Çölün Kalbi

ALİ EMRE
Abone Ol

Özenle büyütülmüş, refah ve huzur içinde yetiştirilmişti. Selim bir akla, işlek bir muhakemeye sahipti. Müslüman olmadan önce de putların bir fayda ya da zarar veremeyeceğini bilir, onlara tapılmasından nefret ederdi. Kendisini kuşatan şatafata rağmen, kalbinde büyük bir boşluk hissettiğini söylüyordu. Sorguluyordu, arayış içindeydi.

“Bize Mus’ab’dan söz et! Hamza efendimizi babam anlatmıştı geçen hafta. Sen bizi bugün Mus’ab bin Umeyr’in yanında gezdir.” Fatma Meryem, çocuklarına bakarak gülümsedi. Önündeki eşyaları bir kenara itti. Sandalyesini çekip meraklı gözlerle kendisini izleyen dört afacanın karşısına geçti. İki kızı, iki oğlu vardı. En büyükleri olan ve Mus’ab’ı anlatmasını isteyen Yusuf, on altısına yeni girmişti. En küçükleri Hatice ise altı yaşındaydı. Ellerini hemen yüzüne dayayarak iyi bir dinleyici olduğunu gösteren bu akıllı kız, peltek konuşması ve sevimli hareketleriyle, ailenin neşe kaynağıydı: “Evet. Anlat hadi!” Kızın bunu büyük bir ciddiyetle söylemesi, diğerlerini güldürdü. Yusuf, uzanıp burnunu sıktı kardeşinin. Sonra, açık pencereleri kapattı, lambalardan birini söndürdü. Fatma Meryem, bildiklerini hatırlamaya çalıştı. Nasıl başlaması gerektiğini düşündü. Loş odada, birkaç cümle yankılandı nihayet: “Duymayan var mıdır çölün kalbi, Hicaz’ın aslanı Mus’ab’ı? Müslümanlık bağının o nadide meyvesini. Resulullah’ın o mert arkadaşını. O genç bilgeyi. Erkam’ın evinde heyecandan titreyen, konuştuğunda bütün yüzleri sınırsız bir sevgiyle gülümseten, selam verdiğinde dostlarının içini ışıklandıran o civanmerdi. O ahlak ve sabır abidesini. Ateş böcekleri gibi dört bir yanı ışıtan izzetli ve fedakâr Müslümanların gururunu. Coğrafyayı hâlâ silkeleyen ve tarihi sürekli tutuşturan o kısa fakat ateşin şiiri…” Söz kervanının yolunu sorularla açmaya devam etti Fatma Meryem: “Medine’nin bu ilk öğretmenini, ilk sancaktarını yüreğine bir pankart gibi germeyen kaç kişi gösterilebilir ki?” “İnsanlık tarihinin en kıymetli simalarından biri olan bu aziz şehidi andıkça yüreği kıpırdamayan biri var mıdır sahi?” “Onun hayatından etkilenmeyecek biri hayal edilebilir mi, söyleyin!” “Kendisini Mus’ab gibi biriyle karşılaştırması için, hiç değilse bir kez, Allah’a içten bir dua etmeyen bir genç kız geçmiş midir dünyadan?”

İleri gelen bir ailenin çocuğuydu Mus’ab. İlk müminlerdendi. Orta boylu, güzel yüzlü, nâzik bir delikanlıydı. Zekiydi. Güzel ve etkili konuşur, etrafındakilere kendini dinletirdi. Bulunduğu yerde akranlarının bir halka oluşturması fazla zaman almazdı. Ailesinin konumu ve kendi meziyetleri sayesinde, daha çocukken tanınmıştı. Mekke halkı, genci yaşlısıyla onu sever, gıptayla bakardı. Hz. Peygamber (sav) onu şöyle tasvir etmişti: “Mekke’de Mus’ab’dan daha güzel giyinen, daha zarif, daha yakışıklı kimse yoktu.” Özenle büyütülmüş, refah ve huzur içinde yetiştirilmişti. Selim bir akla, işlek bir muhakemeye sahipti. Müslüman olmadan önce de putların bir fayda ya da zarar veremeyeceğini bilir, onlara tapılmasından nefret ederdi. Kendisini kuşatan şatafata rağmen, kalbinde büyük bir boşluk hissettiğini söylüyordu. Sorguluyordu, arayış içindeydi. Bir gün, bir Müslümandan, Erkam bin Erkam’ın evinde toplantılar yapıldığını öğrendi. Meraklandı. Her şeyi göze alıp oraya gitti. Evde iyilikle, güzellikle karşılandı. Resulullah’ı ve müminleri dinledi. Sorular sordu. İçindeki boşluk yavaş yavaş küçüldü. Çölü titreştiren, soruların peşinde çırpınıp duran kalbi yatışmaya başladı. Nihayet Müslüman oldu. “Yaşasın! Yaşasın!” Hatice, söz buraya gelince sevincini gizleyememiş, ellerini çırparak bağırmaya başlamıştı. Annesi yanına varıp onu kucağına almak istediyse de minik dirseklerini dayadığı yerden ayrılmak istemedi. “Devam et anne.”

