Benlik ve mesuliyet: Anlamın keşfi üzerine

ÖMER TÜRKER
Abone Ol

Bu dünyayı paylaşan nesneler olarak her birimiz sadece bilgiyle donanmış değiliz aynı zamanda birer ‘bilgi’yiz. Bu sebeple de sadece anlamlı değiliz, aynı zamanda anlamlardan oluşuyoruz.

“Sana ağır bir söz vahyedeceğiz”

Müzzemmil 73/5

Şaşırtıcı bir şekilde şuur ve idrakten örülmüş bir âlemde yaşıyoruz. Her şey bir bilgiler kümesinin oluşturduğu bir anlamlar yumağını andırıyor. Şuur olmadan bir madenin filizlenmesi, bir bitkinin veya hayvanın beslenmesi, büyümesi, üremesi ve türlü hareketler yapması, bir insanın hayatını idame ettirmesi düşünülemez. Öyle ki bütün bunları bilen bir özne ve nihai bir fâil olmasa herhangi bir şeyin var olabileceğini söylemek neredeyse imkânsız. Bu dünyayı paylaşan nesneler olarak her birimiz sadece bilgiyle donanmış değiliz aynı zamanda birer ‘bilgi’yiz. Bu sebeple de sadece anlamlı değiliz, aynı zamanda anlamlardan oluşuyoruz. Fakat biz insanları diğer bilgi ve anlam kümelerinden ayıran bir özelliğimiz var: Terkibimiz, bilgi ve anlam olarak var olmamızı mümkün kılmakla kalmıyor, aynı zamanda bilgi ve anlam olduğumuzu idrak etmemizi de sağlıyor.

Yani kendi kendini görebilen gözler gibiyiz. Bu bakımdan insan olarak bizlerin idraki, biri içe, diğeri dışa dönük olmak üzere iki yönlüdür. İçe dönük idrakimiz sayesinde kendimizi idrak eder ve var olduğumuzun farkına varırız. Kendimizi idrak öylesine ayrıcalıklı bir özelliktir ki bize fark ettiğimizi fark etme veya şuurun şuurunda olma özelliği kazandırır. Diğer deyişle sadece bilmekle kalmayız, bildiğimizi de biliriz. Çünkü bildiğimizi bilmediğimiz takdirde hiçbir şey bilmiş olmayız ve yalnızca bilgiler yumağı olarak kalırız. İdrak ettiğimiz şeyler ise bu bilgi yumağına eklenen anlamlar yığınına dönüşür. Dışa dönük idrakimiz sayesinde ise kendimiz dışındaki nesneleri idrak eder ve başka anlamları benliğimizin bir parçası haline getiririz. Anlam yumaklarını parçalara ayırır ve her bir anlamla tekil olarak karşılaşmanın hazzını yaşarız. Böylece hem anlamlar düzenini zihnimizde yeniden inşa ederiz hem de onlarla birlikte kendimizi inşa ederiz. İşte idrakimizin içe ve dışa dönük yönleri, nesnelerin bize birer anlam olarak sunulduğunu vermesinin yanı sıra onların kendinde birer anlam olarak var olduğunu da anlatır.

Bu sebeple ilk bakışta sanıldığı gibi idrakimiz, nesnelerin anlamlarını onların somut varlığından soyutlayarak elde etmez. Tersine anlamlar bileşkesini parçalar ve unsurlarına ayrıştırır. Çünkü bir bütünden soyulan ve parçalanan her şey yine bir anlam olarak zihindeki yerini alır. Tam da bu özelliğinden dolayı yalnızca insan aklı, nesnelerin mahrem dünyasına girer, anlamlar arasındaki ilişkiyi çözümler, her biriyle hem onlardan biri hem de başkası olarak karşılaşır. Bizi içinde yaşadığımız âlemde birer özne ve fâil haline getiren de idrakimizin bu iki yönlülüğüdür. Zira bu iki yön sayesinde “benlik” olarak adlandırdığımız bir farkındalığa ulaşırız. Tekil ve yalın olan benlik, içe dönük yönelişi sayesinde tekilliğini korurken dışa dönük yönelişi sayesinde anlamları idrak ederek kendisine dâhil eder ki bu bir tür, anlayarak anladığı şeyi içerme ve onu kendisi kılma eylemidir. Benlik sahibi olmak bize sadece idrak ettiğimizi fark ettirmekle kalmaz, aynı zamanda idrak edildiğimizi de fark ettirir. İşte bu ikinci farkındalık bize bir mesuliyet ve mükellefiyet duygusu kazandırır.

Benlik sahibi olmak bize sadece idrak ettiğimizi fark ettirmekle kalmaz, aynı zamanda idrak edildiğimizi de fark ettirir.

