Dün akşamki sofradan sonra turşu yüzünden sınav sabahı nasıl başladı

MUSA YAŞAROĞLU
Abone Ol

Beş kişilik oturup da neredeyse yedi sekiz kişilik bünye ile kalktığımız o yemekten sonra ilk babamı kaybettik. Kaybettik dediysek gerçekten de kaybettik.

Annem, babam, ablam, kız kardeşim ve ben… Muhteşem beşli olarak enfes bir sofraya oturduk yine. Annem üşenmemiş döktürmüş iyi mi! Aman Allah’ım, ne yok ki sofrada… Neyin olduğunu söyleyip de sizi ne diye iştaha getireyim ki! Hem mevzu sofradakiler değil; ama her şeyin başladığı yer bu sofra.

Anacığım, biricik oğlu –ki o ben oluyorum- ertesi gün sınava girecek diye iyiden iyiye ziyafet hazırladı bize. Hele ortaya koyduğu o turşu yok mu? İşte beni vuran o masum görünüşlü, salatalık ve lahana karışımlı turşu… Münir Özkul ile Adile Naşit’i de ayırmamış mıydı bu mübarek! Nereden bilirdim benim başıma da çoraplar öreceğini. “Yahu amma da ettin aga, altı üstü turşu bu! Sana ne etmiş olabilir ki?” diye sorduğunuzu biliyorum. O vakit anlatayım da siz de öğrenin.

Beş kişilik oturup da neredeyse yedi sekiz kişilik bünye ile kalktığımız o yemekten sonra ilk babamı kaybettik. Kaybettik dediysek gerçekten de kaybettik. Adamcağız zaten şişkin olan göbeğini daha da büyütünce; ben bir yürüsem iyi olacak, deyip çıktı evden. Çıkış o çıkış. İki üç saat geçti haber yok. Telefonunu da yanına almamış. Annem meraktan dört dönüyor evde. İkide bir bana dönüp nerde kaldı bu adam, bakışlarını üzerime dikiyor. Ablam odasında mide spazmıyla mücadele ederken bizim evin en küçüğü Nil sürahi elinde dolaşıyor. Bir bardak kendine bir bardak bana… Karnım şiştikçe ertesi günkü sınavın stresi ile birlikte nefes alamaz hale geliyorum.

“Yahu anne, ne kattın bu turşuya? Yaktın bizi. Su söndürmüyor hararetimizi.”

Annemin gözleri bende ama aklı babamda. Öyle ki bana bakarken sayıklıyor:

“Adam bir yerlerde düşüp kaldı mı acep?”

Baktım ki olmayacak, ağır ağır kalkıp dışarı çıktım. Aman Allah’ım, dışarı nasıl da sıcak! İçimden ayrı dışımdan ayrı yanıyorum. Mahallenin alt sokağına indim lakin ortalarda kimse yok. Saat gece 11’i gösteriyor. Yarım saat aradıktan sonra babamı mahallenin yarım akıllısı Hüsnü ile çay içerken buldum. Adamcağız turşunun hararetiyle Hüsnü’nün bir demlik çayını bitirivermiş. Çay kalmayınca da başlamışlar tartışmaya. Allah’tan tam zamanında gelmişim. Hüsnü’yü zor bela ikna edip eline biraz para tutuşturup kurtardım babamı.

Allah’ım hele benim şu başımdaki işlere bak! Yüz binlerce genç çoktan yatağına geçip sınav duası ederek uykuya dalarken ben, nefes almakta zorlanan babamı ite çeke eve götürmekle meşgulüm!

“Ah anne, ah turşu!”

Babamı anneme teslim edince kendimi doğruca yatağa attım. Zavallı annem, babama güğümle su taşımaktan bana bakamadı bile. Ertesi gün sınava girecek olan ben, ilgiye ve sevgiye en çok muhtaç olan ben; ama gelin görün ki evin tüm dikkati babamın üstünde. Tansiyonunu ölçmeler mi karnına masaj yapmalar mı dersiniz… Oldu olacak sınava da babam girsin yahu!

