7 Ekim'den sonra ne değişti: Batı’nın çöküşü mü yoksa dönüşümü mü?
Türkiye’de Modernleşme, Toplumsallaşma Sözlüğü, Siyasal Toplumlaşma gibi eserleriyle tanıdığımız Prof. Dr. Mahmut Hakkı Akın ile, 7 Ekim sonrasında dünyadaki siyasal kavramların dönüşümünü, yükselen milliyetçilik trendini ve “Okumuş Kişilerin” neleri yanlış okuduğunu konuştuk.
7 Ekim’den bu yana gerçekten bir şey değişti mi dünyada?
7 Ekim tarihinden bugüne kadar yaşananlar, dünyanın her yerinde var olan sistemin sorgulanması yönünde güçlü bir etkiye sahip olmuştur. Aslında bu sorgulamanın uzun zamandır yapıldığını söyleyebiliriz. Korona virüs döneminde de hatırlanacağı gibi dünya çapında artarak devam eden eşitsizlikler, uzun zamandır dünyaya hâkim politik ve ekonomik iktidar sisteminin tartışılmasına sebep olmuştur. Bu dengesizlikleri sadece ekonomik sebepler üzerinden açıklamak işin kolayına kaçmak olur. Ekonomik dengesizliklerin yanında politik, hukuki, felsefi ve ahlaki krizler de yaşanmaktadır. 7 Ekim bütün bu birikmiş sistem sorgulamalarının daha yoğun bir şekilde yapılmasına sebep olmuştur. İsrail'in Gazze'de başlattığı insanlık dışı soykırım, Avrupa'da ve Amerika Birleşik Devletleri'nde siyasiler tarafından desteklenmiş ve medyada üretilen manipülasyonlarla İsrail lehine kamuoyu oluşturma stratejisi izlenmiştir. Bundan sonra dünyanın var olan halinin olduğu şekliyle kabulünün, savaşlar ve göçler gibi bu dengesizliklere bağlı olayların daha fazla tartışılacağı tahmin edilebilir. Buna bağlı olarak 7 Ekim tarihi önemlidir ve mevcut dünya sisteminin sorgulanması açısından önemli bir kırılmayı temsil etmektedir.
- 7 Ekim mevcut dünya sisteminin sorgulanması açısından önemli bir kırılmayı temsil etmektedir.
Batı’nın o büyük kavramlarının -mesela “insan hakları” gibi- çöküşüne şahit olduğumuzu söyleyebilir miyiz? Savundukları özgürlük; birey ve kimlik üzerinden inşa ediliyor. Yıllardır en büyük söylemleri olan çok kültürlülük yerini göçmen sorununda muhafazakarlığa bırakıyor…
İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi II. Dünya Savaşı sonrası şartlarda dünyanın barışa en çok ihtiyaç duyduğu bir dönemde ilan edilmiştir. Öteden beri Batı düşüncesinin bu konuda hem farklı yorumlara hem de söylem ile eylem arasındaki tutarsızlıklara sahip olduğunu takip edebiliriz. II. Dünya Savaşı'ndan sonra Kore, Vietnam ve Latin Amerika ülkelerine müdahale eden Amerika Birleşik Devletleri, insan hakları, demokrasi ve özgürlük söylemlerine özellikle vurgu yapmıştır. Körfez Savaşı ve 11 Eylül’den sonra Irak ve Afganistan'a müdahalede de aynı söylemin kullanıldığını görüyoruz. Bu yaşananlar, ister istemez insan haklarının hangi insanların hakları, özgürlüklerin hangi insanların özgürlükleri olduğunu ve demokrasinin hangi toplumların demokrasisi olduğunu sormamıza sebep oluyor. Burada iki yüzlülüğün olduğu çok açıktır. Ellerindeki ekonomik ve politik gücü kaybetmemek için bu kavramları araçsal olarak ve dünya barışından çok kendi refah standartlarının devamı için kullandıkları tarihi bir vakıadır. Batı dışı toplumları tarihin dışında, medeni olmayan, insanlığın ilerlemesine katkıda bulunmayan toplumlar olarak tanımlamanın ötesinde onların yeraltı ve yer üstü kaynaklarını sömürme hakkını kendinde gören bir anlayış, Batıda vicdan sahibi bazı entelektüeller tarafından eleştirilse bile temel bir anlayış olarak varlığını sürdürmüştür. Bugün yaşananlar bu noktada pek bir şeyin değişmediğini göstermektedir.
- “İnsan Hakları” konusundaki o büyük iki yüzlülük sürüyor.