Türkçeye “sorumluluk” olarak çevirdiğimiz mesuliyet kelimesi, tam olarak “sorulan olmak” anlamına gelir. Yine Türkçeye “yükümlülük” olarak çevirdiğimiz mükellefiyet kelimesi ise “yükümlü kılınmış olmak” demektir. Çünkü insan, bilindiğini ve müşahede altında olduğunu bilen varlıktır. Evet, insan kendisini çevreleyen taşların, ağaçların, hayvanların ve insanların gözlediği ve her bir bakış ve idrakin kendisinde bir iz bıraktığı varlıktır. Eğer bizzat kendimiz de bu gözlemciler arasında olmasaydık bizi gözetleyen bütün gözlere fayda ve yarar açısından bakabilir, bize faydası olacak şeylere yaklaşmayı ve zararı olacak şeylerden kaçmayı tercih ederdik. Yani vahşi hayvanlar gibi hareket ederdik. Fakat gözleyenlerden biri de bizzat kendimiziz. Kendimizden ise kaçabilecek bir yerimiz yok. Çünkü kendimizi bırakıp gitme ve kendi anlamımızdan sıyrılma imkânına sahip değiliz. İlk bakışta mecburiyet gibi görünen bu çaresizlik bizde sahiplik şuurunu doğurur. Kuşkusuz sahte bir böbürlenmeyle kendimizin sahibi olduğumuz iddiasına kalkışabiliriz. Bu iddia sahtedir, zira tam olarak çaresizliğin ve saldırganlığın ürünüdür. Nihai olarak ne kendimizi alıp götürebiliriz ne de sahip olduğumuzu düşündüğümüz şeyleri.

Aristo mülkiyet kategorisini “insanı saran ve onunla birlikte taşınan şey” olarak tarif etmişti. İslâm’ın en büyük filozofu İbn Sînâ Şifâ külliyatında açık yüreklilikle “ben bu mülkiyet kategorisini hiç anlamıyorum” itirafında bulunacaktır. Yine müteahhirûn dönemin büyük mütekellimi Sadeddîn et-Teftazânî “Felsefenin efendisi (İbn Sînâ) bile bu kategoriyi anlamadığını itiraf etti” diyerek sahipliğin insan için hiçbir şekilde anlaşılabilir bir şey olmadığını dile getirecektir. Gerçekten de sahiplik, birbirimizin çaresizliği veya saldırganlığını karşılıklı kabul etmekten başka bir şey değildir. Pekâlâ, biliriz ki ne geldiğimiz yere bizi getiren ne bulunduğumuz yerde bizi durduran ne de gideceğimiz yere bizi götüren kendimiz değiliz. Öyleyse ya benliğimiz bir vehimdir ya da bize ait değildir. Her iki şık da benliğin bizde oluşturduğu mesuliyetin vüsatını, ağır bir yük ve taşınması güç bir söz haline getirir.

İnsan kendi kendisini taşıyabilen bir varlık değildir.

Ancak kendine ilişkin farkındalığın taşımaya cüret edebileceği bir yük ve ancak “ben” diyebilen bir öznenin söyleyebileceği bir söz. Ne var ki bu cüret ve cesaret, gücünü insanda temellenen hakiki bir benlikten almaz. Çünkü insan ancak mesuliyet üstlenebildiği takdirde ve ölçüde özne olabilmektedir. Dolayısıyla onun özneliği temellerini kendisinde bulamaz. Her ne kadar benliğin mahalli ve taşıyıcısı insanın kendisi olsa da insan kendi kendisini taşıyabilen bir varlık değildir. Nitekim bu sebeple olsa gerek Hicrî ikinci yüzyılın büyük kelamcısı Dırâr b. Amr “bütün âlemin kendi başına var olma imkânına sahip olmayan arazlardan oluştuğunu” iddia etmiştir. Yine büyük sûfî İbnü’l-Arabî “kendi başına var olma imkânına sahip olmayan bu yaratılmışlar topluluğunun cevher olduğunu” söyleyen Eşarî kelamcıları eleştirmiş ve bizzat onların tanımlarına göre “âlemin arazlardan müteşekkil olması gerektiğini” söylemiştir.

Açıkçası kullandıkları kelimeler bize ne denli yabancı gelirse gelsin her ikisi de haklıdır. Zira hakiki bir taşıyan ve bilen olmadığı sürece kimi zaman korkmuş kimi zaman sevgi dolu gözlerle birbirine sığınan bu mevcutlar (anlamlar ve bilgiler) topluluğu, var olamaz. Var olmak bir şeref ise bu şerefin sahibi varlık libası üstünde eğreti duran bu anlam yumakları değildir. Tam da bu nedenle kendimize ilişkin farkındalığın bizde doğurabileceği gerçek mesuliyet, bizzat bu mesuliyetin yani sorumlu tutulmuş olmanın ne olduğunu ve gerçek öznesini kavramaktır. Kısacık hayatımızda edindiğimiz tecrübeler, bize sorumluluğumuzu idrak ettiğimiz ve gereğini yerine getirdiğimiz ölçüde “ben” diyebileceğimizi ve benliğimizin idrak ve eylemlerimizle inşa edildiğini öğretmektedir.

Dolayısıyla benlik, bizde bir nispet olarak bulunur. Nispet ise iki tarafı birbirine bağlayan bir bağdır ve tarafları ne denli güçlü ve sürekli olursa kendisi de o denli güçlü ve sürekli olur. Şu halde mesuliyet, birer bilgi olarak var olan nesnelerin hakiki bilenine ve nihai fâiline yönelik bir nispet oluşturabildiği ölçüde benliği güçlendirecek ve sürekli kılacaktır. Bu bakımdan mesuliyet, insan için hakiki anlamı ve nihai özneyi bulma çabası olduğu sürece hakiki bir mesuliyet olabilir ve insan mesuliyetini gerçekleştirdiği ölçüde “özne” sıfatını almaya layık olur.