O sinirle yattım yatmasına ama gece boyunca su içip durdum rüyamda. Hem de sürahiler dökülüyordu ağzıma. En soğuk çeşmelerin, en serin derelerin yanında dolaşıp durdum. Sabah uyandığımda turşunun harareti ile hâlâdevam ediyordu susuzluğum. Bir bardak içiverdim o an. Gözüm saate takılmasa üç beş bardak daha su içecektim; ama o da ne! Sınava bir saat kalmış. Aman Allah’ım, ben ne yaptım da bunlar başıma geldi!

“Anneeee…”

“…”

“Ablaaaaaa…”

Kimseler yok ortalıkta. Babamın horultusu evin içindeki sineklere bile takla attırırken kimsenin sesi çıkmıyorsa hepsi de derin uykuda demektir. Yahu bari şu sınava uğurlasaydınız beni! Otobüse yetişmem için beş dakikam var. Apar topar çıktım evden. Öyle bir çıkış ki bu, nasıl olduğunu anlatma şansım dahi yok. Duraktakiler tuhaf tuhaf bakmasa kendime gelemeyeceğim iyi mi! İlerledikçe etraftaki tuhaf bakışlar daha da arttı. Bu bakışlar hiç de hayra alamet değil.

Kimseye aldırış etmeden, hatta için için “Ne bakıyorsunuz kardeşim!” naraları ata ata bindim otobüse. Şoförün arkasındaki tek boşluğa attım kendimi. Duraktaki tuhaf bakışlar burada da peşimi bırakmadı. Otobüs ilerledikçe gözüm hemen karşımdaki cama takıldı. Cama dediysem o camdan yansıyan kendime yani… Yahu bu kim? Ben bensem eğer bu yansıyan kim camdan? İyice yaklaşıp baktım. Durağa geldiğimden beri bana dönen meraklı gözlerin anlamını şimdi fark ettim. Yakalı tişörtü ters giyen kaç kişi görmüşlerdir ki bu insanlar. Onlar da haklı tabii. Nasıl bir kendini kaybediş abi bu! Bu turşu bana ne etti böyle?

Otobüsten inmeden artık utanmazlığı da iyice dibe vurdurup değiştirdim tişörtün yönünü. Sonra da atladım aşağıya. Okulun kapısına varmam için epeyce yol yürümem gerek. Yirmi dakikada bu yol nasıl yürünecek peki? Elbette koşarak… İçimde yükselen yangına aldırış etmeden iyice ısınan havaya aldırmadan koşmaya başladım. Ter su içinde okulun kapısına yanaştığımda son iki dakika kaldığını ancak fark ettim. İçeri geçtim geçmesine ama kendimde hissettiğim eksikliğin ne olduğuna takılıp kaldım. Cüzdan cebimde, giriş belgesi elimde. Peki, ben neyi unuttum?

“Üzerinizde telefon, metal eşya var mı?”

Soruyu soran polis yüzüme bakınca cevap verecek halimin olmadığından olsa gerek önümden çekildi. Salonu buldum, sıraya geçtim. Tamam da ben ne unuttum ki? Birbirine yapışan dudaklarımı yaladım bir iki kez. Şöyle ağır ağır geri yaslandım. Herkes sus pus olmuş sınavı bekliyor. İki gözetmen öğretmen son uyarılarını yapıyor. İçimde hissettiğim yangın, sınıfın sıcaklığı gibi artıyor.

“Ben bir şeyler yapmalıyım bu yangına. Ama ne?” diye geçirip durdum içimden. Sonra sınıftakilere çevirdim bakışlarımı. Herkes ne yapıyor? Bekliyorlar, susuyorlar, su içiyorlar… Su içiyorlar. Aman Allah’ım ben suyu unuttum! Eyvah, ben susuzluktan ölüyorum! Su, ne olur su… Gözetmen beni duymuş gibi konuşuyor:

“Sınavınız başladı. Yerinizden kalkamaz, dışarı çıkamaz ve lavobaya gidemezsiniz.”

Anne… Ben nerelere gideyim şimdi? Ah be turşu yaktın beni!

Bu yazının başlığı yazardan bağımsız editoryal olarak hazırlanmıştır.