Bilgelerden oruç dersleri

Onsekizinci yüzyıl Osmanlı düşüncesinin önemli sütunlarından biri sayılan Erzurumlu İbrahim Hakkı, oğlu Seyyid Ahmed Naîmî için kaleme aldığı ve 1757 yılında tamamladığı Marifetnâme’yi “Dünya ve âhiretin insan için, insanın da yaratıcısını bilmek için halkedildiğini” vurgulamak gayesiyle yazdığını belirtir. “Ancak, rabbi bilmenin nefsi bilmeye, nefsi bilmenin de kişinin hem kendi maddî varlığını, hem fizik âlemini bilmesine bağlı olduğunu söyleyen müellif, bu sebeple eserinde astronomi, fizyoloji, psikoloji ve hikmetin yanı sıra kalbî ilimlerden ve irfan alanından faydalanarak açıklamalar yaptığını kaydeder.”1
Yedi putu kır, olgunlaş!
Eserin ikinci cildinin ilk meselesi “İnsan ruhunun bedenler âleminde nasıl noksanlıklar bulduğu ve ne şekilde kemal kazandığı (olgunlaştığı)”dır. İnsan türünü önce üç sınıfa ayırıyor:
- Birinci sınıf, bu âleme niçin geldiğini ve ondan istenenin kemal kazanmak olduğunu asla bilmeyip halkın üç putuna tapar: Yeme içmeyi, uykuyu ve cinsel ilişkiyi kendisine (asıl) iş edinir. Bu sınıf melekleri andıran niteliklerini bırakmış, hayvanî sıfatlarla donanmıştır.
- İkinci sınıf, bu aşağı âleme iniş maksadının kemal kazanmak olduğunu bilir ama duygularının dört putuna meyleder: Özsevgisi, çocuk sevgisi, mal mülk sevgisi ve mevki makam sevgisi.
- Üçüncü sınıf ise, bu aşağı âleme kemal kazanmak için geldiğini bilir, hidayet onun yoldaşı olduğundan kendini burada misafir sayar ve yukarıda belirtilen yedi putu kırarak olgunlaşır.2
Devam eden sayfalarda bu “putları kırma” sürecinin en önemli bileşenlerinden birinin açlık olduğunu söylüyor Marifetnâme yazarı. Modern insanları ilk anda irkiltebilecek olan bu uyarıyı, hem de “Taam-ı Hak’dır açlık, onu seçkinlere özgü kılmıştır” tarzında açlığı yücelten şiirler eşliğinde dillendirir:
Bulan açlıkda bulmuştur fenâdan devlet-i fakrı
Duyan açlıkda duymuştur rumûz-ı sırr-ı Sübhânı
Kamu açlıkdadır devlet saâdet izzet ü lezzet
Açlar olur rûhânî dahi simâsı nûranî
Şiirden nesire geçtiği sayfalarda da hız kesmiyor ve açlığın adeta bilgelik yolunun feneri olduğunu vurguluyor: “Midenin dolu olması anlayış ve zekâyı bozar. Tokluk, hikmeti fesada uğratır. Açlık, peygamberlerin yiyeceği, velîlerin makamıdır.”
Geldi Ramazan ayı ey yâr-ı kamer-sîmâ
Oruç tut az uyu tâ kalbin ola bînâ
Oruç ile ten ü cânı pâk eyle yeme nânı
Dolsun mey-i rûhânî tâ mest ola her eczâ
İmam Gazali, İhya adlı ünlü eserinde, iki hadisi şerife dayanıp, iktisatçıları kıskandıracak bir hesap yapıyor: “Sabır, imanın yarısıdır. Oruç, sabrın yarısıdır. Öyleyse, oruç imanın dörtte biridir.” Ne güzel hesap! Bir ibadet düşünün ki, onunla imanınızın çeyreğini ikmal ediyorsunuz. Geriye ne kalır ki?
Oruç, Allah’a hicrettir!

