Dilsiz

GÜLÇİN DURMAN
Abone Ol

Kafamın içinde hepsinin sonunda da rezil rüsva olduğum türlü senaryoyla, kendimi Burhaniye Yokuşu’ndan aşağıya bırakıverdim. Ümitsizlik kuyusunun içinde boğulmama az kalmış debelenip duruyordum ki tam Burhaniye Camii’nin kapısında ikindi namazı için toplanmış yaşlı cemaat ile karşılaştım ve aklıma İman geliverdi.

Kelimelerin başını sonunu eğip bükerek, uzun cümleleri üçer beşer kez tekrar ederek parçayı nihayet bitirebildiğimde; sınıf da Üstaz Nasrallah da rahat bir nefes alabildiler.

Bak Aya, hazihi'd dünya!
Cins

Üstlerine çöken yorgunluk ve sıkıntıdan ise hemencecik kurtulamadılar. Havayı değiştirebilmek için Üstaz mülakat bahsini açıverdi yeniden. İmam hatip mezunu iki kızla Kur’an Kursu öğreticisi kadın kendilerine gelir gibi oldular. En az altı -yedi yıl boyunca Arapça dersi almış bu topluluğun, muhtelif vakitlerde hâlâ ayn çatlatarak mutlu olabilmelerine şaşırmıyordum artık. Her zaman olduğu gibi, benim acıklı okuyuşumdan sonra yine birkaç kelimeyi telaffuz ederek Üstaz’dan kanaatini belirtmesini istediler. Her zamanki gibi külli şey mümtazdı tabi ki!

En az altı -yedi yıl boyunca Arapça dersi almış bu topluluğun, muhtelif vakitlerde hâlâ ayn çatlatarak mutlu olabilmelerine şaşırmıyordum artık.

Arapça başlangıç sınıfının en kötü öğrencisinden biriyim. Sondan ikincisi aslında. O da şundan: ben ‘es selamun aleykum’ü bir çırpıda söyleyebiliyorum. Ortadoğu Araştırmaları’nda doktora yapan sınıfın sonuncusunun ise hâlâ dili dönmüyor bu güzel selamı söylemeye…

Mülakat demek konuşmak demek. Meramını anlatmak demek. Hem de tam tamına ÜÇ DAKİKA! Nasıl olacak peki bu iş? Okul hayatı boyunca, bütün öğretmenleri tarafından “Çocuğunuz o kadar sessiz ki, sesinin nasıl olduğunu bile bilmiyoruz.” denmiş birisi, nasıl becerecek bunu? Elimde değil; sınavlarda, sözlülerde dilim tutuluyor işte.

Kurs çıkışında 15F’yi beklemek yerine, biraz da moralim düzelsin diye, yine yürüyerek eve gitmeye niyetlendim. Tatlı bir mart güneşi, peyzaj denilen kent canavarının pençesine henüz düşmemiş ballıbabalar ile karahindibaların başlarını okşuyor, çimenleri de parlatıyordu.

Bu şahane manzara bile içimdeki sıkıntıyı yok edemiyordu. Kafamın içinde hepsinin sonunda da rezil rüsva olduğum türlü senaryoyla, kendimi Burhaniye Yokuşu’ndan aşağıya bırakıverdim. Ümitsizlik kuyusunun içinde boğulmama az kalmış debelenip duruyordum ki tam Burhaniye Camii’nin kapısında ikindi namazı için toplanmış yaşlı cemaat ile karşılaştım ve aklıma İman geliverdi. Her zamanki gibi ilk arayışta açmadı. Telefonumun ekranında yeniden İman kelimesi göründüğünde çocukken poşetlerle kurbağa yavruları topladığımız, hemen bostanların kenarından başlayan, şimdilerde üzeri asfaltla örtülü dereciğin civarlarındaydım.

“Yetiş İman!” dedim. “Arapça kursunun mülakatından geçebilmem için bana acilen bir Arapça öğretmeni bulmamız lazım.”

İman çocuk azarlar gibi “Çoktan bu işi halletmen lazımdı.” diyerek sayıp dökmeye başladı. Sadece dinledim. Uzun uzun sitem ettikten sonra, ilk sessizlik anında da “Eee kimi tavsiye ediyorsun?” diye atladım. Sonra da tam gece ikiye kadar Fatih- Çarşamba’da pazar sabahları Türklere ücretsiz ders veren Subhiye Hanım’dan tutun da 29 Mayıs Üniversitesi’nde yüksek lisans yaparken bir yandan da yetim ve öksüzlerden oluşan altı akraba çocuğuna kol kanat geren Ala’ya, üç ay içerisinde şakır şakır Türkçe konuşan Hene’ye kadar pek çok kadınla konuştum. Bu kadınların hepsi de yokluk içerisinde parlamış birer yıldız gibiydiler. Birkaç tanesi para istemeyeceklerini söyleyerek utandırdılar da beni. Ne kadar zorlasak da bir türlü hiç birisiyle programımız uyuşmadı ama. Ertesi sabah çekinerek yeniden İman’ı aradığımda ne diyeceğini çok iyi biliyordum. Her ne kadar onu aklıma getirmek istemesem ve görmezden gelsem de tek seçeneğim kalmıştı: Nuran Maruf Hoca!

