Bugün insan neden hep iki arada bir derede kalıyor, karar vermek neden zor
Dilemmalarla dolu bir yolculuk. İnsan doğumla (başlangıç) ölüm (son) arasında evvela fark eder a’râfta oluşunu.
Yâr u diyarı gerisinde bırakıp şeyh efendinin dergahında olmaya niyet eden delikanlı, kimsenin sırrına vakıf olmadığı bir sınava tabi tutulurmuş. Postun bulunduğu odanın kapısı sonuna kadar açık tutulur ve dervişân, genç adamı; ‘gözüne hâkim ol ne içeri bak ne dışarı, müsaade buyurulana dek buradan ayrılma!’ diyerek tembihler ve kapı eşiğinde tek başına bırakırlarmış.
İki namaz arası kadar müddet geçer, bu henüz pişmemiş genç adam için uzun bir süredir, sabrın bitmediği topraklar ekilip biçilmiştir bu ana dek. Gözlerine söz geçiremeyen genç önce usulca ayaklarını seyre dalar sonra sızlamaya başlayan boynunu ovuşturur ve başını yukarı kaldırır. Göğün maviliği içini ferahlatır. Bir göz kırpışından sonra is tutmuş, örümcek ağlarıyla donanmış, küflenmiş içerinin tavanına takılır bakışları. İçeriden dışarı esen pis kokuyu o an duyar. Gayr-ı ihtiyarı envaiçeşit çiçeğin parıldadığı sağındaki bahçeyi seyre dalar. Gül kokusunu çeker, huzura erer. Soluna döner pislikten geçilmeyen, tozun, kirin hükmettiği dergâhı görür. Bir sağındaki gül bahçesine bakar, bir de içerideki zulmete.
İkisi arasında gider gelir aklı ve kalbi. Kalsa dervişliğin her türlü meşakkatine, içerideki karanlığa ve çileye mahkûm olacak; sonrası… Çekip gitse o gülistana kavuşacak; sonrası meçhul. Henüz eşikteyken karar verir. Bir ömür eşikte duramaz ya içeri davet edilmeyi beklemeli yahut gül bahçesine dalıp dünyaya kavuşmalı. Çünkü eşikte olmak kahırdır.
***
Zihin ve his dünyamızın çaresiz kaldığı zamanlarda ‘arafta kaldım’ deriz. Bu deyimi destekler nitelikte bir başka deyimimiz de iki arada bir derede kalmak. İnsan farkında olan, farkında olduğu için de düşünen bir varlık. Karar mercii olması ve o kararın sonucunu deneyimlemeden tahmin edebilmesi mümkün olan insan için belki de dünyadaki en zorlu imtihan budur: arafta, iki arada bir derede kalmak, eşikte durmak. Acınası insan! Hep yol ayrımlarıyla kahrolan insan. Yoldan çıkıp yola koyulan, yolları şaşırıp yolda kalan, ah arafta insan!
A’râf, kökü itibariyle Arapçadır. İrfan, arif gibi kelimelerin de dayandığı kök. Yolunu kaybetmek, şaşırmak, boşlukta durmak, dilemmada kalmak olarak bilinen bu kelime Arapçadaki a-re-fe kökünden türetilmiştir. Kur’an’da Cennetle Cehennem arasında kalan bir yer olarak tasvir edilir. Günahları ve sevapları eşit olan kulların bir süre bekletilip sonrasında Allah’ın merhametiyle Cennete kabul edilenlerin durdukları yer. Müfessirler tarafından başka yorumlar da getirilir burada kimlerin -kısa bir süre de olsa- duracağına dair; peygamberler, şehitler, alimler, dünyada herhangi bir risalet işitmeyen kimseler vesaire. Buradaki bekleyiş sınırlı bir zaman bile olsa kahredici değil mi? Ne azap ne mükafat. Öylece kalakalış. Muamma hali. Hem dünyadayken yaşamı boyunca dilemmada olmak, hem de sonsuzluğa talipken…