Ramazan orucu Hicret’in ikinci yılında ve üç aşamalı olarak farz kılındı. Resulullah Medine’ye geldiğinde, her aydan üç gün, bir de Aşure günü oruç tuttu. Sonra Allah ona orucu farz kıldı ve şu ayeti inzal buyurdu: “Ey inananlar! Oruç sizden öncekilere farz kılındığı gibi, Allah’a karşı gelmekten sakınasınız diye, size de sayılı günlerde farz kılındı. Sonra Allah Teala başka bir ayet inzal buyurdu: “Kim gönlünden iyilik yaparsa o iyilik kendisinedir. Oruç tutmanız – eğer bilirseniz- sizin için daha hayırlıdır. Ramazan ayı ki onda Kuran -yol gösterici ve doğruyu yanlıştan ayırıcı belge olarak- indirildi. Sizden bu ayı idrak eden, onda oruç tutsun. Hasta veya seyahatte olan, tutmadığı günler sayısınca diğer günlerde tutsun.” Oruç, hicrettir. Her büyük dönüşüm bir hicretten sonradır ve oruç, insanın nefsini denetim altına almasında gerçek bir hicret etkisi yaratır. Oruçlu insan, sayılı saatler boyunca da olsa, Rabbine hicret etmiştir.
Ruh yoksulluğu, ekonomik zenginlik içinde de olsa, insanları mutsuz kılar. Yüksek maaş ve kazançlara rağmen, çoğumuz itiraf etmeliyiz ki kalplerimiz bir türlü yatışmak bilmiyor. Huzursuzluk demesek bile, mütemadi bir tatminsizlik içinde yaşıyoruz. Sebep aslında hiç birimizin meçhulü değil. Bu dünyada sürgün hayatı yaşıyoruz da, ondan. İnsanoğlunun anayurdu Cennet'tir. İlahî öğüde kulak asmadığı için, dünya gurbetine mahkûm edildi. Peygamber Efendimiz, “din öğüttür !” buyuruyor. Yani öğüt dinler ve gereğince amel edersek, anayurdumuza tekrar kavuşabiliriz.
Ruhun beden üzerindeki zaferi
Oruç ruhun beden, aklın nefs üzerindeki zaferidir. Daha doğrusu, bu zafere doğru kararlı bir yürüyüştür. Yılda bir ay gibi, modern ölçütlerle uzun sayılabilecek bir süre içinde, bedenin zevk ve arzularına söz geçirme temrinidir.
Osmanlı esnafının başucu kitabı olan fütüvvetnâmeler, akıl ile nefs arasındaki bu çarpışmayı şöyle tasvir ederlerdi:
Gönlüm oldi bir zaman hayran ü deng
Aklum ile nefsüm arasında ceng
*
Aklum eydür pes taleb itmek gerek
Arzudan Hakk yolına gitmek gerek
*
Nefsüm eydür Bayezid mi olasın
Güneşi kanda elüne alasın
*
Aklum eydür Bayezid’i yaradan
Sana didi mi ki çıkdum aradan?
Demedi elbet. “Evreni yarattıktan sonra dinlenmeye çekilen Tanrı,” arzudan Hakk yoluna gitmeye niyeti olmayanların temelsiz tasavvuruydu. Yaradanı aradan çıkarmak, insanı tabiat üzerinde hesapsız bir hakimiyete taşımak içindi. Tanrı köşesine çekilmişse, her şey mübahtı. Tabiatın da, insanın da canına okuyabilirdiniz artık! Klasik düşünür, şair ve bilginlerimiz ise kimsenin canına okumaya hevesli değildiler. Onlar için mühim olan, çalışıp çabalayıp “can sırrına varmak”tı:
İşbu Vücud şehrine bir dem giresim gelir
İçindeki Sultan’ın yüzün göresim gelir
*
İşidirim sözünü göremezem yüzünü
Yüzünü görmekliğe canım veresim gelir
*
Miskin Yunus’un nefsi dört tabiat içinde
Aşk ile can sırrına pinhan varasım gelir.
Ziya Gökalp ve Yahya Kemal’de oruç

Pozitivizm, hakikatı kavramada beşer aklını mutlaklaştırma girişimiydi. Bu girişim belirli bir başarı kazanınca, “tembel tanrı” tasavvuruna bile ihtiyaç kalmadı. Günümüzün Türk aydını, kendi eseri olmayan böyle bir girişimin sevimsiz taklitçisidir. Oruç, namaz, bayram gibi kavramlar onun için artık birer oyundan ibarettir. Pozitivizm hurafesi, hiçbir insanüstü hakikate hayat hakkı tanımıyor. Kadîm gelenekler, Tanrı’nın mutlak ve kesintisiz varlığını her an hissettiren inanç ve fikir sistemleriydi. İslam, bu geleneklerin zirvesiydi: Allah’a tam ve mutlak teslimiyet öğretisi. Bu Ülke’de henüz Yunus’ların sesi işitilir iken, Pozivist hurafelerin az çok etkisinde kalmış düşünürlerimiz bile fütüvvetnâmelerin kokusunu hissedip, hissettirebiliyorlardı. Ziya Gökalp, 1908’de Diyarbakır’da yazdığı Oruç başlıklı şiirinde “akıl ile nefs arasındaki cengi” şöyle tasvir ediyordu:
Nefsimizin iyi, kötü her emrine uyarken Yılda bir ay sen gelirsin bizi irşâd etmeye Hep başlarız gönlümüze karşı cihâd etmeye
Birkaç gün bu savaşta biraz güçlük duyarken O güçlükler kolaylaşır nefsimizi yeneriz Hayrın şerden daha kavî olduğunu deneriz.
