Diz çökmeyen dağ

ALİ EMRE
Abone Ol

Direndi. Savaştı. Örnek oldu. Hiç durmadan okudu.Durumu azıcık düzelince çeşitli hocalardan dersler aldı.Hatta öğretmenlik yaptı. Çocukların, genç kızların,yiğitlerin yüreğine umut tohumları ekti. Konuştu.Anlattı. Dost düşman herkese parmak ısırttı.

1

- Sen daha üç yaşındaydın a kuzum! Nerden hatırlayacaksın babanı?

- Hatırlıyorum diyorum sana. Avuçları hep sıcacıktı. Kara gözleri vardı, kısa bir sakalı…

Mezarlıktaydılar. Askalan’a bağlı Cevra köyünün çıkışında yer alan, büyük caminin bitiminden itibaren portakal, zeytin ve sedir ağaçlarıyla çevrilen eski bir mezarlıkta. Ata yadigârı olan evi üç beş kuruşa bir komşularına satmış, eşyalarını külüstür bir kamyonete istiflemiş, yola çıkmadan önce mezarlığa uğramışlardı. Anneleri, çocuklarının köyü unutmamaları için onlarla bir süre konuşmuş, köyü ve akrabalarını dolaşmış, sekiz yıl önce vefat eden kocasını defnettikleri mezarlığa son bir kez uğramayı da ihmal etmemişti.

- Aslan gibi bir adamdı gençliğinde. Dizlerine bir ağrı geldi bir gün. Yürüyemez oldu. Kötürümleşti. Şehre, hastaneye götürmek için ne bir araç bulabildik o günlerde ne de bir at. Dizlerinin üstünde çırpınıp durdu günlerce. Sonra başka hastalıklar da geldi peş peşe. Çok yaşamadı.

Hepsi üzgündü zaten. Adını anmaktan bile kaçındıkları yeni bir devlet kurulmuştu topraklarında. Kan dökerek kurulmuştu. İşgal ve istila ederek. Ocakları söndürerek. Köyleri, kasabaları yakıp yıkarak. Zindanları doldurarak. Dünyanın uyumasından ve Müslümanların zaaflarından, dağınıklığından, parçalanmışlığından güç alarak. Batılı hamilerine göz kırparak kurulmuştu. O bela, o kahredici musibet; köylerine de el atmıştı. Göç kararını almaları pek uzun sürmemişti bu yüzden.

Bakışlarını ağabeyine, ablalarına çevirdi fakat soruyu annesine sordu on bir yaşındaki Ahmet Yasin:

- Nereye gideceğiz anne?

- Bir akrabamızın yanına gideceğiz oğlum. Gazze’ye…

Yol boyunca bir daha hiç konuşmadı çocuk. Kimseye bir daha hiçbir şey sormadı, ısrarlara rağmen bir lokma bile yemedi. Evini ve mezarlığı düşündü sadece. Köyünü, arkadaşlarını, zeytin ve portakal ağaçlarını, dizleri üstünde ölen babasını. Bir ara, başını eğip ona baktı annesi. Yüzünü arabanın arka kasasına çeviren, yumruklarını sıkarak ağlayan küçük oğluna sarılmak geldi içinden. Fakat tam o sırada araba durdu. Yolu kesen işgalci askerler arabadan inmelerini istiyordu.

2

Doktorun önüne çıkan annesini, yattığı yerden zar zor gördü. Ablası ve ağabeyi de telaş ve heyecan içinde, kapıda bekliyorlardı. Kadıncağız hem ağlıyor hem de doktorla konuşmaya çalışıyordu. Güzel bir şeyler duymak istedi kendisi de. Umut verici, yürek ferahlatıcı şeyler. Kulak kesildi.

- Kaç yaşındaydı oğlunuz?

- On beş yaşında.

- Size güzel bir haber veremeyeceğim ne yazık ki…

- Nasıl yani? Ne olacak? Lütfen söyleyin, durumu çok mu kötü?

Derin bir nefes aldı doktor. Bir elini önlüğünün cebine soktu. Bir süre diğer hastalara baktıktan sonra canı sıkkın bir şekilde yavaş yavaş konuştu:

- Çok uğraştık. Elimizden geleni yapmaya çalıştık. Fakat…

- Fakat…

- Boyun kemiği kırılmış. Vücudunun üst tarafı çok büyük hasar görmüş. Geçirdiği felç, onu neredeyse kıpırdayamaz hâle getirmiş. Çaba gösterirse, zamanla birkaç yerde düzelme olur belki. Ancak, fazla umutlanmamak lazım. Ömrünün geri kalanını felçli bir şekilde geçirecektir. Allah ona da size de kolaylık versin.