“Arapça kursunun mülakatından geçebilmem için bana acilen bir Arapça öğretmeni bulmamız lazım.”

Anlattıklarına göre doğuştan sert bir tabiata sahip Nuran Hoca savaştan sonra iyice katılaşmış; hiçbir mazerete, zayıflığa tahammülü olmayan duygulardan azade, açıkçası günlük hayatta pek de haz etmediğim değişik bir tipti benim için. Yetim okulunda karşılaşırdık bazen. Ve Allah biliyor ya çoğu zaman da görmezden gelirdim onu. Çünkü iki yüz kadar çocuğun tıkış tıkış, zoraki sığdığı bahçesiz okulda ne zaman rastlaşsak hemen sorular yağdırmaya başlardı. Ben soru bombardımanından gülümseyerek sıvışmaya çalışırken, o hiç usanmadan ve büyük bir ciddiyetle o günün hangi gün olduğunu veya kahvaltıda neler yediğimi falan sorardı. Ben de hep aynı cevabı verirdim:

  • “Lugatel Arabiye saab cidden!”Nuran Hoca, diğer hocaların aksine fushadan başka bir şey konuşmazdı. Diğerlerinin şen şakrak, kadınlı erkekli muhabbetlerine katıldığını da hiç görmedim; geniş başörtüsü ve pardösüsüyle ya derste çocukların yanında olurdu ya da bir köşede kitap okurdu.

Mülakatta rezil olup sınıfın maskarası olmak korkum o kadar büyümüştü ki İman’ın teklifine “Olur.” dedim. Nuran Hoca daha ilk derste bastırmaya başladı. İşin kötüsü iş yerinden de yeni bir sunum istenmesin mi benden? Nefes nefese Fevzipaşa Caddesi’ndeki derneğin teras katındaki sınıfa girdiğimde Nuran Hoca da top ateşine başlardı. İsimler, fiiller, harfler ve diğerleri. Her şey o üç dakikalık konuşmam içindi. Allahtan, sabah akşam sadece o üç dakikalığına bir Arap gibi konuşabilmeyi diliyordum. Ofis, akşam dersleri ve hafta sonu kursu derken gittikçe rengim de sararıp solmaya başlamıştı. Pek bir şeyden de zevk almaz olmuştum. Nuran Hoca acımasızca her dersten sonra sayfalarca ödev verirdi. Gecenin bir vakti eve varıyordum. Ee, gündüzün tamamında da ofisteydim. Bana ait vakit bir tek Boğaz vapurunda geçirdiğim kırk dakikaydı. Ben de ödevlerimi vapurda yapmaya başladım. Her zamanki gibi kendim etmiş kendim bulmuştum işte.

Bana ait vakit bir tek Boğaz vapurunda geçirdiğim kırk dakikaydı.

Derken bir akşam vakti saatler konusuna geldik ki benim saatleri anlamam Türkçe diliyle bile bir hayli zaman almıştır yani. Nuran Hoca her zamanki ciddiyeti ve vakarıyla tahtaya saatleri çiziyor, sonra da tahtanın fotoğrafını çekmem için bir iki dakika bekleyip ardından yine şevkle tahtayı silip yeni resimler çizip yeni yazılar yazıp duruyordu ki sorular sormaya başladı. Hiçbir soruyu bilemeyince de öyle bir sinirleniverdi ki elimden telefonu kapıp kaydettiğim resimleri tek tek bana göstermeye başladı.

Üç fotoğraf
Cins

Derken içimde acayip bir kıpırdanma hissettim. Aylardır acısını çektiğim bütün ıstıraplar, seslerini duyurabilmek için canhıraş bir şekilde çalışıyorlardı. Ve nasıl olduğu hakkında bugün de hiçbir fikrim yok. Ben birden Arapça konuşmaya, bağırıp çağırmaya başladım. Mealen, Arapçayı çok sevdiğimi fakat onun beni hiç sevmediğinden yakındım. Her söyleneni anladığımı ama bir türlü söze dökemediğimi, aylarca içimde biriktikleri için de bunların ur gibi bir şeye dönüştüğünü, aslında sular seller gibi Arapça konuşmak için öldüğümü ve fakat ezelden konuşmayı sevmeyen bir insan olduğum için bunu beceremediğimi söyledim.

  • Feryatlarıma alt kattaki Türkçe sınıfı öğrencileriyle öğretmenleri de koştular. Nihayet rezil olmuştum işte ama nedense bunu önemsemedim.

Bundan sonra her şey değişiverdi. Arapça denen okyanusta ben de yüzmeye, nasibimi aramaya başladım. Mülakatta son yılların en yüksek notunu almak bir yana, bir hafta içinde anaokulu öğrencileri için eğlenceli Arapça bir kitap da hazırladım. Yetim Okulundaki ammice takılan öğretmenlerin hepsinin hakkından geldim, demeyi çok isterdim. Ama böyle şeyler sadece filmlerde olur. Benim hikâyemse meğer daha yeni başlıyormuş ve başıma daha neler neler gelecekmiş…