Küresel yoksullukla mücadelede alarm zili çalıyor: Son 10 yıl

2030 yılının küresel yoksullukla mücadele için bir dönüm noktası olacağını işaret ediyor.
2030 yılının küresel yoksullukla mücadele için bir dönüm noktası olacağını işaret ediyor.

Geçtiğimiz 10 yıllık süreçte, küresel yoksulluk ile mücadeleye yönelik kapsamlı çalışmalar yapıldı ve önemli bir mesafe kaydedildi. Küresel yoksulluğun temel sonuçları, bireylerin ve toplumların yaşam standardı üzerindeki etkileri ve gelecek nesillere aktarılma döngüsü her geçen gün daha iyi anlaşıldı. Ancak günümüzde farklı boyutlarıyla yoksulluk, halen geniş ölçekli ve yerleşik bir sorun olmaya devam ediyor.

Dünyada 700 milyondan fazla insan, en zor yoksulluk koşullarında hayatını sürdürmeye çalışıyor. Her yıl, beş yaşın altındaki beş milyon çocuk, basit tedavilerle engellenebilecek hastalıklardan hayatını kaybediyor. Düşük ve orta gelirli ülkelerdeki çocukların ilköğretime erişimi artmakla birlikte, birçoğu okuma, yazma ve matematik gibi temel becerilerde yetersiz kalıyor. Geniş tabanlı uluslararası örgütler, işbirliği teşkilatları, akademik çevre ve sosyal araştırma grupları, 2030 yılının küresel yoksullukla mücadele için bir dönüm noktası olacağını işaret ediyor.

Yoksulluk ve coğrafi bölge arasındaki ilişkiyi ön plana alan araştırmalar, günümüzde yerini yoksulluğun dünyanın her bölgesinde yakın çevreden bağımsız şekilde yaşanıyor olduğunu ortaya koyan çalışmalara bırakıyor. Amerika Birleşik Devletleri’nin en yoksul bazı yerleşim birimlerinde ortaya çıkan yoksulluk koşulları, dünyanın bilinen en yoksul coğrafyalarıyla karşılaştırılacak düzeye erişebilirken, aşırı yoksulluk olgusunun 2030 yılında, sınırlardan bağımsız şekilde yaygınlaşacağı görüşü giderek ağırlık kazanıyor.

Küresel yoksulluğun, özellikle geçtiğimiz 30 yılda, düşük gelirli ülkelerden orta gelirli ülkelere yayılması, yoksulluğun giderek daha fazla görünürlük kazanmasına yol açtı. 1987 yılında, dünyadaki yoksul nüfusun yüzde 90’ı düşük gelir seviyesindeki ülkelerde yaşıyorken, sadece yüzde 6,5’i orta gelirli ülkelerde yaşamaktaydı. Yoksulluğun en yaygın görüldüğü 20 ülkeden sadece beşi orta gelir sınıfındaki ülkelerden oluşuyordu. 2018 yılı itibariyle, dünyadaki yoksul nüfusun yüzde 60’ından fazlası orta gelirli ülkelerde yaşadığı ve yoksulluğun en yaygın görüldüğü 20 ülkeden dokuzunun orta gelirli ülkelerden oluştuğu bir tablo ile yüzleşmekteyiz. Hindistan, Nijerya, Çin, Endonezya, Pakistan, Filipinler, Güney Afrika ve Zambiya gibi sekiz orta gelirli ülke, 2018 yılında dünyadaki aşırı yoksul nüfusun yaklaşık yarısını (yüzde 49,3) barındırıyor.

Yoksullukla mücadeleye Nobel Ekonomi Ödülü

1987 yılında, dünyadaki yoksul nüfusun yüzde 90’ı düşük gelir seviyesindeki ülkelerde yaşıyorken, sadece yüzde 6,5’i orta gelirli ülkelerde yaşamaktaydı.
1987 yılında, dünyadaki yoksul nüfusun yüzde 90’ı düşük gelir seviyesindeki ülkelerde yaşıyorken, sadece yüzde 6,5’i orta gelirli ülkelerde yaşamaktaydı.