Müslüman olduğunu söylemesi, büyük bir şaşkınlık ve kızgınlığa yol açtı. Hayatı birden değişti. Zenginliğin yerini yokluk ve zorbalık aldı. Anne ve babası, eski yaşayışına dönmesi için günlerce dil döktüler. Sonra korkutmaya çalıştılar, tehdit ettiler. Eziyetlerini artırdılar. Bir mahzene hapsederek aç ve susuz bıraktılar. Çılgına dönüp hakaret ettiler. Eskiden öpmeye kıyamadıkları oğullarını tartakladılar, saçlarından tutup yerlerde sürüklediler. Mus’ab, dininden ve davasından dönmedi. Sahip olduğu bütün imkânları elinin tersiyle iterek Müslümanların yanında yer aldı. Mekke’nin tuğyan içindeki liderleri de fırsat buldukça üzerine yürüdüler. Bir zamanlar yolunu gözledikleri bu gençle alay ettiler. Herkesin içinde hırpaladılar, sövdüler. O, her seferinde hakkı haykırdı. Tertil üzere okunan Kur’an’a kulak verdi. Hiçbir sözünü kaçırmamaya çalışarak Allah’ın Resulünü dinledi, kardeşlerinin saflarına güç ve güzellik kattı. Risalet’in beşinci yılında Mekke’de sıkıntı ve işkencelerin artması üzerine, Hz. Peygamber (sav), Habeşistan’a hicret edenlere onun da katılmasını istedi. Bir müddet Habeşistan’da kalan genç Mus’ab; hicreti, zorluğu, dayanışmayı ve özgüven sahibi olmayı farklı boyutlarıyla ve farklı bir mekânda öğrenmiş oldu. Bir süre sonra geri döndü ve 621’deki Birinci Akabe Biatı’na kadar Mekke’de kaldı. Onun bu gelişini Hz. Ali şöyle anlatmaktaydı: “Resulullah ile oturuyorduk. Bu sırada Mus’ab bin Umeyr geldi. Üzerinde yamalı, eski bir elbise vardı. Resulullah, onun bu hâlini görünce, gözleri yaşararak şöyle dedi: “Kalbini Allah Teâlâ’nın nurlandırdığı şu kimseye bakın! Anne ve babası, onu en iyi yiyecek ve içeceklerle besliyordu. Zengin ve rahattı. Allah için bunların hepsini terk etti. Allah ve Resulünün sevgisi, onu gördüğünüz hâle getirdi.”

Mus’ab, ilk Medine muhaciri ve muallimi olarak yola koyuldu.

Birinci Akabe Biatı’nda Müslüman olan Medineliler; kendilerine Kur’an okuyacak, dini öğretecek, Allah’ın emirlerini ikame edecek, namazlarda imamlık yapacak bir kişi göndermelerini istediler. Hz. Peygamber (s) çeşitli tavsiyelerde bulunarak, Medine’ye Mus’ab’ı gönderdi. Mus’ab, ilk Medine muhaciri ve muallimi olarak yola koyuldu. Medineli Müslümanlar, onu sevinçle karşıladılar. Mus’ab, Es’ad b. Zürâre’nin evine yerleşti. Onun desteğiyle çok verimli bir çalışma yürüttü. Tebliğ ve irşad çalışmalarına hız verdi. Mekke’de iken Hz. Peygamber’in tebliğ tarzını iyi kavrayan, o zamana kadar inmiş ayetleri büyük bir özenle ezberleyen bir sahabi idi Mus’ab. Etkili hitabeti ve güçlü kişiliğiyle çevresini hareketlendirdi. Öncelikle Üseyd b. Hudayr ve Sa’d b. Muaz’ın hidayetine vesile oldu. Onlar, şehrin kabile reislerindendi. Bir keresinde, mızraklarla hiddetli bir şekilde Mus’ab’ın yanına gelmiş ve onu şehirden kovmaya yeltenmişlerdi. Akıllı, yumuşak huylu, tatlı dilli genç muallim onların ikisini de sakinleştirmişti. Sabır ve nezaketle konuşmuş ve ikisini de ikna etmişti. Bu önemli kişilerin müslüman olması ve Mus’ab bin Umeyr’in düzenli, çok yönlü gayretleri sayesinde İslamiyet, Medine’de hızla yayıldı. Kısa bir süre içerisinde her eve girdi. Medine’de büyük bir dönüşüme yol açtı. Sade bir hayat süren genç muallim; gece gündüz koşturuyor, anlattıklarını önce kendisi örneklendiriyor, zorluklara göğüs geriyordu. Mus’ab b. Umeyr, Esad b. Zürâre ile birlikte, Resulullah’tan izin alarak, cuma namazlarını da kıldırdı. 622 yılının hac mevsiminde, ikisi kadın yetmiş beş kişiyle Mekke’ye geldi. Allah’ın Resulü’ne bir yıl içinde yaptığı tebliğ faaliyetini anlattı. Takdirini kazandı. Baş başa çeşitli görüşmeler yaptı. Yeni ayetleri ezberledi, gelişmelerden haberdar oldu, Resulullah’ın öğütlerini ve emirlerini dinledi. Bir zamanlar kendisine çok kötü davranmalarına rağmen ailesiyle, akrabalarıyla ilgilendi; onları dine davet etti. Medine’ye hicretin başlangıcı olan İkinci Akabe Biatı esnasında da önemli görevler üstlenen Mus’ab, az bir zamanda bu şehrin adeta manevi kandili ve herkes tarafından sevilen öğretmeni olmuştu. Hicretten sonra Resulullah (s) onu muhacirlerden Sa’d b. Ebû Vakkas, ensardan Eyyub el-Ensarî ile kardeş yaptı. Kabilesinin geleneğine uyarak sancaktar tayin etti.