Sovyetler Birliği’nin çöküşü ve küreselleşmeyle birlikte eski-modern ideolojilerden artık söz edemiyoruz. Dünya ideoloji kavramında bir kırılma yaşıyor. Öte yandan liberalizmin karşısında diğer ideolojilerin sonunun geldiği düşünülürken aşırı sağın yükselişe geçtiğini birçok ülkede görüyoruz. Bu durum dünya hakkında bize ne söyler?
İdeolojiler tarih boyunca farklı etkilerle değişimler yaşamıştır. Soğuk Savaş dönemi, dünyada ideolojik kutuplaşmanın domine ettiği bir dönem olarak dikkat çeker. Aslında ideolojilerin etkisinin kaybolduğu ve geçmişteki karşılıklarının olamayacağı, yine Soğuk Savaş döneminde bir öngörü olarak zikredilmişti. Liberalizm, Soğuk Savaş sonrası dönemin muzaffer ideolojisi olarak sunulsa da Batıda farklı yönelimler zaman içerisinde belirgin hâle gelmeye başladı. Diğer taraftan dünyada hâkim sistemin eşitsizlikleri daha da derinleştirmesi bir yandan ideolojileri dönüştürürken bir yandan da radikal ideolojilerin yeniden yükselmesine sebep oldu. Örneğin aşırı sağın Batı Avrupa'da yükselişinde farklı dinamiklerin etkili olduğunu görmek mümkündür. Almanya'da aşırı sağ, komünist geçmişi olan Doğu Almanya eyaletlerinden ciddi bir destek almaktadır. Bu durum bir yönüyle ironiktir. Ancak birleşme sonrasında Doğu Almanya, Batı Almanya ile kıyaslandığında daha düşük sosyoekonomik ve eğitim standartlarına sahip bir durumda kalmıştır ve bu dengesizlik zamanla düzeltilmemiştir. Bu eşitsiz durum halen devam etmektedir. Dolayısıyla bu radikalleşmeyi sistem ile ilgili bir mesele olarak kabul etmek mümkündür. Genel olarak bu durum bize Soğuk Savaş sonrası Berlin Duvarının yıkılmasıyla sembolleşen sürecin tarihin sonu olmadığını ve tarihin kendi sürekliliğinde öngörülebilir sonuçlar kadar beklenmedik sonuçlar da ortaya çıkardığını göstermiştir
- Almanya'da aşırı sağ, komünist geçmişi olan Doğu Almanya eyaletlerinden ciddi bir destek almaktadır. Bu durum bir yönüyle ironiktir.
Peki, Devletlerin en temel sorunlarından biri haline gelen küresel-zorunlu göç hareketliliği ırkçılık, çok kültürlülük ve milliyetçilik tartışmalarını yeniden gündeme getirdi. Suriye’den yayılan göçmen dalgasından sonra Batı’nın tavrı ve politikaları sonrası liberalizmin sarsıldığını söyleyebilir miyiz?
Batının bundan önceki göç tecrübesi kendi sömürge ülkelerinden ve işçi ihtiyacını karşılama dolayısıyla daha kontrollü bir şekilde gerçekleşmişti. Aslında bu tecrübenin de sancılı tarafları olmuştur. Örneğin Fransa'da çoğu göçmenin gettolarda ve ikinci sınıf vatandaş olarak yaşaması, onları marjinal bir konumda tutmuştur. Bu durumun başka ülkelerde de karşılaşılan genel bir durum olduğu söylenebilir. Ancak yakın zamanda gerçekleşen göç olayları Batılı ülkelerin tamamen kontrol ettikleri bir süreç olarak yaşanmamıştır. Ayrıca Suriye, Afganistan ve Afrika ülkelerinde yaşayan insanların çoğu, daha önce Batılı ülkelerle çok daha sınırlı ilişkilere sahip bir geçmişe sahiptir. Liberalizmin bütünüyle sarsıldığı ya da krize girdiği tartışmalı bir konu olsa da hâkim bir ideoloji olmakla ilgili bir değişim yaşadığı söylenebilir. Burada, oluşan yeni toplumsal dinamiklerin nasıl yönetileceği ve yükselen göçmen karşıtlığı ve ırkçılık gibi anlayışların nasıl örgütleneceği de başka bir meseledir. Dolayısıyla bugün gelinen noktada liberalizmin Soğuk Savaş dönemi sonrası daha fazla ideoloji ve reaksiyonla karşılaşma riski vardır.
