Bir defa yazmış bulundum / Merak bu ya!

NURETTİN DURMAN
Abone Ol

Şiir yazılınca veya şiir yazmaya niyet ettikten sonra sizi kışkırtan bir şey çıkıyor ortaya. Şiirin gün yüzüne çıkması bir mecburiyet olarak yakanıza yapışıyor. Tabii öyle bir duygu içinizi sarınca başlıyorsunuz edebiyat dergilerine şiir göndermeye. Müthiş bir hevesle işe girişiyorsunuz.

Şiire başlamak…

Şiire başlama hali, şiir diye tesmiye edilen hayatın bir diğer yazılma halidir aslında. Hayatın yoğunluğuyla şiire gidilen yolun bilinmedik nedenleri arasında şiir diye bir mesele olduğunu idrak etmek de kendiliğinden meydana gelen, oluşan, ortaya çıkan bir durum.

1962 yılında İstanbul Çemberlitaş Vezir Han’da çalışırken şiire başladım ama şiire başlarken de şiirin ne olduğunu bilmiyordum. Bir gün Çemberlitaş Vezir Han’da, hemen girişte, sağda, berber dükkânının önünde oturmuş bir şeyler yazıyorum. Karşı dükkân komşumuz olan bir ağabey bana ne yazıyorsun, diyor. Hiç tereddüt etmeden şiir yazıyorum, diyorum. Bana, “Yahya Kemal’i oku, Yahya Kemal’i” diyor, yürüyüp dükkânına gidiyor. İlkokuldayken bir bahar gününde baharla ilgili bir şiir okumuştum yalnızca. Şiire dair bilgim o kadardı. Ne Yahya Kemal’i biliyorum ne de başka bir şairi. Böyle bir başlangıçla oldu şiire doğru yol alışım.

Dergiler benim edebiyat mekânlarım olduğu için birçok yazarı dergilerden öğreniyorum. Tabii sonradan kitapları alınıyor, okunuyor, saklanıyor. Dergilerden; Varlık, Hisar, Diriliş, Yelken, Çağrı, Yeditepe, Hareket, mizah dergisi Akbaba, Sanat Dünyası, Yelpaze ve yeni çıkan ne varsa böylece uzuyor artık okuyacağım dergilerin listesi. Küçük yaşlardan itibaren okuma heveslisi olarak elime ne geçtiyse okumaya çalışmış ve bu suretle de edebiyat alemini tanıma, anlama seviyemi genişletmiş oluyorum. Sadece adına şiir dediğim yazılar yazıyorum.

Yazdıkça dergilere gönderiyorum. Cağaloğlu yakın, kitaplar ve dergiler için bir imkân. Yazmak, yazmak, yazmak... Edebiyat dünyasına giderek daha yakın olmak. Şiir, hikâye, roman. Yazmayı vazgeçilmez bir yaşama tarzım kılıyorum artık.

“Bak Necip Fazıl geçiyor” dedi berber Sabri Usta…

“Ya nerde? Hangisi?” demiş, heyecanla bakmıştım işaret ettiği tarafa. “Adliye’ye doğru gidiyor”, diyerek de pekiştirmişti sözlerini. Yıl 1965 gibi. İşte o büyük şair Necip Fazıl, Divan Yolu’ndan sağa sapmış yürüyordu. Evet, aşağıda, Adliye Sarayı’na giden yolda; kaldırımda yürüyordu. Onu hiç görmemiştim. Onu hiç aramamış, doğrusu ziyaret etmek gibi bir arzuya da kapılmamıştım. Yalnızdım, kendi başıma dergiler, kitaplar okuyor, yakınımda çıkan dergilere mektupla şiir gönderiyordum. Çekingen, utangaç, sormaktan imtina eden, lâkin yeri geldiğinde de çok inat eden biriydim. Çevredekilerin, tanıdıkların çok azının şiir yazdığını bildikleri biriyim. Yanında çalıştığım ustanın, çocukluk arkadaşım Halit’in, üç beş üniversite öğrencisinin ve bankacı Cemal’in bildiği. Cemal’le aynı dergiye şiir gönderiyorduk. Ha, bir de bizim berber dükkânının olduğu hanın üst katında bürosu olan Avukat Edip Sezgin biliyordu şiir yazdığımı. Edip Bey Pos-tel adında bir dergi çıkarıyordu. Yanında çalışan kâtibi vasıtasıyla dergiye şiir vermiştim. O da büyük bir memnuniyetle yayınlamış ve beni daha sonradan bir arkadaşına örnek olsun diye takdim etmişti. Utanmıştım.

Önceleri şiiri sevmezdim, hiç sevmezdim. Birden ne oldu bilmiyorum Vezir Han 4 No’lu dükkânda şiir yazmaya başladım. İyi veya kötü hoşuma gitmeye başladı yazdıklarım. Artık şiiri de seviyordum. Sonra okumamı salık verdiler ünlü kişileri. Ben de ünlü kişileri tanımaya ve okumaya mecmualardan başladım. Daha sonra sanat ve fikir dergilerini okumaya koyuldum. Hepsi de hoştu. Şiirleriyle, yazılarıyla, öyküleriyle; tümüyle hoştu dergiler...