Annesi, elinde olmadan, dizlerini dövmeye başladı. Kapıda bekleyen diğer çocukları da onun yanına gelip koluna girdiler. Durumun ciddiyetini anlamaları uzun sürmedi. Az ilerideki yatakta kıpırdamadan duran kardeşlerine bakmamaya çalışsalar da kendilerini boydan boya kuşatan o üzüntü giysisi, her şeyi anlatmaya yetiyordu. Ağabeyi mırıldandı:

- Keşke ben de gitseydim onunla birlikte yüzmeye. Göz kulak olurdum, uyarırdım. Nasıl olmuş da başının üstüne düşmüş, boynunu kırmış Allah’ım! Babamdan sonra şimdi de kardeşim…

Ahmet Yasin, cesur görünmeye hatta gülümsemeye çalıştı. Dudaklarını ısırdı. Gözlerini kırpıştırdı. Fakat yüzünden göğsüne doğru hücum eden birkaç damla yaşı engellemeye güç yetiremedi. İniltiler, feryatlar yükselen odayı dinledi bir süre. Hastaların yakınmaları, yaralıların çırpınışları arasında kendi kendine yemin etti:

- Hiçbir zorluğa teslim olmayacağım. Kimseye boyun eğmeyeceğim. Bu bir imtihan. Savaşacağım. Direneceğim. Allah şahidim olsun!..

Dediği gibi de yaptı. Dünya adam gördü bu sayede.

3

Dediği gibi de yaptı. Dünya adam gördü bu sayede.

Direndi. Savaştı. Örnek oldu. Hiç durmadan okudu. Durumu azıcık düzelince çeşitli hocalardan dersler aldı. Hatta öğretmenlik yaptı. Çocukların, genç kızların, yiğitlerin yüreğine umut tohumları ekti. Konuştu. Anlattı. Ulusçuluğun ve sosyalizmin, halkının önüne gerdiği çitleri, bitip tükenmez engelleri tek tek aştı. Mazlumlara sevgi ve merhametle yaklaştı; zorbalar, işgalciler, vurdumduymazlar karşısında sesini ateşe verdi. Dost düşman herkese parmak ısırttı. 1967’de Filistin’in tamamı Siyonist işgalcilerin eline geçmişti. Bunun üzerine sağına soluna bakınmadan, Gazze’de İslam Merkezi’ni kurdu. Polis neredeyse her hafta sorgulamaya çağırdı onu. Pes etmedi. Geri adım atmadı.

- Şu hâline bak! Ayakta bile duramıyorsun be adam! Felçli âsi! Küstah kambur! İsrail devletiyle mücadele etmek sana mı kaldı ha? Mecnun musun sen? Arap devletlerinin birleşip yenemedikleri devletimizi sen mi yıkacaksın?

- Sizi tanımıyorum! Sizin hiçbir meşruiyetiniz yok! Kalbim ve aklım felçli değil çok şükür! İmanım ve öfkem de dipdiri! Bizim bu davamızın, bu çabamızın Allah’ın izniyle dört bir yanda filiz verdiği günler de gelecek. Ve o gün herkes, sizin bu murdar dillerinizin nasıl tutulduğunu görecek!

Dünyanın en zorlu coğrafyasında tarihin tekeri, uzunca bir süre bu felçli adamın sözleri, eylemleri eşliğinde döndü. Özellikle 80’lerden itibaren, günleri, sorgulama ve tutuklamalarla geçti. Onun manevi lideri olduğu HAMAS adı her yerde yankılanmaya başladı. Öncülük ettiği intifadalara, dünyanın başka bölgelerinde de omuz verenler oldu. Tekrar zindana atıldı Şeyh Ahmed Yasin. Ömür boyu hapse mahkûm edildi. Sağlık durumu büsbütün bozulduğu bir sıra, sekiz yıllık hapsin ardından tedavi için Ürdün’e götürülmesine izin verildi. Gazze’ye döndükten sonra mücadeleye devam etti. Eylül 2000’de Aksa İntifadası başladı. İslami direnişin bu yılmaz öncüsüne yönelik suikastlar de peş peşe geldi. Çok sayıda bombalı saldırıdan kıl payı kurtuldu. O direnmeye ve dua etmeye devam etti. Çağrısı yürekleri yakıyordu:

- Allah’ım! Ümmetin suskunluğunu sana şikâyet ediyorum! Ben ki kocamış bir yaşlıyım. Kurumuş iki elim, ne kalem tutuyor ne de silah! Sesimle yeri inletecek güçte bir hatip de değilim! Ben ki saçları ağarmış, ömrümün son demlerinde, türlü hastalıkların yıktığı ve üzerinde zamanın belâlarının estiği biriyim! Tek isteğim, benim gibi Müslümanların zaaf ve aczinden müteessir olanların yazmasıdır!

