etmesi kısa dönemli bir çözüm olabilecekken, sonuçları bazı ülkelerdeki AB karşıtlığını/şüpheciliğini güçlendirmek ile sonuçlanabilir.

Öte yandan Varşova ile yaşanan sürtüşmeden sonra gösterilecek bir yumuşama, hali hazırda Brüksel’in zayıflayan etkisini bazı ülkeler nezdinde tamamen kaybolmasıyla sonuçlanabilir. Bu durum dalga dalga tüm Avrupa’yı etkisi altına alması ve seçimlerde özellikle, AB karşıtlığının bayraktarlığını yapan aşırı sağ siyasetin eline yeni bir koz vermesi sonucunu doğurabilir. Brüksel için en iyi seçenek, yine, yakında zamanda sürekli şahit olduğumuz gibi, krizin uzun müzakerelerin ardından Paris ve Berlin’in işbirliğinde çözülmesi olacak gibi. Ama bu da Brüksel’in hanesine puan olarak yazılmayacak.

ABD: İçerideki düşman

Varşova’yı Brüksel ile köprüleri atma noktasına getirecek bir gerilim, ABD, Rusya ve Çin gibi küresel güçler tarafından dikkatle izleniyor. Özellikle Washington’un, üye ülkeler nezdinde zayıflayan siyasi etkisini kendisi için bir kazanca çevirme peşinde olduğunu söylemek mümkün. 2. Dünya Savaşı sonrasında Demir Perde ülkelerine karşı adeta kader ortaklığı yapan Atlantik’in doğu ve batı yakaları için işler soğuk savaşın bitiminin ardından değişmiş durumda. ABD, son Afganistan’dan çekilme kararında olduğu gibi AB’ye artık eşit aktör gözüyle bakmıyor. Dahası AB’nin mevcut yapısıyla kendisine karşı bir güç merkezi olmasının da önüne geçmek istiyor ve Brüksel’in hayata geçiremediği siyasi ve ekonomik kararları kendisi için bir kazanca çevirme politikası izliyor.

İngilizce’de bu tip durumlar için kullanılan frenemy (dostdüşman) kavramı kullanılıyor. ABD, üye ülkelerin AB’ye olan kuşkusunu ve öfkesini ağacın içindeki bir kurt gibi kemiriyor. Özellikle Brüksel’in savunma alanında hala NATO’ya alternatif bir yapı oluşturamamış olması, Rusya karşısında güvenlik endişesi yaşayan ülkeler için ABD’yi cazip bir ortak konumuna ve dahası siyaseten güvenilir bir ortak diye görülmesine sebep oluyor. Washington, Polonya, Çekya, Macaristan, Bulgaristan ve Romanya gibi ülkelere sağladığı askeri ve siyasi destekle Brüksel’in bıraktığı güvenlik boşluğunu dolduruyor. ABD’nin son dönemde bu ülkelerle ilişkileri üst seviyeye taşıması, Avrupa’nın siyasi etkisini aşındıran dışsal etmenlerin başında geliyor. Bir nevi Washington, Brüksel’in bu ülkelerle bağının zayıflamasına neden oluyor.

Merkel'in bıraktığı büyük boşluk

Almanya Başbakanı Angela Merkel’in 16 yıllık görevinden ayrılması sadece Berlin için değil, Brüksel için de belirsizlik oluşturuyor. Mevcut siyasi fotoğrafta, ne Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron’un, ne Almanya’da olası koalisyonda başbakan olması beklenen Olaf Scholz’un ne de İtalya Başbakanı Mario Draghi’nin bu boşluğu doldurabilecek liderliğe sahip olmadığı değerlendiriliyor.

Merkel’in yokluğunda AB’nin kritik konularda ortak karar almasının daha da zorlaşacağı ve Birlik’in varoluş krizine sürüklenebileceği kaydediliyor. Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron’un ülkesini İslam karşıtı bir konuma sürüklemesi ve Türkiye, Cezayir, İngiltere gibi ülkelere hasım politikaları da Brüksel için bir başka sorun. Macron’un ayrımcı ve sorumsuz iç/dış politikası hem Avrupa içinde bölünmeye hem de Brüksel’in çevre coğrafyasından soyutlanmasına neden olabilir.