Türkiye ve mülteci krizi

Abdul Bari Atwan.
Abdul Bari Atwan.

Geçen ay Brüksel’de yapılan tarihi mülteci anlaşması, Türkiye’nin moral tazelemesine vesile olurken, artan mülteci nüfusunun getirdiği yükün karşılığında 3 milyar euro yardım almasını ve vizesiz Shengen bölgesine seyahat ile ülkenin AB üyeliği konusunda önünün açılmasını da sağladı.

Anlaşmayı eleştirenler, ki başında Af Örgütü geliyor, Türkiye’den Akdeniz üzerinden Yunanistan’a geçerek Kuzey Avrupa’ya ulaşmaya çalışan mültecilerin politik oyunda bir piyona dönüştürüldüğünü öne sürüyorlar. Şimdi Yunanistan’da kayıt altına alınan mülteciler tekrar Türkiye’deki kamplara dönüş yaptırılacak. Bunun arkasında ise bunun onların hayatlarını risk etmelerini önleyeceği mantığı bulunuyor. Diğerleri ise bu anlaşmanın 1951 tarihli BM Mülteci Sözleşmesi’ne aykırı olduğunu iddia ediyor.

Avrupa ülkelerinin mültecilere yönelik yaklaşımının gerisinde ne olduğuna bakacağız ancak Ortadoğu ve Kuzey Afrika’daki Müslüman ülkelerinde mültecilerin durumu nedir?

Sadece 4.5 milyonluk nüfusa sahip Lübnan neredeyse 2 milyon mülteciye, dünyanın su bakımından kişi başına en fakir ülkesi olan Ürdün (6.5 milyon nüfus) ise neredeyse 1.5 milyon mülteciye ev sahipliği yapıyor.

Öte yandan refah içindeki Körfez ülkeleri ise en iyi yardımda bulunabilecekleri halde bu duruma kayıtsız kaldıkları için insan hakları örgütlerinin tepkisini çekiyor. Emek piyasaları yabancı işçilere muhtaç olan Körfez ülkeleri, demografik yapılarının istikrarsızlaşacağını öne sürerek mültecilere kapılarını kapatmış durumda.

Her ne kadar ironik olsa da, Körfez ülkelerini uluslararası bir kural gereği bu tavırlarından sorumlu tutmak mümkün değil. Onlar, 1951’deki sözleşmeyi, o dönemde gündemde olan Filistinlilerin kendi toprakları dışında bir yerleşime aktarılmasına karşı çıktıkları için imzalamamıştı.

Körfez ülkelerinin Suriye’deki Esed rejimini yıkmak için varolan mülteci krizinde payı olduğu inkar edilemez. Ancak bu durumda ve bir dizi olayda, tıpkı 1999’daki eski Yugoslavya’nın bombardımanı, Irak ve Afganistan’ın işgali, 2011’de Libya’da rejim değişikliği ve son olarak Suriye’deki iç savaş gibi Batı’nın tarihi sorumluluğu olduğu da gözardı edilemez.

Almanya Başbakanı Angela Merkel, geçen yıl 1 milyon mülteciyi kabul ettikten sonra Mart ayındaki bölgesel seçimlerde Almanya için Alternatif (AfD) karşısında yenilince, açık kapı politikasında geri adım atmak zorunda kaldı.

Merkel, mülteci sorununa insani olmasa bile Avrupa çapında ortak çözüm arayışının arkasındaki isimdi. Avusturya ve Balkan ülkelerinin mültecilere kapılarını kapatma tehdidi Avrupa Birliği’nin temelini tehdit ediyor. Avrupa’nın bütünlüğü, Shengen bölgesindeki seyahat özgürlüğünden büyük çıkar sağlayan Alman ekonomisi ve şirketleri için hayati nitelik sağlıyor. Bu sebeple Merkel AB’nin varolan şeklinde varlığını sürdürmesine ihtiyaç duyuyor.

Ancak varolan anlaşmaya göre, bir kereliğine olmak üzere AB, Türkiye’den 72 bin mülteci alacak (Yunanistan’dan dönen her bir mülteci için, birisi Avrupa’ya yerleştirilecek.) Suriye nüfusunun neredeyse yarısının yerinden olduğu dikkate alınırsa, bu durumun 1930’larda Nazi rejiminden kaçan Musevilere o dönemin sözde demokratik ülkeleri ve ABD’nin sadece kapıyı çok az açmasını hatırlatıyor.

Batı ülkeleri için geçerli olan güvenlik, istikrar ve ekonomik endişelerin tamamı Nato üyesi Türkiye için de geçerli ve üstüne Rus ambargosu çabası.

Paris merkezli OECD’nin yaptığı bir araştırmaya göre artan mülteci nüfusunun ekonomilere yaptığı etki beklenenden daha az. Lübnan ekonomisinin bu yıl yüzde 3 büyümesi beklenirken, Dünya Bankası’na göre Ürdün de benzer bir durumda olacak.

Türkiye ev sahipliği yaptığı 3 milyon mülteci için 5 milyar euroyu kendi kaynaklarından harcadı. Türkiye’nin GSMH’sının 800 milyar euro olduğu dikkate alınırsa bu rakamın yüzde 0.2 olduğu görülebilir. Bu rakamı Avrupa ülkelerinin çoğu harcama gücüne sahip.

Ayrıca mültecilerin istihdam piyasasını negatif etkilediği de doğru değil. Gelenlerin varolan yerli nüfusa oranla daha düşük ücretlerle çalışması doğru olsa da bu işlerin vasıfsız işler olduğu ve kolay kolay doldurulamayacakları açıktır. Birçok Suriyeli tüccar, Halep gibi kentlerdeki işlerini Türkiye’nin güneydoğusuna taşıyarak yerel ekonomiye katkıda bulunmuştur

Zaman ilerledikçe ifade edilen bazı endişelerin gerçeğe dönüştüğü görülse bile, Batı’nın Müslüman mültecileri hazmetme konusunda gösterdiği tavrın utanılacak bir ırkçılık örneği olduğunu söylemek mümkündür.

Brüksel’de pazarlıklar sürerken Türkiye Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın bir televizyon röportajında bu cimri ruhlu ülkeleri kınarken “Türkiye üç milyon mülteciye ev sahipliği yaparken bir elin parmakları kadar mülteciye Avrupa’nın merkezinde reva görülen utanç verici muameleden” bahsetmişti.

Son olarak, Batı medyasının vermekten kaçındığı gerçek, mültecilerin Avrupa pasaportu değil, kendi ülkelerinde barış ve adaletin tesis edilmesi ve bir gün kendi ülkelerine dönme imkanına sahip olma isteğidir.