Bugün Batı gerçekten özgür mü: İngiltere örneği üzerinden bir sorgulama

SAVAŞ Ş. BARKÇİN
Abone Ol

Bugün dünya çapında İngilizce haber yayınlayan hangi kanalı açsanız mutlaka İngiliz aksanlı birisine tesadüf edersiniz. El Cezire’den CNN’e, France 24’ten TRT World’e kadar... Bunun anlaşılır bir yanı var elbette. İngiliz aksanı standart aksan kabul ediliyor.

Geçenlerde “The Duke,” yani “Dük” adlı bir İngiliz filmi seyrettim. Gerçek hayattan uyarlanmış güzel bir filmdi. Film, 1960’larda İngiltere’nin kuzeyinde yaşayan bir adamın hikâyesini anlatıyor. Ailenin evinde televizyon vardır. Fakat baba televizyon vergisi ödemediği için üç ay hapse mahkûm olur. Olaylar onun hapisten çıkışından sonra devam eder. Baba bir gün haberlerde İngiliz hükümetinin yabancı ülkelere gitmesin diye Goya’nın yaptığı Wellington Dükü portresine 143 bin sterlin verip satın aldığını öğrenir, çok kızar. Çünkü sokakta gezdirdikleri sinyal alıcı minibüslerle televizyon vergisi vermeyen insanları tespit eden, sonra onlara ceza kesen, vermeyenleri de hapse atan İngiliz devletinin bu kadar büyük bir parayı bir portreye vermesi ona göre büyük bir adaletsizliktir. Küçük oğlu, babasının bu tepkisinden güç alıp Londra’ya gidip bir sanat galerisinden o portreyi çalar, eve getirir. Neyse, hikâyenin sonunda adam muzaffer olur. Onun sayesinde yaşlı insanlara televizyon vergisi muafiyeti tanınır.

Nasıl, televizyon vergisi mi? Evet. İngiltere’de televizyon cihazına sahip herkes yıllık bir vergi ödemek zorunda. Bu BBC için alınan bir vergi ama başka kanalları seyretseniz bile fark etmez, vergiyi ödemek zorundasınız. Vergi, cihaz başına yıllık 159 sterlin tutarında. Bu vergiden sadece 75 yaşın üzerindeki emekliler muaf. Görme engelliler bile verginin yarısını ödemek zorunda. Vergi vermeden televizyon seyredenler yakalanırsa bin sterlin ceza öderler. Bu vergiler İngiliz devlet kurumu olan BBC’nin bütçesine gidiyor. Güya “objektif habercilik”in simgesi olan BBC bir devlet kurumu. Devletten milyarlarca sterlin ödenek de alıyor. Birçok dilde yayını var ve dünya üzerinde yaklaşık on bin eleman çalıştırıyor. İngiliz devleti medya alanına niye bu kadar masraf ediyor ki? Çünkü İngilizler ve genelde Batılılar kaba sömürgecilikten ince sömürgeciliğe 1950’lerde geçtiler. Yani artık açık-seçik propaganda değil gizli-saklı propaganda yapıyorlar. Buna da genelde “objektiflik” diyorlar. Bilimin, ekonominin ve medyanın başına “objektif” sıfatı konunca bu alanları yöneten mihrakların kirli çıkarları ve yıkıcı işleri birden görünmez, hatta şirin hâle geliyor. İşte BBC bu yüzden çok önemli. İngiliz propaganda makinesi işlemeli ki zihinleri esir alarak azmanlaşan İngiliz sömürgeciliği de yaşasın.

Bugün dünya çapında İngilizce haber yayınlayan hangi kanalı açsanız mutlaka İngiliz aksanlı birisine tesadüf edersiniz. El Cezire’den CNN’e, France 24’ten TRT World’e kadar... Bunun anlaşılır bir yanı var elbette. İngiliz aksanı standart aksan kabul ediliyor. Ana dili İngiliz aksanı olan spikerler ve muhabirler o yüzden bu kanalları dolduruyor. Özellikle BBC tezgâhından geçmiş olanlar... Ama başka bir sebep de İngiliz propagandasının diğer bütün medya kuruluşlarına kaynaklık etmesi. Nitekim dünyanın en büyük haber ajansı Reuters de bir İngiliz Yahudi kuruluşu.

“Dük” gibi filmler bize bir gerçeği hatırlatıyor. İki asırdır Batı diyoruz ama pek Batı gerçeğini pek bilmiyoruz. Yere göğe koyamadığımız, herkesi zengin sandığımız, herkesin istediğini yapabileceğini zannettiğimiz Batı aslında bir hayal. Batıcılar kadar muhafazakârlar da maalesef gerçek Batı’yı tanımıyor. Kafalarında romantik ve gerçek olmayan bir Batı var.

Bu yanılsama birçok konuda yanlış yargı ve sonuçlara yol açıyor. Mesela, Batı’da devletin küçük ve liberal olduğu algısı böyledir. Orada devletin iş dünyasına, topluma müdahale etmediğini zannederiz. Çok yanlış. Devlet iş dünyasını da, toplumsal örgütleri de kontrol eder. Gerek Avrupa’da gerekse ABD’de devlet hep güçlü oldu, hâlâ da öyle.