Küresel yoksulluğun yol açtığı sonuçlar giderek daha görünür bir hal alırken, yoksulluğun nasıl etkili bir şekilde azaltılacağına yönelik çalışmalar da her geçen gün daha fazla umut vadeden çıkarımlar ortaya koyuyor. Bu çalışmalarda kat edilen yolu simgeler niteliğiyle, 2019 yılı Nobel Ekonomi Ödülü, küresel ekonomilerde yoksulluğun sebeplerini ve bununla nasıl başa çıkılacağını araştıran kalkınma ekonomisi alanındaki çığır açıcı deneysel yaklaşımlarıyla Abhijit Banerjee, Esther Duflo ve Michael Kremer’a verildi. Bunun da ötesinde, kalkınma ekonomisinin davranış bilimleri ile daha yakın işbirliği geliştirmesini sağlayarak, modelleme süreçlerinde, insan davranışlarını şekillendiren ve sınırlandıran faktörleri daha fazla dikkate alacak pratikleri inşa ettiler.

Kalkınma ekonomisi alanına geçtiğimiz 5 yılda 3 kez Nobel Ekonomi Ödülü kazandıran ve yoksulluğa bakış açısını değiştiren öncü çalışmalar sayesinde, küresel yoksulluğun boyutları daha çarpıcı şekilde anlaşılmaya başlandı. Ancak metodolojik gelişim sürecinin, yoksulluğu ortadan kaldıracak gerçekçi girişimlerle desteklendiğini söylemek henüz mümkün görünmüyor.

Sürdürülebilir kalkınma hedefleri: 2030 şimdi

2015 yılında, uluslararası toplum, Birleşmiş Milletler Kalkınma Fonu öncülüğünde oluşturulan “Sürdürülebilir Kalkınma Hedefleri” projesi çerçevesinde 2030 yılına kadar aşırı yoksulluğa son vermek ve geniş kapsamlı bir iş birliği geliştirmek için işe koyuldu.

“2030 Şimdi” sloganıyla yola çıkılan bu projede, 1990’lı yıllardan itibaren öncelik tanınan toplam 17 gelişim hedefi çerçevesinde küresel yoksullukla mücadele ve süründürülebilir kalkınma amaçlanıyor. Bu amaçlar, yoksulluğa son, açlığa son, nitelikli eğitim, sağlık ve kaliteli yaşam, cinsiyet eşitliği, temiz su ve sanitasyon, erişilebilir ve temiz enerji, insana yakışır iş ve ekonomik büyüme, sanayi, yenilikçilik ve altyapı, eşitsizliklerin azaltılması, sürdürülebilir şehirler ve topluluklar, sorumlu üretim ve tüketim, iklim eylemi, sudaki yaşam, karasal yaşam, barış, adalet ve güçlü kurumlar başlıkları altında toplandı. Bu projede, 2030’a kadar yoksul ve kırılgan durumdaki kişiler için temel mal ve hizmetlere erişim, ulusal açıdan uygun sosyal koruma sistemleri ve önlemlerinin hayata geçirilmesi, doğal, ekonomik, sosyal ve çevresel şoklar ve afetlere karşı kırılganlıkların azaltılması, yoksulluk azaltma programlarına doğrudan kamu tarafından ayrılan kaynakların oranının artırılması gibi önlemlerin hayata geçirilmesi öngörülüyor.