Belirsizlik, yani ne içeride ne dışarıda olmak insan için korkunç bir deneyim; dünyada olmak ve özellikle bunun farkında olmak. Nereden ve nereye ile başlayan sorulara cevap bulmak mecburiyetiyle hep a’râfta olmak… İşte bu yüzden insanın eşya yani madde ile intisap kurmasını sağlayan kurallar konulmuş. Barınmak, giyinmek, yemek, içmek, uyumak, feraha ermek zorunda. Tüm bunların mümkün kılınması için aklı (ahlâk) ve hissiyle (vicdan) meşgale halinde olması gerekmekte. Yani daima a’râfta olduğunun farkında olmamalı, unutmalı. Nisyan lütuftur. Fakat unutuş sürekli olmamalı. Burada, bir eşikte olduğunu hatırlamalı bazen. Sağına ve soluna bakmalı. Gül bahçesine aldanmamalı: ‘şey’e, fena olana. Gaye sonsuzluksa sonla münasebetinin hududu olmalı. Ama insan bu, bir halde karar kılmaz, dünyayla ilişkisi belli bir düzeyde seyretmez. İkisi arasındaki bağı mukavvi kılan, birinin diğerine karşı rabıtasıdır. İnsandaki doyumsuzluk ‘şey’in ötesine talip olmasına sebep olur. Mevcut hâlin, varlığın ve huzurun daha da iyileşmişini arzular. Maddeye dair irtibatı da bu minvalde olur. Bulunduğu noktadan geriye değil, ileriye gözünü diker, hırsla. Olduğu yer hep a’râftır çünkü insan için, henüz tecrübe etmediği, hayalini kurduğu, var olandan daha iyisinin varlığını bildiği için. Bu tamamen fıtratın ve idrakin zorunlu kıldığı şey. ‘Burada’ olmak, cansız bir varlık gibi kalakalmak, hareketsizlik, ilerlememek ve kıpırdamamak fıtrat sınırının dışına çıkmak demektir, insan (idrak sahibi ve farkında olan varlık olması dolayısıyla) oluşa ihanet. İlk serüvenimizi düşündüğümüzde ürkütücü bir hırs ve taleple karşılaşıyoruz: Âdem. Cennetin -mükemmelliğin idealize edilmişi- sonsuz güzelliğinde keyfince eğleşirken Havva’yı arzular, henüz bilmeden. Tamamlanır sanır. Sonra daha çok talep ve nihayet ilahi kuralın ihlali. Fıtratı dolayısıyla öteye, hep güzelliğe meyil var. Bu meyil onu dünyaya yani a’râfa sürükledi. Bu itibarla kendisine bekâ vaadedilen insan, olduğu yeri a’râf yani geçici bir bekleyiş olarak addeder ve bu durum onun ıstırap çekmesine yeterli bir sebeptir.
İnsan, doğduğu ve bu doğumla beraber yavaş yavaş -kendince- anlamlandırdığı, şekillendirip tezyin ettiği dünyanın, ilk muhatabı. Dilemmalarla dolu bir yolculuk. Doğumla (başlangıç) ölüm (son) arasında evvela fark eder a’râfta oluşunu. İçinde yaşadığı, sınırlarını aşamadığı dünyanın a’râf olduğunu ayrımsamadan önce kendisinin bir başlangıç ve son arasında olduğunun bilgisiyle hüsrana uğrar. O sonun belirsiz oluşu kendisine bir eşik bilgisi bahşeder. Ve anlam arayışı bu bilgiyle başlar. Kimim, nereden geldim, neredeyim ve nereye gidiyorum? Kim sorusuna cevabı bir muamma içerisine hapseder onu. Nereden’in ve nereye’nin cevabı ise koca bir muallak sunar. Nerede’nin ise anlam arayışıyla beraber bir uçurum bahşeder. Yani a’râf.
‘Hiç’ ile ‘var’ arasıdır aslında dünya. Kalubeladan önce ‘hiç’ olanın, sonrasında ‘var’ kılınmasına dair uzunca bir serüvenin ilk eşiği. Buradaki sonlu yolculuğun ne ile tamamlanacağının farkında olan, kendisini bekleyen sonsuz yolculuğa dair soru dehlizlerinde çırpınan insan için meşakkatli bir eşik, sahih ifadeyle a’râf.
Tecrübe ettiği, dikenini, gülünü bildiği gülistan ile karanlık, belirsiz, metafizik olan kapının ardındaki yer arasında tercih yapmak zorunda bırakılan insan.
Çığlığını içinde büyüten, bu korkunç serencamı susarak kabullenen insan.
Kulağına fısıldayanların, ferman çığıranların, nefes bahşedenlerin, el etek sunanların kelimelerine tutunan insan.
Şunu unutarak: Konuşan ya içeridedir ya dışarıda. Eşikte bekleyen susar. Kahırla.
Bu yazının başlığı yazardan bağımsız editoryal olarak hazırlanmıştır.