Bukowski Dili ve Edebiyatı

ŞAHKURT EMİRDAĞLI
Abone Ol

Beklenildiği üzere erken yaşta alkol komasından değil, uzun yaşayarak lösemiden ölerek okurlarına ‘son şakasını’ yapan ama daha önce Amsterdam’da açılan ‘Bukowski Bar’ı ‘isim hakkı’ için dava etmesiyle, ne parayı, ne imajı, ne de dünyayı umursamayan bir huzursuz olduğuna dair tüm efsaneleri yerle yeksan eden bir adam olarak çekip gitmiştir bu diyarlardan.

Onların ortasına bir kitap düşse kaçışacaklardı” Matta XII L

Sanat uyum sorununu sever. ‘Uyum sorunu’ yazarların doğal ruh hallerini kışkırtan ve kelimeler marifetiyle ördükleri münzevi kozalarını çelikleştiren bir ‘koruyucu’ işlevi görür. Uyum sorunu işlevseldir yani. Bir ‘poz’ olarak da ehlinin üzerinde her zaman iyi durur. Yaratım sancısını tetikleyen böylesi kasten daraltılmış/tasarlanmış hayatların getirdiği içe dönük iletişimsizliğin yazarları gayet verimsiz bir döngüye hapsettiği düşünülebilir, mümkündür, çünkü sürdürülebilir yalnızlık yıpratıcıdır, ruhu da büyük oranda yorar. Salinger’e göre dış dünya dehşet verici bir rüyadır mesela, bu rüyaya talip olmak zor’un yanında durmayı gerektirir, yani yaşamayı. Yazarlar daima sığınaklara kaçarlar ama sığınaklar da tekinsizdir, bu da çok sonraları anlaşılır. Amerikan edebiyatının Alman asıllı yaşlı serserisi şair-yazar Charles Bukowski’yi de bu steril sığınakların değil, tehlikeli sokakların yani hayatın tam ortasındaki batakhanelerin, hapishanelerin, fabrikaların, hipodromların, kumarhanelerin ve ayyaşhanelerin ‘küçük’ hikayelerinde saklı bir anti-kahraman olarak konumlandıran uyum sorunu sever okurlarının sayısı bir hayli fazla. Pis moruk kod adlı bir yeraltı ‘anlatıcısı’ olarak Bukowski, geride bıraktığı altı roman, yüzlerce şiir-hikâye ve 50 kitaplık külliyatıyla her mümbit yazarın yaptığı gibi daktilo tuşlarını eskitmeyi başarmış ve anti-kahramanlığını dünya âleme ilan etmiş pazarlanmış bir uyumsuzdur.

Bukowski’nin Los Angeles Postanesi’nde memur olarak çürüyen ‘hayatına’ aylık 100 dolarlık maaş karşılığında ‘el koyan’ Black Sparrow isimli yayınevinin, 50’lik bir yazara açtığı yol; hayata geç kalmışlığın, işsiz/sorunlu/kaybeden bir babanın oğlu olmanın ve daha beş yaşında bir çocukken her gece ustura kayışıyla dayak yemenin hıncıyla daktilosuna saldıran bir adamın ‘doğuşuyla’ nihayet bulmuştu. Bukowski’nin hayatını ve yazarlığını belirleyen ikili gerilim, sıkıcı memuriyet ile ömür boyu 100 dolarlık maaş arasında uzanan bir ‘yaşama’ garantisinden ibaretti aslında. ‘Sen yazarlığı seçemezsin, yazarlık seni seçer evlat’ diyen koca bir hergele için, gayet şık ve çoktan seçmeli bir ironi.

Bukowski’nin hayata olan kızgınlığı, kırgınlığı, yalnızlığı ve diğer umursamaz tavırları, ellisinden sonra adeta seri üretime geçerek yazdığı birbirine benzer metinlerinin ana fikrini/ meselesini sürükleyen kullanışlı ‘şey’lere dönüşmüştür sadece. Şeyler senfonisi. Kısır ve boğucu. İçerik ve anlam açısından bol tekrarlı, mütemadiyen bir meta olarak kadını aşağılayan, edebi değeri vasatı aşamayan, sıradanlığıyla vaki ve oldukça düşük yoğunluklu bu kitapların overrated bir yazarı olarak, hiçbir zaman; ne Miller kadar cesur /sınırsız ne de Fante kadar derin/ edebi olmayı başaramamıştır Bukowski. Genet ve Sartre’nin onun hakkında “Amerika’nın en iyi şairi” dedikleri iddiası ise 2015 yılı itibariyle hala ‘kanıtlanamamış hayali övgüler’ arasındaki yerini muhafaza etmektedir.

