Pandemi ve Kent: İstanbul

HABER MASASI
Abone Ol

Yaşamını İstanbul’da sürdüren Ayşe Nur Ayyıldız’ın pandemi sonrası değişen ‘alışkanlıklara’ ve ‘yaşadığı deneyimlere’ ilişkin yorumları bizi, çok derinlere götürüp birçok değeri sorgulatarak hayata başka bir pencereden bakmamızı sağlıyor. Covid19’u bizatihi yaşayan bir ailenin bu dönemdeki ev ve kent hayatı bağlamındaki yansımaları birçok açıdan alışılmışın dışında bir profil doğuruyor. Ayyıldız'ın izlenimleri, Karşılaştırmalı Kentler serimizde sizlerle…

Mekan mıdır insanı tanımlayan yoksa insan mı mekanı tanımlar? Mekanı insandan bağımsız yahut insanı mekandan bağımsız düşünmek mümkün müdür? Mekan insana ne kadar hükmeder ve bu hüküm üzerinden insan kendini nasıl ifade eder? Dört duvar arasına tıkılıp kalınan bir zaman diliminde, cevabı üzerinde ciddi kafa yorulacak sorular bunlar…

Kilometrelerce uzaktan gelen, gözümle görme şansımın bile olmadığı bir tehlike haberini tüm dünya nasıl karşıladıysa, ben de öyle karşıladım elbet: vurdumduymazlık ve buraya kadar gelip bize bir şey olmaz güveniyle. Bir anda yere yıkılan insan görüntüleri, şehirlerin dış dünyaya kapatılışları, uçuşların iptali, sokağa çıkma yasakları. Evrenin bir ucu korkunç bir kaosa sürüklenirken, gündelik hayatımızı yaşayıp, istediğimiz her yere, istediğimiz zamanda ve istediğimiz şekilde gitmeye, istediğimiz kişilerle vakit geçirip akşam olunca da bu keyifle televizyon ekranından izlediğimiz haberlere vah vah ederek yatağımıza gitmeye devam ettik uzunca bir süre.

İlk vaka, 11 Mart 2020. Geriye dönüp bakınca, bu tarih bana günümüzden rahat bir beş sene evvelmiş gibi geliyor; tarih açısından değil belki ama götürdükleri açısından öyle. Halen belirgin bir tedirginlik hali yok, sağlık bakanının da dediği gibi, tek vaka bir salgın olamaz. Günler geçtikçe, vaka sayısı teker teker artmaya başlıyor, üç, beş, on, yirmi. Şu ilçede çıkmış, şunlara bulaşmış, şu kişiler risk altındaymış vesaire vesaire… Bir hekim eşi olmanın getirdiği huzursuzluk yavaş yavaş ilerliyor kafamın içinde. Sahiden ucunu göremeyeceğimiz bir tünelin içine mi yol alıyoruz? Ne kadar tehlike altındayız ve bu durum her gün hasta dolu bir mekana giren bir eş sahibi olmam sebebiyle ailem için ne ifade ediyor?

Umursamazlık ve inkar aşamasını koşar adım geçiyoruz. Sıra ne yapabiliriz sorusuna cevap bulmakta. Evden çok asgari bir ihtiyaç olmadığı müddetçe çıkmamak, maskelerle çıkmak zorunda kalınca eve gelip elleri ve yüzü iyice yıkamak, dezenfektan ve kolonyalarla adeta cildimize yapışık şekilde yaşamak. Bu sırada yine bir doktor olan kayınpederimde üşütme benzeri emareler gözüküyor, hakeza kayınvalidemde de. Ama yine de hastalığın evimize girdiğinden bihaber haldeyiz, sosyal medya üzerinden vaka sayılarının artışını korkar gözlerle takip ediyoruz.

Pandemi ve Kent: İstanbul, görsel 2.

Eve tıkılıp kalmak, evcimenliği ile nam salmış olan bende pek büyük bir problem değil, hatta bir anlamda keyif sebebi. Oysa çocuklar için evde kalmak, dört duvar ile sıkıştırılmak, ruhun özgürlüğünün tavan yaptığı bir yaşta esaretle sınanmak büyük bir imtihan. Yeşile sadece gözünün bile değiyor olması, toprağa ayağın temas etmesi, yerdeki bir karıncayı inceleyecek kadar sabırla bekleyebilmesi, bahçedeki çiçeği koparıp kulağının arkasına takabilmesi evin sunduğu imkanlar arasında bulunmuyor. Bir zamanlar göz ucuyla bakıp, sadece kedimize hava aldırmak için kullanılan balkon, şu an evimizin en değerli köşesi. Mevsim normallerinden çok daha soğuk geçen günler sebebiyle kısıtlı bir süreyi kapsayan balkon saati, bir okul öğrencisinin cuma günü son zili beklemesi gibi bekleniyor evde.

Ve insan farkına varıyor, doğa ile barışık olmayan yahut ona temas etmeyen apartman dairelerinin sunabildikleri ile hayat eve sığmıyor, sığamıyordu. Bir anlamda modern hapishane hayatı sürüyor, balkonları dış dünyaya açılan kapımız olarak kullanmak yerine, evin içine katılacak yeni birkaç metrekare yahut depo olarak algılıyorduk. Oysa pandemi sürecinde komşumuza nasılsın diyebildiğimiz, sokağımızdan geçene selam edebildiğimiz, bir ufacık nefes alıp tıkanmışlık hissini üzerimizden atabildiğimiz tek alan oluvermişti balkonlar. Biz de kedimiz ile birlikte altı kişilik bir aile olarak, tepe tepe kullandık tek açık alanımızı: yeri geldi yastığı yere atıp uzandık, yeri geldi masa açıp kahvaltı yaptık, velhasıl bu kontrol edemediğimiz mikrobun bizi kontrol etmesine izin vermemek için elimizden geleni yaptık.