- Siz ey Müslümanlar! Suskun ve aciz, helâk olmuş ölüler! Hâlâ kalpleriniz sızlamıyor mu, başımıza gelen bu acı felâketler karşısında?

- Bizler direndik, ileri atıldık ve kaçmadık! Ve bizimle birlikte çocuklarımız, kadınlarımız, yaşlılarımız ve gençlerimiz ölecek! Allah’ım! Akıtılan kanlar, dokunulan ırzlar, çiğnenen hürmetler, yetim bırakılan çocuklar, oğlunu yitirmiş anneler, dul kalmış kadınlar, yıkılmış evler ve ifsat edilmiş ekinler aşkına, sana şikâyette bulunuyorum.

- Allah’ım! Sen müstazafların Rabbisin! Sen bizim Rabbimizsin! Allah’ım! Bizi kime bırakıyorsun?..

Enfiye şişesinde unutulmuş gibi yanıp tutuşan başlarıyla, mağaradaki gençlerden daha çok ve daha büyük bir ülküyle uyuyan sözüm ona bir buçuk milyar Müslümanın hiç azımsanmayacak kısmı, omuz silkip geçti bu sözleri duyunca. Duyanların çabası ve çığlığı da yeryüzünü epeyce sarstı elbette. Haritanın yırtık ucundan dökülen kanı, dünyanın bir ucunda gören ve koşarak gelenlerden biri de Rachel adında bir kız olmuştu.

''Allah’ım! Sen müstazafların Rabbisin! Sen bizim Rabbimizsin! Allah’ım! Bizi kime bırakıyorsun?''

4

Tekerlekli sandalye hâlâ sallanıp duruyordu.

2004 yılıydı. 22 Mart sabahı. Hava serindi. Hafif rüzgâr; portakal ağaçlarından, kiraz ve zeytin dallarından, hurma bahçelerinden, balıkçı ağlarından, duaya kalkan ellerle hazırlanan sofralardan, camileri dik tutan saflardan, emekçilerin terli alınlarından, yokluk ve çaresizliği elbirliğiyle gerileten kamplardan, adanmış yiğitlerle süslenen cephelerden farklı farklı kokuları taşıyıp duruyordu. Akrabaları ve yakın adamlarıyla, Hay el-Sabur’daki camiye gelmişti Ahmed Yasin. Cemaatle selamlaşmış, yanına gelenlere hâl hatır sormuş, sabah namazını kılmış, yine sohbet ederek dışarı çıkmıştı.

Birden göğü yırtan sesler duyuldu. Bir helikopterden atılan füzeler, göz açıp kapayıncaya dek caminin önünü kan deryasına çevirdi. Şeyh Ahmed Yasin de şehid düşenler arasındaydı. Sandalyeden düşmüş, gövdesinin birçok yeri parçalanmış fakat babası gibi bir süre dizleri üstünde durarak son nefesini vermişti. Günün içine kocaman bir dağ yuvarlanmıştı.

Şeref ve şehadet giysisi, sadece vurulduğu yeri değil, yavaş yavaş bütün bir yeryüzünü dolaşmaya, sarmaya koyuldu. Onun izzetli duruşu, değer aşılayan mücadelesi, her türlü engeli aşan ve iki güzelden birini uman yürüyüşü; çölü ıslattı, tepeleri kıpırdattı, deryayı titreştirdi.

Adı İsrail olan alçaklık çetesi, bu şehadetten bir hafta sonra, Gazze’yi terk etmek zorunda kaldı.

Bir hafta sonra, yiğit ve vefalı on binlerce ana, bu şehadeti bir bereket yumağına, bir isim ırmağına, bir iman izdihamına çevirdi. Dünyanın birçok yerinde; hastanelerde, evlerde, kamplarda on binlerce doktor, on binlerce ebe hep aynı cevabı duydu:

- Bir oğlunuz oldu. Adını ne koyacaksınız?

- Ahmed Yasin! Ahmed Yasin! Ahmed Yasin!..