Diego Armando Maradona’nın ensesindeki soluk

OMAM BIYIK
Abone Ol

“Müzikte Mozart, şiirde Rimbaud ne ise Maradona da futbol için odur” der Eric Cantona. Belki de daha fazlası. Çünkü kara kafalı çocukların ellerinden çalınan hayalleri, Maradona suretinde yeşil sahalarda geziyordu. Kahire’nin daracık sokaklarında adı bir hayalin fısıltısı olarak dolaşıyor, Güney Amerika’nın kesik damarlarından bir umut fışkırıyordu. Muhammed Ali nasıl Joe Fraizer’ı fırtına da çatlayan ağaçlar gibi deviriyorsa, Maradona da İngilizleri ipe diziyor ve kara kafalı çocuklara işaret fişekleri yakıyordu.

Muhammed Ali, sırtındaki Amerikan üniformasını çıkarıp Vietnam’a gitmiyorum diye haykırdığında o henüz yedi yaşındaydı.

Martin Luther King, Memphis’de bir otelin balkonunda vurulup düştüğünde ise sekizinden gün alıyordu.

Salvador Allende, CIA’nın işe aldığın asi generallerin darbesine, birkaç genç ile direnirken, o henüz on ikisinde, Argentinos Juniors maçlarının devre aralarında top ile cambazlık yaparak seyircileri eğlendiriyordu.

İlk profesyonel sözleşmesini imzaladığı günlerde, Arjantinli gazeteci Rodolfo Walsh, cunta yöneticilerine hitaben kaleme aldığı açık mektubun, ertesi günü vurulmuş ve yaralı bedeni dönemin en korkunç toplama kampı olan ESMA’ya sevk edilmişti. ‘Askerî Cuntaya hitaben yazdığı açık mektup’, Gabriel Garcia Marquez tarafından ‘evrensel gazeteciliğin ustalık eseri’ olarak tanımlanacaktı.

5 yılda 115 gol atıp, Boca Juniors’a transfer olduğunda, Türkiye 12 Eylül’ü henüz yaşamış, darbenin korku atmosferinde zor günler geçiriyordu. Henüz sokakta hiçbir çocuk Maradona diye bağırmıyordu. Keza sokakta çocuk da yoktu zaten.

John Lennon bir cinayete kurban giderken, Arjantin’in cuntacı generalleri Malvinas savaşında İngiliz İmparatorluğuna karşı teslim belgesini imzalıyordu.

O, yani aslında futbol dünyasında “o” dediğimiz zaman başka bir şey söylemeye gerek kalmadan kim olduğunu anladığımız tek kişi yani Diego Armando Maradona. O, bütün bunlar olurken, futbolu sadece oyun olmaktan çıkaran bir efsane olma yolunda koşar adım ilerliyordu.

Evita’nın gömleksizlerinden biriydi ve hayatı boyunca cabecitas negras yani “kara kafalı” diyerek kendisini aşağılayan herkese şık çalımlar attı. Boca Juniors’da, Barcelona’da ve Napoli’de. Yıllarca, Maradona yüzünden Türkiye’deki kahvehanelerde Arjantin maçları milli maç heyecanıyla seyredildi.

Beyaz adamın kıtasına adım atışı Barcelona ile oldu. Katalan kibrinden fazlası ile nasiplenen Maradona, 58 maçta 38 gol atmasına rağmen ne mutlu olabildi, ne de mutlu edebildi. Zaten asıl hikâye de bundan sonra başlayacaktı.

Avrupalı Kuzey İtalya’nın, Akdenizli Güney İtalya’yı kendinden saymadığı bilinen bir gerçektir. Milanolu bir İtalyan için Güneyliler Arap’tır ve hor görmelerinde bir beis yoktur. Hoş Güneyliler de kendilerini İtalyan değil Napolitan olarak tanıtırlar. İşte Maradona, tarihinde hiçbir başarısı olmayan, kümede kalmanın şampiyonluk gibi kutlandığı o Napoli’ye transfer olur. Napoli’yi tercih etmesinin de bir sebebi vardır. Futbol endüstrisinin bütün doğrularına aykırı bir sebep; Çünkü onu çağıran Napoli halkıdır.

  • Dönemin Napoli Başkan’ı taraftara kimi transfer etmek istediklerini sorar. Maradona cevabını aldığındaysa, bunun için yeterli paraları olmadığı söyler ve açtıkları hesap numarasına Maradona’nın transferi için taraftarlardan maddi destek ister. Bir banka hesabı açılır ve para hesapta toplanarak, Maradona Napoli’ye transfer edilir. Sonuç; 259 maçta attığı 115 gol, kazandırdığı 2 Serie A Şampiyonluğu ve 1 UEFA Kupası. Kuzey’in kibirli futbol baronlarına pabuçlarını ters giydirir El-Diego.

Müzikte Mozart, şiirde Rimbaud ne ise Maradona da futbol için odur” der Eric Cantona. Belki de daha fazlası. Çünkü kara kafalı çocukların ellerinden çalınan hayalleri, Maradona suretinde yeşil sahalarda geziyordu. Kahire’nin daracık sokaklarında adı bir hayalin fısıltısı olarak dolaşıyor, Güney Amerika’nın kesik damarlarından bir umut fışkırıyordu. Muhammed Ali nasıl Joe Fraizer’ı fırtına da çatlayan ağaçlar gibi deviriyorsa, Maradona da İngilizleri ipe diziyor ve kara kafalı çocuklara işaret fişekleri yakıyordu.

Bütün efsanelerin başına gelen onun da başına geldi. Çünkü efsaneler, yükselirken insanlara verdikleri hazzı, düşerken de verirler. Maradona’nın düşüşü, özel hayatındaki sorunlar bire bin katılarak, Kuzey İtalya’nın futbol baronlarının özel çabalarıyla gerçekleştirildi. Oysa şunu unuttular; Maradona, endüstrinin kariyer yalanına atılmış bir çalımdı aslında. Ve o çalımın atılması için illa yeşil sahalarda olmaya da gerek yoktu. Buenos Aires sokaklarında Amerikan başkanını protesto ederken de Chavez’in yanında saf tutarken de o hep aynı Maradona’ydı. Durdurulamaz bir şiir, inkar edilemez bir gerçek.

Bense onu ilk defa canlı olarak 1993 yılında seyretme şansına sahip oldum. Düşüş başlamış, özdeşleştiği Napoli’den ayrılıp Sevilla’nın yolunu tutmuştu. Oysa Maradona Maradona’ydı. Elli yaşına geldiği zaman da bu gerçek hiç değişmedi. Maradonalı Sevilla, Galatasaray ile dostluk maçı oynamaya İstanbul’a gelmiş, biz de şehrimize gelen bu dâhiyi görmek için Ali Sami Yen’e akın etmiştik. Maç öncesi omzuyla top sektirmesi bugün bile gözlerimin önündedir. Maç sonu kendisini tutan, bugünün Galatasaray Teknik Direktörü Hamza Hamzaoğlu için “Ensemde bir göçmenin soluğunu hissettim” demesi ise hiç aklımdan çıkmadı.

Çünkü kara çocuklar nerede olursa olsunlar birbirlerini tanırlar...