Bukowski

Uyuşturucu-alkol-kadın-kumar silahları ile hedonizmin siperinde ‘lanet olası dünya’ya ateş ederek benliğini ‘var eden’ bir yazarın, kalibresi sınırlı, çerezlik ve çalakalem mahiyete sahip otobiyografik günlüklerini sorunlu bir nihilizmle örerek kurduğu kendi kişisel evrenine bu kadar çok müşteri bulabilmesini ‘anlamak’ hiç zor değil. Çünkü yürümeyi seçtiği; teenagelerin ilahı, loserlerin tanrısı ve ‘hedefsiz nefret’ duyguları güdülenmiş /dünyaya kızgınlığı kışkırtılmış ergen ruh halinin prozac’ı olmaya doğru giden yolun, planlı kelimelerle inşa edildiği de, yoldan vazgeçmenin artık mümkün olmadığı da ortadadır. ‘Onların’ duymak istediklerini söyleyen huzursuz bir ihtiyarın bu özel kitleyi ‘tanımadığını’ düşünmekse, en hafifinden zekâsına hakaret kabilinden bir takım anlamlara çıkar. Bugün Bukowski dili ve edebiyatı bölümünden mezun olarak sosyal medyadaki yerini alan yetişkin ergenlerin estirdiği aforizma fırtınasına -en eril haliyle- meze edilmesinin tek suçlusu da dijital teknoloji/internet değildir. Favori filmi Fight Clup olup, Bukowski’yi çok sevenlerin, pop-kültüre kafa dağıtan ‘eğlencelik’ metinler üretmiş bir yazarın gölgesinde soluklanmalarından daha doğal ne olabilir ki? Bi dakika; KPSS’ye giren Bukowski ruhlu loserler için son çağrı denemesi!

Bukowski

Hem gerçek yaşantısındaki imajı, hem de otobiyografik olarak pazarlanan metinlerindeki alter egosu Henry (Hank) Chinaski’nin varlığı, başka bir ikili gerilimdir. Hank’in tavırlarındaki ahlak/yasa/kural/kalıp tanımayan boş vermişliğinin gücüyle, sıradışı bir yazar portresi çizerek şöhretini arttıran Bukowski, karısı Linda’ya göre aslında tüm yazdıklarına rağmen gayet ahlakçı (ahlaklı değil ahlakçı) ve püriten biriydi. Amerikan toplumuna ciddi hiçbir eleştiri getirmemiş, zorunlu askeri eğitimini altın madalya alarak tamamlamış ve zerre önem vermiyormuş gibi görünse de daima imajıyla yaşamıştır Bukowski. Beatniklerle bağdaşacak bir ruh haline sahip olmadığından bir beat kuşağı yazarı/üyesi değildir, hayata karşı bohem duruşu, siyasi tavırsızlığı ve hiçbir felsefi arka planı olmayan eserleriyle ‘beklenen kahraman’ rolünün üzerinde fena halde sırıttığını söyleyebiliriz. Bukowski’nin, sert bir romantizmle beslediği ve okurlarını da sabote ettiği eserlerinde, doğal, akıcı, basit ve yalın bir üslup kullandığını iddia edenlerin, Bukowski melankolisi ile tutundukları dalda; yalın üslup ve serbest salınım arasındaki ‘kabası alınmış’ o kalın duvarı göremediklerini de varsayabiliriz. Şunu da eklemek gerekir ki; Bukowski dili ve edebiyatının politik ve edebi eleştirisi, en etkili biçimiyle, hep ince gören sosyal-psikolog Dr. Umut Sarıkaya’nın dehşetin detayındaki dahi karikatürlerinde fazlasıyla mevcuttur. Bu yazı ancak bir dip-not olabilir onlara.

Bukowski hayattan/ insanlardan /toplumdan nefret etmek, tüm değer yargılarını reddetmek ve ucuz bir boş vermişliğe peşinen gönül indirmek gibi imajlar üzerinde yaşamıştır. Mezar taşında yazan “don’t try” ifadesini de böyle okumak gerekir belki de. Tek kişilik bir intihar olarak, ruhun uçurumlarında plastik kanatlar takarak uçmanın çiçeğidir Bukowski, plastik bir tanrıdır ve ilk yangında hemen tutuşacaktır. Edebiyat ibadeti için çok yanlış bir ‘tapınak’tır. Nietzsche’nin “Tanrı öldü” derken kastettiği meselenin bahçesine dikilen heykeli için daha uygun bir yer aranmalıdır bu yüzden. İkonlaştıramadıklarımızdan mısınız? Sorusu eşliğinde.

Beklenildiği üzere erken yaşta alkol komasından değil, uzun yaşayarak lösemiden ölerek okurlarına ‘son şakasını’ yapan ama daha önce Amsterdam’da açılan ‘Bukowski Bar’ı ‘isim hakkı’ için dava etmesiyle, ne parayı, ne imajı, ne de dünyayı umursamayan bir huzursuz olduğuna dair tüm efsaneleri yerle yeksan eden bir adam olarak çekip gitmiştir bu diyarlardan. Bu böyledir, eğer ‘iddian’ varsa, en az bir kere sınanırsın. Don’t Try.