Almanların en cins filozofu: G. W. F. Hegel

MURAT GÜZEL
Abone Ol

Modern zamanlarda Alman filozof Immanuel Kant'ın Salt Aklın Eleştirisi'yle kapatıldığı düşünülen metafizik kapısından geçen son filozof belki de Hegel'dir. Fransız Devrimi ve Kant'ın Kopernik Devrimi sonrası dünyasında olumlu-olumsuz birçok tepkiyi göze alarak geliştirdiği düşünmeyle modern zamanlardaki birçok siyasi-fikri hadiseye öncülük etmiş, yol göstermiş Hegel'in diyalektik yönteminin hâlen aşıldığını söylemek güç.

NE DÜŞÜNDÜ?

Modern zamanlarda Alman filozof Immanuel Kant'ın Salt Aklın Eleştirisi'yle kapatıldığı düşünülen metafizik kapısından geçen son filozof belki de Hegel'dir. Kant'ın eleştirilerine karşı spekülatif felsefeyi öneren Hegel, "Felsefe, objelerin düşünce ile görülmesidir. Bu düşüncenin kendi dışından gelecek gereçlere -yani duyuların sağladığına- ihtiyacı yoktur, o kendi kendisinden beslenir; kendi kendisini işler; bilgisinin maddesini de, formunu da kendinde bulur" diyerek spekülatif felsefenin direncini temsil eder. Alışılmışın dışında bir özgürleşme anlatısı sunan Hegel (sözgelimi Tinin Fenomenolojisi'nde anlattığı "köle-efendi diyalektiği" bu türden bir özgürleşme anlatısına işaret eden önemli bir küçük anlatıdır)

Felsefi Bilimler Ansiklopedisi'nde kendi felsefi sistemini üç ana kısma ayırır (ki 3 ciltlik Ansiklopedi'nin her cildi bu üç kısımdan birine tekabül eder): Ne formel, ne dilbilimsel ne psikolojik ne de nörolojik olarak düşündüğü mantık çerçevesinde Hegel düşünmenin kategorilerini tartışır. Dolayısıyla mantık "düşünmeyi düşünen", düşünmenin kendi üstüne bükümlendiği bir bilim olarak ele alınır, yani düşünmenin bilimi olarak ve hatta bilimin bilimi. Ansiklopedinin ikinci cildi ise sistemin Doğa felsefesini içerir; onun terim, kavram, aksiyom ve yöntemleri; mekanikten biyolojiye döneminin bütün bilimlerine ve bilimsel bakışına ilişkin Hegel'in düşünmesi yer alır bu ciltte. Üçüncü bölüm ise Türkçe'ye genelde tin olarak çevrilen geist alanıdır, yani kültür, bilinç, anlam ve tamamıyla beşerî diyebileceğimiz bir alan.

Birçok Hegel felsefesi yorumcusu filozofun önemli eserlerinden biri olan Hukuk Felsefesinin Ana Prensipleri'nde ifade ettiği ve yaklaşık olarak "Akli olan gerçektir, gerçek olan aklidir" şeklinde tercüme edilebilecek "Was vernünftig ist, das ist wirklich, und was wirklich ist, das ist vernünftig" ilkesinin onun felsefi düşüncelerinin en sade özeti şeklinde konumlandırılabileceği görüşünde birleşir. Sözgelimi burada bahsedilen şekliyle Hegel'in akl'ını, ide'yi, töz'ü, tin'i birbirleri yerine geçen kavramlar olarak gören Macit Gökberk, bu ilkeyi "her insanda az ya da çok bulunan düşünme yetisi değil; insanın -süjenin- dışında bir ilke; insanı da, insanın içinde bulunduğu doğa dünyasını da, kültür dünyasını da, her şeyi oluşturan temel varlık" olarak yorumlar.

