Hız ve Kent: Londra / Hızlı Şehrin Yavaş Evleri

HABER MASASI
Abone Ol

Sanayi devrimi sonrası hız, zaman, mesai gibi kavramların anlamıbambaşka bir boyut aldı. Bu kavramlardan en çok etkilenenşehirlerden biri de elbette Sanayi devriminin doğduğu ülke olanİngiltere’nin başkenti Londra. Yaşamını Londra’da sürdürenAyşe Kaya’nın yazısında, hızlı bir yaşam sürmek zorundaolan Londralıların kendi iç ritimleri ile dış ritimlerinidengeleyebilmek için keşfettikleri sığınaklarına, yani narrowboat’lardaki yaşamlarına konuk olacaksınız. Kaya’nınLondra izlenimleri, Karşılaştırmalı Kentler serimizde sizlerle…

"What, what is a weekend?" Birkaç yıl evvel hem İngiltere’de, hem de dünyada çok çok severek izlenen Downton Abbey dizisinden en sevdiğim repliklerden birisiyle açmak istedim bu yazıyı. 1912-1925 yılları arasında yeni çağa direnen aristokrat bir Kont ve ailesinin malikanede geçen hayatına misafir oluyoruz dizi boyunca. Gazetelerin ütülendiği, aynı boyda çifter hizmetlilerin olduğu, ayakkabı temizleme odalarının bulunduğu, hizmetçi merdivenlerinin ayrı olduğu, sadece kıyafet değiştirmesine yardımcı olması için özel oda hizmetlilerinin bulunduğu, İngilizlerin geleneklerine nasıl bağlı olduğunu anlatan kocaman bir malikane. Ailenin en büyüğü Lady Violet, akşam yemeğinde çalışma hayatından ve hafta sonundan bahsedilirken şaşırarak araya giriyor, "Hafta sonu, hafta sonu ne demek?" Öyle ya sanayi devrimi öncesinde hafta içi/hafta sonu mu vardı?

Elizabeth Tower, nam-ı diğer Big Ben

Sanayi devriminin hayatlara girmesiyle; hafta içi, hafta sonu, mesai saati, boş vakit gibi kavramlar ilk kez insanların hayatlarında yer edinmeye başlıyordu. Şehirlerin en yüksek binası olan, o dönemin en güçlü otoritesi olarak bilinen kiliselerin çan kuleleri, yerini başka bir yapı ile değiştirmişti. Gücün yeni simgesi sanayi, şehirlere kazandırdığı yeni silüet: Saat kuleleri. En çok bilineni gözünüzün önüne geldi bile. Londra’nın simgeleri denince akla gelecek ilk yapı: Big Ben. Boşuna söylenmemişti o söz "Modern endüstri çağının belirleyici aleti buhar makinesi değil saattir." diye. İşte Londra’nın en bilinen binası da, insanlara en değerli şeyin vakitleri olduğunu, "vakit nakittir" kavramını, dakikaların, saniyelerin önemli olduğunu hatırlatan kocaman bir saatti.

Saat kavramı hayatın içinde iyice yer ederken kapitalizm de boş durmuyordu tabii. İşten ve uykudan artan o kıymetli vakti "boş" vakit diye tanımlarken, sadece doldurulmuş zamanın iyi bir zaman olduğunu, insanların zihnine ince ince işliyordu. Verimlilik hız ile ölçülürken, yavaşlık bir suç duygusu haline geliyordu. Hatta öyle ki, günümüzde çok meşgul olmak, hiç vakti olmamak, iyi yaşamın bir simgesi, prestiji haline geldi.

Araştırmalara göre Londra, insanların yürüme hızı en yüksek olan ilk 10 şehirden birisi. Şehirlerdeki nüfus ve ekonomik güç, insanların yürüme hızı ile doğru orantılı olarak artıyor. Şehirlerde yürüme hızı kırsala göre belirgin bir şekilde daha yüksek. Araştırmacılara göre, şehir büyüdükçe yaşam maliyeti, kiralar ve giderler de artıyor. Fakat bununla birlikte, kişinin zamanının değeri de artıyor. Şehirlerde yaşayan insanlar, zamandan tasarruf etmek için daha aceleci ve telaşlı bir hayat sürmeye başladı.

Londra’nın simgesinin bir saat kulesi olması, bu şehirde zamanın öneminin de bir temsili.

Artık kredi kartı çıkarmak, otobüs kartı basmak gibi kavramlar iyice azaldı. Tüm ödemeler, elimizden düşmeyen telefonu post makinesine tutarak halloluyor. Kart aramakla kaybedilecek tek bir saniyemiz bile yok çünkü. Hızlı yaşamaya öyle alıştık ki, telefonla aradığımız çağrı merkezlerinin bekleme müzikleri, kırmızı ışıkta beklemek, bankada sıra beklemek, bir videonun açılmasını beklemek hepimizi zorlayan şeyler haline geldi. Peki bu hızlı yaşam bedenimizin kendi ritmiyle, iç saatiyle uyum sağlıyor muydu? Elbette hayır.