Küresel ölçekte yoksulluğu tanımlamak için belirlenmiş kriterlerin gerçekte sürdürülen yoksulluk koşullarını tanımlamaktan uzak olması, bu alanda ortaya konulan çabaların etkin bir sonuç doğurmasının önünde önemli bir engel oluşturuyor. Günümüzde birçok uluslararası örgüt, yoksulluk tanımını halen günlük 1.90 Amerikan dolarının altındaki gelir olarak tanımlıyor. Yoksulluk olgusunu tek başına tanımlamaktan uzak olan salt gelir odaklı yaklaşımı dışlayarak işe koyulan kalkınma ekonomistleri, 1990’lı yılların başından itibaren geliştirilmeye başlanan ve geniş çerçeveli mikro iktisadi veri setleri kullanılarak oluşturulan “yaşam standardı” tespit modellerine öncelik verdiler. Böylelikle, yoksullukla mücadelede aktif görev alacak kuruluşlara, gerçek yoksulluğun yaşam standardını çok ölçekli modeller üzerinden tanımlama fırsatı sunmuş oldular.

Tarihsel olarak, yoksulluğu azaltma çabaları, ekonomik büyümenin sürdürülebilir kılınması (yükselen bir gelgitin tüm gemileri kaldırdığı fikri) ve kaynakların içsel veya dışsal yardımlar yoluyla bilinçli bir şekilde yoksullara yeniden dağıtılması gibi iki temel yaklaşıma dayanmaktaydı.

  • Yeni yaklaşıma göre, aşırı yoksulluğun sürdürülebilir ve mümkün olduğunca hızlı bir şekilde sona erdirilmesi, öncelikle yoksul coğrafyalarda süregelen politik ve idari yapıların, hem yoksulların ihtiyaçlarına karşı sorumlu, hem de bu ihtiyaçları karşılayacak kapasiteye sahip olacakları şekilde güçlendirilmesini gerektirmektedir.

Ancak gerek gelişim gerekse dağıtım yaklaşımlarının başarılı şekilde uygulanabilmesi şimdiye dek mümkün olmamıştır. Kalkınma ekonomistlerinin bu alandaki önerileri, uluslararası kalkınma destekçilerinin, hesap verebilirliği ve devlet kapasitesini artırmak için kaynak tahsisini yeniden düzenlemelerinin gerekliliği yönündedir.

Yoksulluğa karşı sürdürülebilir ekonomik büyüme

Günümüzde birçok uluslararası örgüt, yoksulluk tanımını halen günlük 1.90 Amerikan dolarının altındaki gelir olarak tanımlıyor.
Günümüzde birçok uluslararası örgüt, yoksulluk tanımını halen günlük 1.90 Amerikan dolarının altındaki gelir olarak tanımlıyor.

Brookings Institute tarafından geçtiğimiz aylarda yayınlanan bir araştırma, bölgesel ölçekte yoksulluğu arttıran özelliklerin kombinasyonunu, tarıma elverişsizlik, bulaşıcı hastalık riski, doğal afet riski, çölleşme, sular altında kalma riskleri ile tanımlamıştır. Tipik olarak, bu bölgeler, ekonomik fırsatların yoğunlaştığı kentsel alanlardan uzakta konumlanıyor. Tüm bu coğrafi etkilerin Sürdürülebilir Kalkınma Hedefleri’nin ‘kimseyi geride bırakmama’ yaklaşımına ciddi bir meydan okuma içerdiği söylenebilir. Özellikle mutlak yoksulluk alanları olarak tanımlanabilecek coğrafi bölgeler söz konusu olduğunda, ortaya çıkan bazı değişenler, yoksulluğun ortadan kaldırılmasına yönelik bilinen yaklaşımları işlevsiz hale getirebiliyor.

Mutlak yoksulluğa yol açan coğrafi etkenlerin sınırlardan bağımsız olması, bölgesel yatırım, eğitim programları ve ekonomik büyümeyi teşvik eden proje ve girişimler büyük ölçüde sonuçsuz bırakıyor. Bu bölgelerde görülen yüksek göç oranları, yoksullukla mücadelede insan kaynağı desteğine duyulan ihtiyaç bakımından önemli bir engel oluşturuyor.