- Liberalizmin bütünüyle sarsıldığı ya da krize girdiği tartışmalı bir konu olsa da hâkim bir ideoloji olmakla ilgili bir değişim yaşadığı söylenebilir.
“Okumuş kişi” bütünüyle Batılı olduğunu düşünmesine, kendisini o dünyaya ait hissetmesine rağmen “Batılı” olamıyor. Peki, nedir Batılı olmak? Biz neye Batı diyoruz? Batı’yı tarif eden, belirleyen şey nedir?
Batıyı tarif eden, belirleyen aslında batının kendisidir. Okumuş kişi sadece kendi kararları tarzı ve iddialarıyla Batılı olamaz. Çünkü o okumuş kişinin kendi içinde yetiştiği tarih ve kültürel çevre, bir toplumsal hafıza olarak kendisi istemese de ona eşlik edecektir. Tarihsel ve toplumsal konumlarımızı edinmemiz kısmen bireysel çabalarımıza bağlı olmakla birlikte daha çok bizden önce yüzyıllar boyunca oluşmuş ve kurumlaşmış yapılara da güçlü bir şekilde bağlıdır. Türkiye'nin modernleşme tecrübesinde Batılı olduğunu düşünen insanların önemli bir kısmı Batının da kendi içinde tarihsel ve toplumsal bir hafızaya sahip olduğunu ıskalamıştır. Bizim batılılaşma tecrübemiz de Batı ile aramızdaki farkların oldukça derin ve ontolojik yönlere sahip olduğunu göstermiştir. Çünkü tüketici batılılaşma, taklitçi ve özentili bir anomik tipin ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Bu konuda tuhaf bir sembolizmin karşıt kutuplar tarafından sürekli üretildiğine şahit oluyoruz. İşin bir başka yönü de tek bir Batı’nın olmaması ve Batı’nın kendi içinde farklı tecrübelere sahip olmasıdır. Ortak bir miras ve sistem ortaya çıkmışsa da birçok açıdan birbirleriyle farklılaşan yönleri de göz önünde bulundurulmalıdır. Burada Batı’yı çok yönlü olarak analiz edememenin sebep olduğu sorunların da sağlıklı bir anlamaya engel olduğunu söylemek zorundayız. Türkiye'de hem Batıcıların hem de Batı karşıtı olanların çoğu, bu konuda oldukça yüzeysel ve sembolik sınırlarda kalmaktadır.
- Bizim batılılaşma tecrübemiz de Batı ile aramızdaki farkların oldukça derin ve ontolojik yönlere sahip olduğunu göstermiştir.
Batı’nın tarihi Türkçe yazıldı mı, yoksa onların yazdıkları üzerinden mi onları okuduk?
Batının eleştirisinin yine güçlü bir şekilde Batılı entelektüeller tarafından yapıldığını görüyoruz. Batının tarihini Türkçe yazmak önemli bir iddiadır. Bunun için Batıyı çok yönlü ve derinlemesine analiz etmek gerekmektedir. Sadece karşı reaksiyon göstermek büyük çaplı bir tarih yazımı için yeterli olmayacaktır. Diğer taraftan Batılı entelektüeller tarafından yapılan eleştirileri esas almak da başka bir meseledir. Özgün bir teori ve metodoloji üretememenin sıkıntılarını yaşıyoruz. Burada sadece iyi niyetin ve bireysel çabaların da yeterli olmadığını kabul etmek zorundayız. Elbette bir yenilmişlik psikolojisi ile hareket etmek ve bu hali kabullenmek yanlıştır. Ancak ülkemizde entelektüellerin kullanabilecekleri kaynaklar ve bilgi üretmeye verilen değer konusunda problemlerimiz olduğunu kabul etmeliyiz. Bu nedenle ya tepkiselliğin ya da hazır eleştirilerin konforlu alanları kolayca benimsenebiliyor. Türkçe bir Batı tarihi yazmak önemli ve değerli bir iş olacaktır. Ancak bunun Batıya rağmen yapılabilmesi de mümkün değildir. Oryantalist üniversite kürsüleri ve araştırma merkezleri, yüzyıllara yayılan ve çok büyük emek verilen bir birikime ve geleneğe sahiptir. Üretilen bilginin bir araç olduğu unutulmamalıdır. Sonuçta Batının güçlü olmasının arkasında bilimsel bilgi ve araştırma ile ilgili çaba göz ardı edilemez. Bu tecrübenin görmezden gelinemeyeceği açıktır. Eğer dünyaya yeni ve daha insani bir alternatif sunulacaksa güçlü olmak gerekiyor. Çünkü tarihi de güçlü olanlar yazar.