Ev içinde bazen günlerce girmediğimiz yerler oldu: giyinme odası gibi mesela. Pijama ve eşofman dışında hiçbir şey giyme ihtiyacı duymuyorduk çünkü. Misafir tuvaleti hiç kullanılmıyordu eve gidip gelen kimse olmadığından. Çocuklar odalarına yatmak haricinde hiç girmek istemiyorlardı; evin her bir karesinde dolanıp, ilgilerini çekmeyen eşyalarla dolu alanlara hiç uğramıyorlardı. Onların hayatları balkon, oyun odası, tablet-televizyon ve mutfak ekseninde dönüyor, ben ise klasik ev işlerinden arta kalan zamanda, onların peşi sıra aynı eksende dönüyordum.

Pandemi ve Kent: İstanbul, görsel 3.

Tam tarihi anımsayamıyorum, Nisan ayı oldukça bulanık. Zira işler tam o dönemde sarpa sarmaya başladı. Eşimin öksürükle başlayan nöbetleri ve yataktan kalkamaz hale gelişleri ile resmi olarak evimize giriş yaptı covid-19. Eşim için artık evin hareket alanı yatak odası ve ebeveyn banyosundan ibaretken, çocuklar için bir oda daha eksildi. Karantinaya giren eşim başka bir alana giremiyor, çocuklar ise ara ara kapıya gelip babalarını görmek için çabalıyorlardı. Oysa pek yakın zamanda evin hareket alanı, benim için de değişecek, eşimle beraber ben de karantinaya katılacaktım.

Dünyanın bütün ateşini üzerimde taşıyormuşçasına döktüğüm soğuk terleri, tüm kemiklerim tuzla buz edilmişçesine serçe parmağımı bile kaldıramadığım anları, eşimin ciğerleri sökülürcesine çıkan öksürükleriyle uyanıp saatlerdir uyuduğumu zannederken beş dakikayı bile dolduramadığımı fark edişlerimi hayal meyal anımsıyorum artık. Oysa o zamana kadar hiç dikkatimi çekmeyen hesaplamaları unutmuyorum: yatakla tuvalet arası 10 adım olmalı, yaklaşık 5 saniye.Dizlerimin üzerine çöküp emekleyerek gitmeye çalışırsam takribi 40 saniye sürecek. Başarabilir miyim, tuvalete gitmeden ne kadar dayanabilirim? Biraz gücümü toplayıp kendimi yuvarlayarak yatağın kenarındaki pencereye ulaşsam ve camı açsam, biraz daha düzelir mi her şey?

Pandemi ve Kent: İstanbul, görsel 4.

Tüm bu süre içinde 15 metrekare odanın içinde gördüğüm üç farklı açı var. Birincisi başımı soluma çevirdiğimde gördüğüm eşimin sırtı ve odanın panjurlarla yarı aralık kalan pencereler. Güneş ışığı belli belirsiz odanın içine sızıyor ama ötesini göremiyorum. İkincisi sırt üstü uzandığımda gördüğüm bembeyaz tavan. Üçüncüsü de başımı sola çevirdiğimde gördüğüm odanın kapısı ve o kapının dibine gelip bizi arada kontrol eden çocuklarım. Üç açıyı da idrakim sınırlı, gerçek ve hayal arasında süzülüp giden bir rüya içindeyim sanki.

Arada kızım gelip yaşadıklarını anlatıyor kapının ucundan, sanki bizi hayattan koparmak istemezmişçesine:

Pandemi ve Kent: İstanbul, görsel 5.

Balkona çıktık, dışarıyı seyrettik, herkes dışarıda gezip oynuyor anne, kimse maske de takmıyor üstelik, biz neden hep evdeyiz, neden siz yataktasınız? Bir daha hiç ayağa kalkamayacak mısınız? Bizimle bir daha hiç oynamayacak mısınız? Bizim anne babamız olmayacak mı?”

Pandemi ve Kent: İstanbul, görsel 6.

Dünya uzaktan ama çok uzaktan parlayan bir yıldız gibi, elimi uzatsam bile asla uzanamayacağım. Ailem benimle beraber ufacık bir kutu içinde ve sanki biz farklı bir galakside yaşıyoruz. Tanıdığımız hiç kimse ile irtibata geçemiyor, kimsenin bizim yardımımıza gelmesini sağlayamıyor, bırakın kimseyi, iki yetişkin birey olarak birbirimize bile faydamız olamıyor. Küçük bir kıyamet yaşıyoruz hayatımız ile hesaplaştığımız. Sadece evin dışını değil, evin içini bile idrak etmem artık imkansız. İçinde yaşadığım ve başka bir mekana erişebilmenin cehennemle eşdeğer olduğu 2x2’lik yatağın bile sınırlarını göremiyorum. Mekan benden bağımsız bir kavram, ben mekanın içinde etkisiz elemanım.

Pandemi ve Kent: İstanbul, görsel 7.

Hastalığın etkilerini üzerimden atmam, evin benimle beraber yeniden işlev kazanması takribi 4-5 gün belki ama hafızamda bu zaman ölçüsünün karşılığı hiç yok. Yaşadığım ev içindeki karabasan, akabinde gelen kayınvalidemin vefatı ile tarifsiz bir ızdıraba dönüyor. Ve başladığım noktaya geri geliyorum:

Mekan mıdır insanı anlamlandıran, o insan o mekanı kullanamaz hale geldiğinde yahut çıkıp gittiğinde mekanın nasıl bir anlamı kalır? Yahut insan kendini katamadığı, kendinden bir parçayı saklayamadığı bir mekana yine de ait olabilir mi?

Dedim ya, çok ciddi sorular bunlar...