Mus’ab, Bedir Savaşı’na katıldı. Sancaktardı. Bu savaşta büyük bir gayret ve fedakârlık gösterdi. 625’teki Uhud Savaşı’nda da sancağı yine büyük bir tevazu ve metanetle o taşıyordu. Bu zorlu savaşta, Hz. Peygamber’in yanından hiç ayrılmadı. Hem sancağı taşıdı hem de sürekli onu takip etti, korudu, tehlikelere karşı uyardı. Yola çıkarken iki zırh giymişti. Bu hâliyle Hz. Peygamber’e çok benziyordu. Müşrik ordusundan İbn Kamîe adında biri Hz. Peygamber’e saldırırken, tehlikeyi fark edip hemen onun karşısına çıktı. Bu müşrik, ani bir kılıç darbesiyle onun sağ kolunu kesti. Mus’ab, sancağı hemen sol eline aldı. Bu dayanılması zor acıya aldırış etmeyen ve bir taraftan da ayetler okuyan Mus’ab, biraz sonra sol kolunu da kaybetti. Bir yandan da hâlâ Allah’ın elçisini gözlüyordu. Sancağı, kesik kollarıyla tutup sımsıkı bir şekilde göğsüne bastırdı. Bu direniş ve fedakârlık karşısında bir an şaşkınlık yaşayan İbn Kamîe, son kez hücum etti ve gerilip bütün gücüyle mızrağını onun göğsüne sapladı. Dilinden Allah’ın ayetlerini düşürmeyen ve geri adım atmayan Mus’ab şehid oldu. Savaştan sonra şehidler defnedilirken Hz. Peygamber (s), Mus’ab’ı görünce çok duygulandı. Gözleri yaşarmış bir şekilde yanındakilere onun gençliğini, yiğitliğini, fedakârlığını anlattı. Daha sonra başucunda Ahzab suresinin 23. ayetini okudu: “Müminlerden öyle yiğitler vardır ki onlar Allah’a verdikleri söze sadakat gösterdiler. Onlardan bazıları sözünü yerine getirip canını vermiştir, bazıları da beklemektedir.” Fatma Meryem durdu. Küçük kızı ağlıyordu. Dirseklerini, ellerini masadan kaldırmış, yüzüne götürmüştü. Bir kitaptan bir bölüm okuyarak konuşmasını bitirdi.

''Allah bize zamanla birçok dünya nimeti de verdi. Mus’ab, bunların hiçbirini tatmadan göçtü…''

Habbâb bin Eret, bir gün, yanındakilere avucunu gösterdi. Arkadaşları eğilip baktılar: “Hurma çekirdeği bunlar!” “Evet. Üç hurma çekirdeği. Öldüğünde, Mus’ab’ın kuşağını çözdüm. Bunları gördüm. Gözyaşlarımı tutamıyordum. Ondan bir hatıra olarak bunları aldım. Sakladım. O günden sonra, gücüm yettiğince her yere hurma diktim. Çölün en güzel kalbi hep yanımda atıyordu sanki.” Orada bulunanlara da bir mahzunluk çökmüştü. Habbâb sakalına inen yaşları sildi, hıçkırıklarını tutmaya çalıştı: “Uhud’da onun kanla ve kesiklerle dolu gövdesini görünce hepimiz ağladık. Parçalanan hırkasını başına çekince ayakları, ayaklarına çekince üstü açılıyordu. Biz Medine’ye Allah rızası için hicret ettik. Allah bize zamanla birçok dünya nimeti de verdi. Mus’ab, bunların hiçbirini tatmadan göçtü…”