Şiir yazıyorum ama sanat, edebiyat ve fikir çevreleriyle uzak gibiyim aslında. Muhit tamam da bende o girişkenlik bulunmuyor maalesef. İsmi ünlenmiş hiçbiriyle temasım olmadı doğrusu. İşin merkezinde ama işi bilenlerden sanki çok uzaktayım. Bir defa Ümit Yaşar’ı görmüş bir defasında da Necip Fazıl’ı Adliye’ye giderken seyretmişimdir. Aslında çok utangaç bir genç idim. Üç sokak bilemedin dört sokak ötedeki dergilere şiirlerimi mektupla gönderiyordum. Yani bu konuda usta yüzü görmedim. Ünlüler yok ama yalnız önemli bir faktör çoğunluğu üniversiteli arkadaşlarla sohbet ediyorum.

Şiir yayımlatma azmi ile şiir yazma azmi arasında kendime yaptığım fenalıklar. İlk şiirimin yayınlanışı ile yaşadığım sevinç halleri...

Şiirin var oluşuyla birlikte şiiri iç âlemde tutabilme cehdi… Şiiri bir nefes olarak dış âleme bırakma savaşımı... Bir susamışlık hali içindeydim. Okumaya susamış bir hal. Açlık gibi. Boyna okuyorum. Giderek sanat değeri yüksek eserlere ulaşıyorum. İyi şairleri takip ediyorum. Bir başıma yola çıktım kendi başıma devam ediyorum. Bir adamın lafından başka yönlendiren olmadı beni. Yönümü yalnız başıma buluyorum. Onun için düşünüyorum da benim bu konuda ustam yok. Yalnız ustaların yazdıkları metinlerden faydalanıyorum. Kimse demiyor bana şöyle yap böyle yap diye. Ondan olsa gerek epey geç ulaşabiliyorum şiire. Durmak yok. Yazıyorum tabii. Bu arada dergilere şiir gönderme faslı başlamış oluyor. Gençsiniz, heyecanlısınız ve şiir yazıyorsunuz, artık durmak olur mu, olmaz tabii. Öyle ki birçok derginin bürosunda yayımlanmamış yırtılıp atılmış çok şiirimin gölgesi dolaşıyordur hâlâ. Bazen diyorum ki acaba hayatında benim kadar dergilere şiir gönderip de şiiri yayımlanmayan şair var mı? Böyle bir şey işte...

İlk şiirim Ocak 1964 yılında Sanat Dünyası dergisinde yayınlandı.

Sultanahmet Divan Yolu Işık Sokak’ta berber dükkânında çalışıyorum. Bir gün dükkâna bir beyefendi geldi tıraş olmak için. Derken laf lafı açtı, şiir yazdığımı ve şiirlerimi bir türlü yayınlayamadığımı söyledim sohbetimiz arasında. O da bana bir dergiyle alakasının olduğunu ve istersem oraya şiir gönderebileceğimi söyledi. Sevindim tabii. Dergilere şiir göndermekten gına gelmişti artık. O adamın dükkâna uğraması iyi oldu. Şiirimi gönderdim dergiye. Bürosu Fatih’teydi adı Sanat Dünyası idi. Bu dergide ilk şiirim yayınlandı. Gerisi hiç önemli değildi artık benim için. Çünkü şiirlerimi yayınlatmak için uğraşıp duruyordum. Nihayet ilk şiirim on dokuz yaşında yayınlanmış oluyor böylece. Sanat Dünyası dergisi Ocak 1964. Ne keyif ama!

Yıllarca dostlarımın, tanıdıklarımın, çok samimi müşterilerimin haberi olmadı benim şiir yazdığımdan. Zaten temelde utangaç biriydim. İlk gençlik yıllarımda öyle bir şeyi ifşa etmek çok zor geliyordu bana. Çevremdeki çok az insanla paylaşabiliyordum meramımı. Baş belası dergilerse o kadar yakınımda olmalarına rağmen dünyalar kadar uzaktılar bana. İffet Halim Oruz tarafından çıkarılan Kadın Gazetesi’nde, şiirlerim yayımlanıyor ve ben derginin Milli Türk Talebe Birliği’nin yanındaki sokakta olan bürosuna gidip parayla dergiyi alıyor ve çıkıyorum. Hiçbir şey söylemiyorum. Efendim derginizde şiirlerim yayımlanıyor. Benim adım… Diyemiyorum. Size elden şiir vereyim, bu şiirimi nasıl buldunuz, diyeyim, yok öyle bir şey. Öyle bir söz etmemin mümkünü yok. Şiirlerimi bu bana beş dakika mesafede olan yere mektupla gönderiyorum. Dergi çıkınca da hiç vakit kaybetmeden bir nefesle Divanyolu Işık Sokak’tan hareket et Cağaloğlu’nda MTTB’nin yanındaki sokağa sap ve oradaki bir hanın merdivenlerini çık ve derginin bürosuna git ki zaten ekseriyetle büronun kapısı açıktır, içeri gir ve elindeki bir lirayı uzat ve dergini al ve çık. Masanın başında yaşlıca bir hanımefendi ve yanında yaşlıca bir beyefendi, gözleri üzerime merakla çevrili ve onlarda da bir sorgu sual hali mevcut görünmüyor. Ama müthiş bir merak. Ben bir müşteriyim ancak. En çok iki veya üç kelimelik bir muhavere. İşte o kadar. On dokuz yaşındaki bir şair adayının şiir yolundaki hali pür melali böyledir…

  • Ben burada sahiden kalmış gibi var mıyım?
  • Gören olursa eğer kader kısmet meseli
  • İsterdim bir güzellik dolaşsın da dünyayı
  • Hiç kötülük kalmasın yeryüzünde mesela.