Bizi, Batı’da devletin küçük olduğu yanılsamasına sürükleyen şey aslında orada devletin bazı paravanlar arkasında iş tutmasıdır. Devlet orada elinde sopayla ortalıkta gezmez. “Ben buradayım.” diye bağırmaz. Kendi paramızla aldığımız cep telefonları ve internete bağlı her cihaz üzerinden herkesi takip eder. Hissettirmeden, çaktırmadan...

Batı’da siyasetçiler, bürokratlar ile sermaye sahipleri arasında sağlam bir ilişki vardır. Büyük şirketlerin önünü açan devlet teşvikleridir. Devletler onlara ayrıcalık sağlar, hatta şirketlerin çıkarları için başka ülkelerde savaş bile yaparlar. Halkın vergileri genellikle bu şirketlere aktarılır. Hemen her sektörde büyük şirketler su başını tutmuştur. Mesela sosyal demokrat İsveç’te toptan mobilya satışını sadece İkea yapabilir. Başka bir firma bu işi yapamaz. Bugün bile. Ne kadar liberal! Danimarka’da ve başka bazı ülkelerde çocuklara verilecek isimler devlet tarafından belirlenen bir listeden seçilmek zorundadır. Yine birçok Avrupa ülkesinde insanların maaşlarından kilise vergisi kesilir.

Bizim Batı’da devletin zayıf, toplumun ise güçlü olduğuna dair algımız aslında liberal pazarlamanın ürünüdür. Batı’da STK’ların ne kadar etkin olduğuna dair örnekler verilir. Ama oradaki STK’lar sermaye sınıfının ve devletin güdümü ve gözetimi altındadır. Herkes bu gerçeği bilir ama bir yerlerden paralar geldiği müddetçe sesini pek çıkaran olmaz. Aslında liberalizm çirkin gerçekleri örten bir sostur. Sadece o mu? Kapitalizm, sosyalizm, sosyal demokrasi gibi ideolojiler de öyle. Zaten ideolojiler genellikle mevcut düzene eklemlenmeyi amaçlayan unsurların kullandığı bir araçtır. Genelde mevcut güç düzenini meşrulaştıran söylemlerdir.

Bugünkü Batı sisteminin ezelden beri hep öyle olduğunu sanmamız başka bir yanılsamadır. Mesela ABD’de 1870’lere kadar “ganimet sistemi” (spoils system) denen bir yönetim sistemi vardı. Bu tabiri ilk kullanan 1829-1837 yılları arasında başkanlık yapan Andrew Jackson’dır. Adam federal devlet kadrolarını kendi yandaşlarıyla doldururken şu slogana dayanıyordu: “Savaşı kazanan ganimeti alır.” ABD’de kim başkan seçilirse kendine rüşvet verenleri, arkadaşlarını, akraba-taallukatını devlete doldururdu. Bugün bile benzeri bir durum var. Liyakat sistemi iç savaştan sonra kuruldu. O bile hâlâ tam değil. Ama bizimkiyle kıyaslarsanız elbette daha iyi.

Farkında olmadığımız başka bir gerçek de demokrasi teraneleri okuyan Batı’nın dünyadaki en monarşik yer olmasıdır. En ileri, en demokratik ve en zengin sayılan kıta olan Avrupa; kral ve kraliçelerle, prensler, dükler ve kontlarla doludur. Hatta sosyal demokrat olan, yani sosyalizme yakın İsveç, Norveç ve Danimarka gibi ülkelerin bile başında krallar vardır. Size bunların “sembolik” olduğunu söylerler. Öyle değildir. Kritik kararları alma yetkileri, atalarından gelen servetler ve kurdukları iş ilişkileriyle ülke yönetiminde söz sahibidirler. Mesela 69 milyonluk İngiltere’de soyluların sayısı toplamda belki on-yirmi bin civarındadır. Ama bu küçük azınlık, ülke topraklarının yarıdan fazlasına sahiptir. Sahip oldukları veya ortağı oldukları şirketler üzerinden büyük bir servete de sahipler. Sadece kralın atadığı kişilerden oluşan Lordlar Kamarası, halkın seçip gönderdiği Avam Kamarası’nın üzerindedir. 1990’lara kadar kurulan hükümetlerde mutlaka bir lord bulunurdu.

İngilizlerin ustalaştığı ve Fransızlar, Amerikalılar ve diğerlerinin onları takip ettiği bu yürütme işinin temel ilkesi, “siyaset eşittir ticaret”tir. Hoş söylemler çirkin planları ve çıkarları gizlemek içindir. Zaten kim olursa olsun konuştuğu hoş lafların gerçek olup olmadığını görmek istiyorsanız onun çıkar ve para ilişkilerine bakmanız gerekir. İkiyüzlülük ve çifte standart orada bir istisna değil kuraldır. Siyasetten ticarete, sanattan akademiye her işte böyledir.

Özellikle İngiltere’yi anlamak, Batı’yı ve onun ikiyüzlü siyasetini anlamaktır. Batılı sistemlerin söylemlerine değil eylemlerine bakmaya başlarsak, boynumuza iki asırdır takılan ipi gevşetmeye başlarız.

Bu yazının başlığı yazardan bağımsız editoryal olarak hazırlanmıştır.