  • NASIL DÜŞÜNDÜ?
  • Temel ilke olarak tin ilkin bir olabilirlikler alanı olarak görünür, kendindedir gerçi, ama kendine kapalıdır. Bir nevi tez durumudur bu. Başka henüz ortada görünmez. Tin, olabilirliklerinin neler olduğunu keşfe çıktığında, yani gelişmeye başladığında ilkin "doğa" olarak dışsallaşır. Fakat bu hâlde kendi özüne aykırı bir duruma düşmüş, handiyse kendi özüyle çelişik bir hâle gelmiştir. Çünkü doğa en nihayetinde bir maddidir ve dolayısıyla bilinçten yoksundur. Ayrıca maddi alanda geçerli sıkı determinizm sebebiyle özgürlükten ve sürekli farklı sebeplere istinaden yaşanan değişimler sebebiyle birlik ve kalıcılıktan da bahsedemeyiz. Oysa tin için bilinç, özgürlük, sürüp gitme ve birlik bir yerde tin'in kendisini niteleyen temel özelliklerdir. Tin'in doğa olarak dışsallaştığı, dolayısıyla kendisiyle çeliştiği bu hâle antitez durumu da denebilir. Tin'in kendi özüne çelişik doğa durumundan çıkış elbette insanın ve ürettiği kültürün dünyasında sentez olarak aşılır. Tin, insanın dünyasında salt kendinde değil, aynı zamanda kendisi içindir de. Üstelik bu dünyada gerçeklik de kazanmıştır.
  • Hegel'in yorumladığı biçimiyle diyalektik, tez-antitez-sentez üçlemesiyle beliren bu kavramsal hareket ve hatta kavramsal bir süreçtir bir yerde. Hegel için bu kavramsal hareketin en iyi görülebileceği sahnelerden biridir insanlık tarihi. Bir konuşmaya, bir tartışmaya benzer bir biçimde ilerleyen, gelişen insanlık tarihinde önce ortaya bir tez konur, sonra bunun da karşısına bir antitez. Birbirlerine karşı olan bu iki durum, düşünce ya da şey, birleştirilip uzlaştırılır, sentezlenir. Fakat iki karşıtı birleştirmiş bu birliğin kendi içinde yeniden bir karşıtlığın belirmemesi imkânsızdır. Her varılan sentez yeni bir karşıtlığın oluşumuna da yol açar. Her sentezde bir karşıtlığın tohumu gizlidir dense yeridir. Genelde karşıtı; olumsuz, yıkıcı olarak görenlere nazaran Hegel'in onu olumlu, yapıcı ve hatta kurucu saydığına hiç şüphe yok. Bu yorumla tarih bir nevi mezbahaya döner; çünkü her dönem gelip geçicidir, her dönem kendisinden sonra gelecek dönem için kurban edilir, bir anlamda kendisinden sonraki dönem tarafından hem ortadan kaldırılır hem de kendi yapısı içinde eritilip saklanır, bir nevi sindirilir. Dünya tarihini dünya mahkemesi addeden Hegel bu büyük kapışmada hayatta kalanın haklılığına inanır gibidir bir yandan da.

NEREDE DÜŞÜNDÜ?

Fransız Devrimi ve Kant'ın Kopernik Devrimi sonrası, 1800'lü yıllarda yaşamış Hegel'in Bradley, Sartre, Küng, Bauer, Stirner, Marx gibi takdir edenleri olduğu gibi tersine Kierkegaard'dan Schopenhauer'a, Schelling'den Nietzsche ve Heidegger'e birçok eleştirmeni de vardır. Hegel'in yaşadığı dönemlerde siyasi birliğini henüz sağlayamamış Prusya'da (Prusya, çeşitli Alman prensliklerine ayrışmış, bir kısmında başka ülkelerin hakimiyetinin olduğu geniş bir kara parçasını oluşturur 19. yüzyılın ilk yarısında.) Hatta Hegel'in insanlık tarihinin siyasi bakımdan Napolyon'un 1807'de Jena'da kazandığı zaferle felsefi bakımdan da kendi felsefesiyle sona ulaştığına inandığı söylenebilir pekâlâ. (Gerçi Napolyon'un sonraki bazı yenilgileri en azından siyasi bakımdan Hegel'in tarihi sona erdirmeyi ertelemeye zorlamışsa da felsefi bakımdan kendi felsefesine inancı tamdı: nesnel tin tamamen onun kendi felsefesinde hitama ermişti.)