Artık kibir, tamah gibi bir manevî kasırga Kayalardan muhkem olan o tineti sarsamaz Artık vicdan cennetine İblis ayak basamaz.
Oruç tutmamasına rağmen, oruçlular hürmetine orucun kendisini tuttuğu Yahya Kemal, Gökalp’ten on yıl kadar sonra İstanbul’da benzer bir bağlanışa şahit oluyor, nur saçan bir topluluğun eylemine katılmamış olmanın gizli utancını yaşıyordu:
Top gürleyip oruç bozulan lâhzadan beri,
Bir nurlu neş’e kapladı kerpiçten evleri.
*
Yârab nasıl ferahlı bu âlem, nasıl temiz!
Tenhâ sokakta kaldım oruçsuz ve neş’esiz.
Bu hassasiyetin kaynağı, derin bir dinî şuur idi. Diyarbakır’dan İstanbul’a (Buhara’dan Bosna’ya, Bağdat’tan Tunus’a) kadar yüz milyonlarca insan, oruç sayesinde bir MİLLET olduklarını tecrübe ede-gelmişlerdi. Gökalp’in kelimelerini ödünç alırsak, “oruç Hintli, Fars, Türk, Arap, Boşnak demeden bu insanları yediden yetmişe irşad ediyor, hep birlikte nefse karşı cihada” kaldırıyordu. Hayallerinin dizginlerini zaptetmeye alıştırıyor; kibir, tamah gibi manevî kasırgalar karşısında sarsılmayan bir çınara dönüştürüyor; böylelikle, vicdanlarının cennetine İblis ayak basamıyordu.
Yahya Kemal, Atik-Valde’den geçerken aynı bağlanışa şahit olmuştu. Kendisi oruçsuz olduğundan, bir yandan utanç duymuş, diğer yandan yurttaşlarının manevî sıhhatine imrenmişti:
Yurdun bu iftarından uzak kalmanın gamı
Hadsiz yaşattı ruhuma bir gurbet akşamı
Evet gurbet, millete uzak düşmektir. Şimdi artık bu hassasiyete sahip oruçsuz şairlerimiz yok. Şimdikiler oruç tutmuyor, özgürlüğü yücelten şiirler yazıyorlar. Yücelttikleri özgürlük, metafizik derinliği olmayan; sadece bedensel hazlara odaklı bir özgürlüktür. Bu türden özgürlüğü 12 yıl elinden alınan Boşnak düşünür ve devlet adamı Aliya İzzetbegoviç, zindanda bile oruç tutarak özgürlüğün zirvesine ulaştığını hissediyordu: “Oruç münhasıran insanî bir seçimdir; sadece insanlara özgüdür. Hayvanlar da yiyecek yer; fakat sadece insan oruç tutabilir. Oruç, insanla hayvan arasındaki farkı açıkça ortaya koyar. Yeme, bir zorlamaya, bir tabiat kanununa uyarak yapılır. Oruç ise iradenin en yüksek ifadesidir; bir özgürlük fiilidir. Orucun en büyük anlamı, herhangi bir tıbbî sebepten ziyade bu özgürlüktür.”3
Dostoyevski’nin kahramanları özgürlüklerini kanıtlamak için intihar ediyordular. Oruç daha bilgece bir alternatif.
1.Bekir Topaloğlu: “Marifetnâme,” TDV İslâm Ansiklopedisi, 2003, Cilt 28, s. 57.
2.Erzurumlu İbrahim Hakkı: Marifetnâme II, İstanbul: Kapı, 2024, s. 772.
3.Aliya İzzetbegoviç: Özgürlüğe Kaçışım: Zindandan Notlar, İstanbul: Klasik, 2014.