Biraz geç anlamanın yazısı

AYKUT ERTUĞRUL
Abone Ol

Fanilik bilinci! Modern dünyanın, küçük bir çocuğu kandırır gibi envai çeşit şeker vererek elimizden aldığı hasletlerden biri daha! Ölüm korkusu çağımızın en dehşetli korkusudur; bizi İnsan olmaktan uzaklaştıran, yeryüzünde sükunetle yürüyebilmemize engel olan bu korku ve dehşet duygusu değil midir zaten?

Bugünlerde biraz Cahit Sıtkı Tarancı gibiyim üzerinize afiyet. O da Dante gibiymiş malumunuz. Yarısında yolun, hani otuz beş yaş. Gerçi ben otuz yediyim ama benim sorunum da bu, hep geç anlarım. Bu arada Tarancı’nın o dizede neden Dante’ye atıf yaptığını biliyorsunuz değil mi? Dante Aligheri, platonik bir aşkla sevdiği ve elbette kavuşamadığı Beatrice’e ithafen yazdığı meşhur “İlahi Komedya”ya tam otuz beş yaşında, “hayat yolumun yarısında kendimi karanlık bir ormanda buldum” dizesiyle başlar. Dante burada Mezmurlar’ın “yıllarımızın günleri yetmiş yıldır’’ sözüne gönderme yapmaktadır. Ben de böylece yazıma Mezmurlar’a gönderme yapan Dante’ye gönderme yapan Cahit Sıtkı Tarancı’ya gönderme yaparak başlamış oldum. Allah entelliğimize zeval vermesin. Allah sonumuzu hayr etsin. Demem o ki, insan or-t-aya geldiğini hissettiğinde Tarancı ya da Dante gibi; belki de ömrü boyunca ilk defa soluklanmak ihtiyacı hissediyor. Soluklanıp şöyle bir geriye bakmak. İşte o anda, otuz beş yıldır peşinden ayrılmayan, seni kovalayan şeye doğru dönünce, göz göze geliyorsun. Tanışıyorsun hatta:

“Merhaba”

“Merhaba ben ölüm”

ÇÜNKÜ BİRAZ ŞEY

Bir kere başını çevirdiysen, hep çevireceksin, bir kere gördüysen hep göreceksin, bir kere selamlaştıysan bir daha hep o selamlaşmayı düşüneceksin. Çünkü bizim selamlaşmalarımız da yaşadığımız çağ gibi garip, tuhaf, nasıl derler biraz şey… Deli Dumrul gibi değiliz mesela; hikâyeye göre Deli Dumrul, geçenden beş, geçmeyenden on akçe aldığı köprüde nöbetine devam ederken kulağına acıklı feryatlar çalınır. Bütün bu feryad-u figanın yakındaki obadan geldiğini anlayınca gidip, ne olduğunu sorar. Çiçeği burnunda bir delikanlı ölmüştür. Mert sesi, obanın göğünde çınlar: “Bre kimdir, bu yiğidin körpe canını zamansız alan?” Cenaze sahipleri Azrail’in eşkâlini ve adını verince Dumrul, kılıcını kuşandığı gibi Azrail’in peşine düşer. Sonrasını biliyorsunuz. Yani Deli Dumrul’un ölümle karşılaşması (belki de o da o sırada otuz beş yaşındaydı) yanı başında cereyan eden bir adaletsizliğe (o öyle düşünüyordu) karşı meydan okuma sonucu olmuştur. Bizde pek öyle olmuyor…