Büyük ölçüde Hegel'in Westfalya Anlaşması sonrası kurulan yeni dünya düzeninde Almanya'nın, birbirinden bağımsız yapılanmaların düzensiz toplamına dönüştüğünü gözlemleyen Hegel'in merkezi bir Alman monarşisi düşlediği öne sürülebilir. Sözgelimi 1802 tarihli eseri Almanya Anayasası'na (Die Verfassung Deutschlands) "Almanya artık bir devlet değildir" savıyla başlayan Hegel, kavramsallaştırılamayan bir şeyin artık var olmaya da son verdiğini ileri sürmekte ve bunu Alman prensliklerinin güncel durumu üzerinden ele almaktadır. Hegel'in de içinde ürettiği ileri sürülen Alman idealizmi Fransız Devrimi'ne felsefi zemin oluşturma payesini üstlenirken öte yandan onunla hesaplaşıyor, bir yandan ana toplumsal kategoriyi burjuvazi (bürgerliche gesellschaft) olarak ortaya koyarken öte yandan aristokrasinin politik üstünlüğüne vurgu yapabiliyordu sözgelimi. Bu karmaşada Hegel'in siyasi konumlanışı açıktır: Prusya Krallığı'nın birliği, Alman uluslaşması ve monarşi. Bu siyasi konumlanışa uygun olarak Hegel'in kendi felsefi tutumunda benimsediği tavrın da Hristiyan teslis (baba, oğul, kutsal ruh üçlemesi) inancına yabancı olmadığı, merkezinde de mutlak tinin yer aldığı öne sürülebilir.

  • NEYİ DEĞİŞTİRDİ?
  • Hukuk Felsefesinin Ana Prensipleri'nde "Devlete dünyasal- tanrısal bir şey olarak saygı gösterilmeli" dediği için Hegel'i eleştiren birçok düşünür vardır. Gerek muhafazakârların gerekse liberallerin tepkilerini toplayan, eleştirildiği kadar da savunulan böylesi bir filozofun nadir olduğunu söylemek gerekir. Sözgelimi Platon ve Marx'la birlikte Hegel'i de komünist totaliteryanizmin taraftarı ve "açık toplumun düşmanı" ilan eden K. R. Popper, Nietzsche ile birlikte onu Prusya militarizmi ile nazi ve faşist totaliteryanizmin entelektüel temelini hazırlamakla suçlar. Hegel'i yorumlayanlar arasında oluşan yorum farklarının siyasi bakış açılarının çoğulluğundan beslendiği hiç kuşkusuzdur: Bu minvalde Hegel'e yönelik anlama faaliyetlerinin faşist bir baskıcılığın savunuculuğundan liberal çoğulculuğun savunuculuğuna kadar çok geniş bir felsefi yelpazede çeşitlendiğini görebiliriz.
  • Hegel'in ders verdiği ve yazdığı dönemin Sanayi Devrimi'nin hemen öncesine denk gelen bir periyod olmasının (1840'lı yılları görememişti) önemi elbette büyük; lakin felsefesinin siyasi bakımdan önemli etkilere yol açtığı dönemin 19. yüzyılın ikinci yarısı ve 20. yüzyıl olması şaşılacak bir şey değildir. Kendi tarih felsefesine uygun olarak Doğu uygarlığını tarihin çocukluk dönemi addeden Hegel'e göre tin ve doğa henüz birbirinden ayrışmamış, tin hâlâ özgürlüğünü kazanamamıştır. Burada özgürlük bir kişinin, despotun özgürlüğüdür; ancak özgürlük diğerlerinin de özgürlüğünün kabulü anlamına geldiğinden, despot da aslında özgür değildir (Tinin Fenomenolojisi'nde "Ben, gerçekten diğeri de aynı zamanda özgürse ve benim tarafımdan özgür olarak tanındığı zaman özgürüm" kaydı vardır.)
  • Yunan ve Roma dünyalarını kimilerinin özgür olduğu, Cermenik dünyayı ise herkesin özgür olduğu bir dünya addeden Hegel için Doğu'nun despotizm, Yunan ve Roma'nın demokrasi, Cermenik dünyanın ise monarşi ile temsil edilmesi gerekir. Monarşi altında herkesin özgür olduğunu iddia edebilecek bir felsefe geliştirmesi filozofumuzun yeteneğini ortaya koymaya yeter de artar. Modernliğimize neredeyse ikinci bir benlik gibi kazınmıştır handiyse Hegel. Modern zamanlarda meydana gelen birçok fikri ve siyasi hadisede onun düşüncelerinin, ima ve işaret ettiklerinin önemli olduğunu vurgulamamız gerekir. Fukuyama'nın ön ayak olduğu "tarihin sonu" tartışması durumu özetlemeye yetecektir.