Ufacık tefecik, su üstünde bir evcik: Narrow Boats

Londra’nın doğusundan batısına kıvrım kıvrım uzanan bir kanalı var, Regent Kanalı. 1800’lü yılların başında, yine sanayi devriminin bir getirisiyle, deniz yoluyla gelen ticari malların King’s Cross tren yoluyla İngiltere’nin dört bir yanına su üzerinden kolay bir şekilde transferi için inşa ediliyor. Kanal, 20. yüzyılın ortalarına kadar, ucuz ve hızlı transfer görevini başarıyla sürdürse de, yıllar içinde kullanım şekli değişiyor. Günümüzde kanalın kıyısı koşucular ve bisikletliler için keyifli bir menzil iken kanalın üstü, hiç beklenmedik bir görev üstleniyor: barınma!

Geçtiğimiz yüzyılda kıyısındaki endüstriyel binalar ile, şimdi ise üstündeki evleri ile işlevini değiştiren Regent kanalı.

Kanal boyunca yürürken sanayi için kullanıldığı dönemden kalan bolca fabrika binaları, depolar, gazhaneler gibi artık işlevini yitirmiş ya da yeni işlevler kazanmış büyük yapı stokları görebilirsiniz. Bu yapılardan gözlerinizi suyun üzerine çevirdiğinizde ise kanalın kenarına sıra sıra dizilmiş şaşırtıcı bir şeyle karşılaşacaksınız. Üzerinde piknik yapılan, domates biber fideleri yetiştirilen, akşam işten gelince ufacık güvertesine bisikleti bağlanan, penceresinden içine bakınca mutfağında yemek pişirilen, yüzen ince uzun evler; yani Londra’nın meşhur ‘narrow boatlar’ı.

Bu botlardan birinde mimar bir arkadaşım da yaşıyor. Yaşayan birinin deneyimlerine şahit olunca, kanal üzerinde bir botta yaşamanın hiç de yukarıda bahsettiğim kadar sevimli olmadığını fark ediyorum. Belediyeye ‘mooring’ denen kirayı ödememek için iki haftada bir tekneyi minimum 1 mil ilerlemek kaydıyla başka yere bağlamak, tuvalet atıklarını çıkarıp boşaltmak, soba yakmak, ocak ve fırın için gazı takip etmek, yazın güneş enerjisi ile elektrik depolamak -ki güneşsiz ülkede ne kadar mümkün olacaksa-, kışın elektrik şarj etmek, çamaşırları çamaşırhaneye götürmek, çöpleri atacak uygun bir yer bulmak gibi günümüz evlerinde artık unuttuğumuz, vakit alacak, günlük hayatta insanı yavaşlatacak birçok ihtiyaç.

Peki, bu kadar zahmeti çekmesine sebep olan neydi? Kendisine bu soruyu sorduğumda sinir sistemim ve bağışıklık sistemim hiç bu kadar iyi olmamıştı cevabını aldım. Cevabını elimden geldiğince tercüme ediyorum. Her iki haftada bir yeni komşular edinmek, fiziksel olarak daha aktif bir hayata sahip olmak, daha kırsal bir yere botu demirlediyseniz kanal boyunda uzun yürüyüşler yapmak, yazları çatısında, kışları ateşin başında, dışarıyla ve doğayla çok daha yakın bir iletişim yaşamak mental olarak çok iyi hissettiriyor. Ayrıca birçok tamir ve el işi öğreniyorsunuz. Botta her şey normalde olduğundan çok daha yavaştır. Bir kettle’ın su kaynatmasını beklemek bile daha uzun süre sabır gerektirir. En önemlisi botla ilgili meselelere stres yapmaktan başka şeylere stres yapmaya vaktiniz kalmıyor. Botta değil de normal bir evde yaşarken, 2 haftada bir grip olurken, botta yaşadığım bu 2 yıllık sürede bir kere bile hasta olmadım. Botu her iki haftada bir, bir yerden bir yere götürmek zorunlu bir meditasyon gibi çünkü yaklaşık bir saat boyunca buna odaklanmak zorundayım demişti.

Slowcity akımının nehir üstündeki versiyonu; ‘slowhouse narrowboatlar’.

Bu zorunlu meditasyon cümlesi benim için kilit ifade oldu. Meditasyonda sürekli söylenen şeylerden birisi de ‘mindfulness’ yani anda kalmak, anı yaşamaktır. Yani günümüzde çok fazla farklı uyaranlara maruz kalmamız sebebiyle başaramadığımız şey. Botta hayat, bedenimizin içsel ritmine daha uyumlu daha sakin daha yavaş bir hayat sunuyor. Bu da mental bir huzur getiriyor. Milan Kundera’nın o cümlesi geliyor aklıma. Hatırlamak isteyen kişinin adımları yavaşlar, unutmak isteyenin ise hızlanır. Streslendiğimizde yokuş aşağı koşma hissiyle dolarken, yolda yürürken aniden bir şey aklımıza gelse dururuz mesela. Öyle ya stand kelimesi bile aslında durmak anlamına gelmiyor muydu? Hız kendimizden kaçmamızı sağlarken, yavaşlık fark edilmeyeni fark ettiriyordu insana. Bu yüzden slowfood, slowcity kavramlarına bir kavram da ben ekliyordum günün sonunda; ‘slowhouselar’ yani ‘narrow boatlar’.