Huntington’ın çok meşhur bir yazısı var, “Batı tektir ama üniversal değildir” diye. Bu tam olarak ne demek? Orada savunduğu şey şu; Batı dışındaki toplumlar Batılılaşamaz. Bu konuda ne düşünüyorsunuz?
Daha önce de değindiğim gibi bizim batılılaşma tecrübemiz bizi tamamen batılı bir toplum haline getirmemiştir. Batılılaşma, bir toplumsal değişme olayıdır. Bu değişim eski olandan yeni olana geçiş şeklinde yaşansa da bütünüyle eski olanı ortadan kaldırmak hiçbir iktidar için mümkün değildir. Ne Türkiye'de ne de dünyanın başka bir yerinde böyle bir tecrübe yaşanmamıştır. En azından sonuçları bakımından böyle olmamıştır. Batılılaşma hareketleri toplumları değiştirmiştir ancak kendi tarihsel ve kültürel gerçeklikleri sınırlarında başkalaştırmıştır. Bu nedenle Huntington’ın iddiasının doğruluk payı olduğunu düşünüyorum. Bir yandan da Batı merkezli üniversalizmin büyük bir yanılgı olduğunu tarihi tecrübe göstermiştir. Bu anlayış 19. yüzyıldan itibaren pek çok Batı dışı toplumda bazı aydınlar tarafından sanki Batı’daki tecrübe bütün insanlığın belli merhaleler sonunda zorunlu olarak yaşayacağı bir tecrübeymiş gibi kabul edilmiştir. Halbuki Batıda politik, ekonomik, kültürel bölünmüşlüklere bağlı sınıf çatışmaları yaşanmıştır. Bilim felsefesi ve sosyolojisi alanlarındaki çalışmalar akıl, bilim ve teknoloji gibi kavramların kendi tarihsel ve hatta bazen ideolojik bağlamlarında gerçeklik kazandığını göstermiştir. Dolayısıyla meseleleri çok yönlü tahlil etmediğimiz zaman bazı klişelere mahkûm oluyoruz. Türkiye'de kendisini Batılı olarak görenlerin semboller ve hayat tarzı açısından farklılaşması onları Avrupalı yapmamıştır.
- Türkiye'de kendisini Batılı olarak görenlerin semboller ve hayat tarzı açısından farklılaşması onları Avrupalı yapmamıştır.
Türkiye’nin modernleşme sürecinde şunu gördüğümüzü söyleyebiliriz sanıyorum. Taban uyuşmazlığı. Bu modernleşme süreci hâlâ bu şekilde mi devam ediyor?
Türkiye'de modernleşme, Osmanlı son döneminden itibaren devletin öncüsü ve aktörü olduğu bir süreç olarak yaşanmıştır. Yeni olan elbette eski olan tarafından kuşkuyla, korkuyla ve hatta tepkiyle karşılanır. Taban uyuşmazlığı dediğiniz durum bu gerilimi yansıtır. Modernleşme doğrudan toplumun talepleri sonucu ortaya çıkmış bir hareket değildir. Ayrıca Batıdaki modernleşme tecrübeleri ile kıyaslandığı zaman Türkiye'de ciddi anlamda yapısal farklılıklar dikkat çeker. Türkiye'de modernleşme kendi sürekliliğinde farklı dönemlere ayrılabilir. Örneğin Osmanlı döneminde devleti kurtarma kaygısıyla hayata geçirilen uygulamalar, eski kurumların da varlıklarını sürdürmeleri dolayısıyla çift kutuplu bir kültürel yapı oluşmasına sebep olmuştur. İkinci Meşrutiyet ve Cumhuriyet, çift kutuplu kültürel yapıyı kaldırmak için ulus devletleşmeye ağırlık vermiştir.1950'li yıllardan itibaren ise Türkiye'nin kendi iç hareketliliği, devletin aktör olduğu modernleşmeyi farklılaştırmıştır. Türkiye'de kentleşme, halk kitlelerinin göç dolayısıyla değişimini ve zaman geçtikçe devlet merkezli modernleşmeye daha aktif bir şekilde dahil olmalarını sağlamıştır. Bu hareketlilik, sadece bir yer değiştirmenin ötesinde daha önce belli kesimlerin sahip olduğu imkanlara toplumun daha geniş ve çeşitli kesimlerinin de ulaşmasına sebep olmuştur. Ekonomi, siyaset, eğitim gibi pek çok alanda yeni aktörler güç mücadelesi vermişlerdir. İşte taban uyuşmazlığı kendisini tam da burada göstermiştir. Türkiye'de sadece siyaset alanında değil hemen her alanda karşımıza çıkan iktidar mücadelesi bu gerilimin bir yansımasıdır. 1980'li yıllardan itibaren bu konuda pek çok şeyin değiştiğini söyleyebiliriz. 2000'li yıllar bu değişimi doğrudan pratikte görmeyi sağlamıştır. Bugün toplumu basit bir şekilde geleneksel ve modern diyerek ayırmak ve bu şekilde toplumun bölündüğünü söylemek çok da karşılığı olmayan bir durumdur. Türkiye 200 yılı aşkın bir modernleşme tecrübesi sonucunda kendi tarihsel ve kültürel dinamiklerine bağlı olarak bir değişim yaşamıştır. Önemli olan bunu bir tarihsel ve sosyolojik gerçeklik olarak kabul etmektir. Modernleşmek, daha iyi ve olumlu bir hale geçmek olarak kabul edilemez. Ancak bu sürecin Türkiye'de her kesimi etkilediğini ve değiştirdiğini kabul etmek gerekir.