Çin’in 1980’li yılların sonundan itibaren ortalama yüzde 10, Hindistan’ın son 10 yılda ortalama 6 ve Endonezya’nın yüzde 5 oranında büyümesi, yüksek nüfus yoğunluğuna sahip bu ülkelerdeki gelir düzeyini yükseltmiş ve aşırı yoksul kesimin önemli ölçüde azalmasına yol açmıştır. Fakat yine bu ülkelerde, coğrafi yetersizliklerle ilişkili mutlak yoksulluk bölgeleri, benzeri sorunlar yaşamaya devam etmektedir. Çözüm olarak ise hükümetlerin bilinçli bir göç politikası veya örtülü şekilde göçe teşvik politikaları yoluyla mutlak yoksullukla mücadele yolunu seçtikleri gerçeği ile yüzleşiyoruz. Kısa vadede, üretim ve büyüme ekonomisinin bir parçası olmayı başaran göçmenler hem gelir düzeyinin artmasına, hem de ülke ekonomik yapısına katkıda bulunma fırsatı sunabiliyorlar. Ancak bu durum, uzun vadede göçmenlerin sayısı ve çeşitliliğinin artması ve kaynak dağılımının eşitsizliği ile birleştiğinde, üretim ekonomilerinde kümelenmiş yoksul göçmenlerin, ekonomik çalkantı dönemlerinde en kırılgan ve vazgeçilebilir kesim olması gerçeğini halen değiştirmiyor. İşte bu sebeple, büyüme ve bilinçli göç politikaları, yoksulluğa karşı tek başına yeterli bir karşı araç olarak geniş kabul görmemekte.

Teşvikler geçici çözüm

Afrikalı Çocuklar.
Afrikalı Çocuklar.

Genel ekonomik kalkınma politikalarına alternatif olarak, mutlak yoksulluk bölgelerine yönelik, hızlı ekonomik büyüme yaratabilecek, planlı ve teşviklere dayalı hedef yatırım projeleri geliştirilmesi, bir seçenek olarak karşımıza çıkmakta. Çoğu ülkede, büyüme, kırsal veya düşük yoğunluklu bölgelerde değil, cazibe merkezlerinde yoğunlaşırken, kümelenme, uzmanlaşma ve ticaret hacmi gibi piyasa güçleri üzerine kurulduğunda en etkin biçimde sürdürülebilmektedir. Piyasa güçlerine herhangi bir müdahalede bulunulmadığı durumlarda, başlangıçta yavaş büyüme gösteren bölgeler, ilerleyen süreçte kapatılması güç bölgesel gelir eşitsizliklerinin aktörüne dönüşebilmektedir. Diğer bir ifadeyle, kalkınma planları, teşviklere dayalı ve ısrarcı bir bölgesel müdahale içererek yoksulluğun coğrafi kaynaklarını hafifletmeyi amaçlamalıdır.

Güçlü ekonomik büyüme politikalarıyla yoksulluk ile mücadele eden ülkeler, geçtiğimiz dönemde milyonları aşırı yoksulluk çemberinden kurtararak bir nebze de olsa mesafe kat etmeyi başarabildiler. Ancak yoksulluğun tümüyle ortadan kaldırılması için yalnızca ekonomik büyüme değil, yeni yerel kaynakların en yoksul kesime yeniden dağıtımı da gerekiyor. Bu yeniden dağıtım, yoksulların ekonomik hareketlilik kazanabilmesi için ihtiyaç duyulan hizmetler ve kurumlara erişimini içermektedir. Ayrıca, bölgesel hedef doğrultusunda hazırlanan kalkınma planlarının etkisi, insan kaynaklarını güçlendirilmesi, fiziksel altyapının ve pazar bağlantılarının geliştirmesi ve kuraklık, halk çatışmaları ve doğal afetler gibi konularda bölgelerin şoklara karşı direncini artırması durumunda mutlak yoksulluğa karşı kalıcı çözüm üretebilecektir. Tüm bunları sağlarken, gelişmekte olan ülkelerin nispeten az dış yardım alıyor olmaları, bu hizmetlerin yoksullara dengeli dağılımında sorumluluğunun çoğunu bölgesel yönetimlere yüklemektedir.