Ya da evliyaullahın pek çoğunun hayat hikâyelerinde okuduğumuz gibi bu selamlaşma bir kavuşma (vuslat), içten bir merhaba gibi de gelmez bize. Çünkü evet yaşadığımız zamanda biz biraz şey… Ölüm karşısında bitmeyen bir tedirginlik hali içinde olan bizler, Buzzati’nin Colombre’si gibi ölümün her an peşimizde olduğu sanrısıyla kaçıp dururuz. Ensemizde soluğunu hissettiğimiz bu “canavar” içimizi sürekli kemiren bir kurda dönüşür. Oysa tam da aynı hikâyedeki gibi durup bütün vücudumuzla dönüp onunla yüzleşmeye bir cesaret edebilsek pekâlâ sonsuzluk kadar kıymetli bir hediye alma ihtimalimiz vardır. Çünkü “fanilik bilinci”, “ölümsüzlük” ten çok daha kıymetlidir. Fanilik bilinci! Modern dünyanın, küçük bir çocuğu kandırır gibi envai çeşit şeker vererek elimizden aldığı hasletlerden biri daha! Ölüm korkusu çağımızın en dehşetli korkusudur; bizi İnsan olmaktan uzaklaştıran, yeryüzünde sükunetle yürüyebilmemize engel olan bu korku ve dehşet duygusu değil midir zaten? Modern insan, mezarlıkları ve ihtiyarlayan yakınlarını boşuna kendisinden olabildiğince uzağa atmıyor! İnsanlık tarihi boyunca hiçbir zaman ölüm, bu kadar büyük bir paniğe sebep olmamıştı, belki de bu sebepten ölümün gölgesi bunca koyu, kendisinden kaçıldıkça, korkuldukça canavarlaşan çocukluk hayaletleri gibi. Modern insanın ölümle kavgası tüm hızıyla devam ediyor, eski efsanelerde ölümsüzlüğü arayan kahramanların yerini labarotuar farelerine, ab-ı hayatların, felsefe taşlarının yerini formüllere, beyaz önlüklere bırakması yeterince acıklı değil mi? Eskiden ölümsüzlük arayışı olağanüstüne doğru yapılan, içinde karanlıktan aydınlığa, hamlıktan olgunluğa doğru tekâmül sürecini de barındıran soylu bir yürüyüşken, bugün bu arayış tam da çağın ruhuna uygun şekilde karanlık, metalik, ilaç kokulu, kasvetli, teknikle kirletilmiş, maaşları ödenen bilim adamlarınca yapılıyor. Elbette şahsi olmayan bu çırpınıştan bir tekâmül de çıkmıyor. Bedri Gencer’in dediği gibi modernizm, şeylerden hikmetin ayrıştırılmasıdır sadece. Ölümsüzlük arayışından hikmeti çıkarınca da geriye labaratuarlar ve fareler kalıyor işte. Ya kahramanlar? Onlar aranan hikmetle birlikte “eski çağda” kaldılar. Kaybettiklerimizden oluşan devasa yığının içinde.

Ölümü dün olduğundan daha fazla düşünüyorum. Daha fazla düşünmeye çalışıyorum.

GÜZEL YAŞADIM MI?

Ne diyordum, bugünlerde biraz Cahit Sıtkı Tarancı gibiyim üzerinize afiyet. Hani yaş otuz beş, yolun yarısı, hani Dante… Ölümü dün olduğundan daha fazla düşünüyorum. Daha fazla düşünmeye çalışıyorum. Ve görüyorum ki şiirdeki gibi her şey zıttıyla kaim. Ölümü anlamak için açtığım gözlerimi hayata yönelmiş buluyorum. Nasıl yaşadığıma… Bugün ölsem, bir kahraman gibi olmasa da güzel yaşadığımı söyleyebilir miyim? Evet etrafında dolaştığım sorulardan biri de bu işte. Peki, insan ne yaptıktan sonra ya da neyi eksik bırakmazsa “güzel yaşadım” diyebilir. Arayış cevaplardan biri olabilir mi? Ömrünün son demlerine kadar bir cevabı, soruyu, kişiyi, nesneyi, şeyi arayan kişi ölmeden önce onu bulursa “güzel yaşadığı” söylenebilir, aslında bulmasa bile. Ama niye yaşadığımızı anlamak için bile bizi asıl sorudan uzaklaştıracak başka bin türlü şeye yönelmeyi alışkanlık haline getiren, değişiklik putuna, renkli yaşamak putuna, sıkılmamalıyım putuna tapan bizler için bu zor bir ihtimal. Kaybettik. Peki hayatı güzelleştiren şey çile olabilir mi? Yeterince çile çekmişsen, yeterince acıya katlanmışsan, yeterince zorlukla, sürprizle baş etmişsen geriye dönüp baktığında “güzel yaşadım be!” diyebiliyorsun gibi. Elbette bütün bunlar seni devirmediyse, sonunda metanete, şükre, duaya, rahmete yüzünü dönebildiysen. Dümdüz, her adımı planlanmış, iniş çıkışlardan yoksun, modaya, güzelliğe, paraya endeksli hayatlardansa çileli bir hayatın sonunda “güzel” yaşamış olma duygusu olma ihtimali daha yüksek gibi. Galiba yine kaybettik. Ama soru yine de orada duruyor: Güzel yaşadım mı? Başka hangi cevap doğru sayılabilir? Şimdilik böyle bitsin. Zira başta da söylediğim gibi üzerinize afiyet yaş otuz yedi ve ben biraz geç anlarım.