- Hayatı bütünüyle etrafımızdaki insanların beğenilerini almak üzerine kurmak, sahteleşmeye sebep olabilir.
“Like kültürü” ya da başka bir deyişle “ekrandaki insan”, içinde bulunduğumuz dünya bu. Sosyal medyanın ve ekran süresinin uzun vadede sosyolojiyi ne şekilde etkileyeceğini öngörüyorsunuz?
Dijitalleşme dünyanın yakın zamanda yaşadığı önemli değişim olaylarından biridir. Burada önemli risklerden biri, sanal ile gerçeğin birbiriyle karışması ve yeni insani yabancılaşmalara sebep olmasıdır. Bu nedenle, bu değişim süreci sosyolojinin temel ilgi alanlarından biri haline gelmiştir. Eğlencenin hayatın esası olarak kabul edilmesi, insanlık tarihi açısından da sorgulanması gereken bir durumdur. Eskiler “deliye her gün bayram” demişler. Elbette insanların dinlenmeye ve eğlenmeye ihtiyaçları vardır. Her toplumda eğlenmenin ritüeller şeklinde kurumlaştığını görebiliriz. Ancak düğün, bayram, kutsal törenler gibi eğlencenin meşru görüldüğü zamanlar, hayatın bütününü değil istisna dönemlerini temsil eder. Sosyal medyada saatler geçiren insanlar gereksiz pek çok enformasyona muhatap olmaktadır. Beğenilmek ve takdir edilmek insani bir durumdur. Ancak hayatı bütünüyle etrafımızdaki insanların beğenilerini almak üzerine kurmak, sahteleşmeye sebep olabilir. Pek çok insan büyük bir sirkte gösteri halinde gibi. Alkışlara, tezahüratlara ihtiyaç duyuyorlar ve daha çok dikkat çekmek istiyorlar. Daha çok dikkat çekmek için kendilerini bir araç ya da nesne haline getirebiliyorlar. Başkasının dikkatini çekmek, onun övgüsünü almak ve bunlarla geçici mutluluklar edinmek bir yandan da çocukça. Bu tür mecraların insanları çocukluk ve ergenlik sınırlarında tutan yönlerine şahit oluyoruz. Halbuki olgunlaşma, insanın kendini sorguladığı ve içine yöneldiği derin bir süreçtir. İşte tam da böyle bir içe yöneliş ve sorgulama hamlesinden insanları alıkoyan her ne araç varsa insanı yabancılaştıracaktır. Elbette sosyal medya araçlarını da araç olmalarına vurguyla daha nitelikli bir şekilde kullanmak mümkündür. Ancak bu ciddi bir irade terbiyesi ve olgunluk gerektirir. Başka bir deyişle zor ve zahmetli bir iştir. Bazı sosyologlar yeni bir insan tipiyle karşı karşıya olduğumuzu iddia ediyorlar. Bu yeni insan tipinin dijitalleşmenin aynı anda öznesi ve nesnesi olduğunu savunuyorlar. Ayrıca yapay zekâ ve robotik teknolojilerin gelişmeleri, yakın gelecek ile ilgili belirsizliğin daha da hakim hale gelmesine sebep oluyor. Oldukça karmaşık ve öngörülemez yönleri olan bir gelecek, sosyolojiyi yoğun bir şekilde meşgul ediyor.
Bu yazının başlığı yazardan bağımsız editoryal olarak hazırlanmıştır.