Dünya, konuşmanın değil eylemin çalıştığı yerdir

SUEDA NUR ÇOKADA
Abone Ol

Ortadoğu araştırmacısı, yazar Taha Kılınç ile Türkiye’nin Filistin davası ile ilişkisini ve toplumsal dinamiklerini, bu ilişkiyi etkileyen unsurları ve garantörlük seçeneklerini çeşitli boyutlarıyla konuştuk.

Gazze’de İsrail tarafından gerçekleştirilen katliamla birlikte dünyanın birçok yerinde insanların ortak ve benzer bir tavır takınarak düzenli gösteriler yapmaya ısrarla devam ettiğini gördük. Filistin meselesi, Türkiye’de farklı kesimler arasında bir birlik oluşturabildi mi?

Filistin meselesi bizde bir “vicdan sınavı”na dönüştü. Zira, toplumun her kesiminden çeşitli oranlarda sesler ve tepkiler gelirken, bazıları ısrarla suskunluğa büründü. Bu durumun arka planında İslâm düşmanlığından Arap alerjisine, “Siyasal İslamcılarla aynı safa düşmek” korkusundan ekonomik kayıp endişesine kadar türlü motivasyonlar var. Hatta bazıları sesini çıkarmak için olayların iyice “pişmesini” ve dünyada seslerin sonuna kadar yükselmesini bekledi. Böylece kendi tepkisinin doğuracağı riskleri de azaltmayı planladı. Bunlar da net biçimde görülüyor elbette.

Filistin davası, Türkiye için sadece siyasi bir mesele mi yoksa daha derin toplumsal ve insani bağlantılara da sahip mi? Bu noktada Türkiye’nin siyasi ve kültürel sınırlarını yeniden tanımlamanın zamanı geldi diyebilir miyiz?

Biz meseleye kaçınılmaz olarak “Osmanlı’nın emaneti” zaviyesinden bakıyoruz. Bu da, hem sırtımıza büyük bir yük bindiriyor hem de bizi hamaset tuzağına sürüklüyor. Coğrafyada bize dair samimi bir muhabbet ve beklenti var, ama bunun hakkını sözle değil, eylemle vermek durumundayız. Ortadoğu coğrafyası, nutukların değil eylemin iş yaptığı bir coğrafyadır. Duygumuzu ve yürek yangınımızı yitirmeden, mantıklı ve makul yol haritaları geliştirmek zorundayız.

Türkiye’de tüm kesimlerin en azından insani bir noktada Filistin cephesinde yer almasını umuyoruz ancak bu her zaman mümkün olmuyor. Ama en azından organik bir bağ ile her kesim Filistin’le bir şekilde olumlu ilişki kuramaz mı?

Elbette kurulabilir. Ancak bunun için bazı şartlar var: 1) Meselenin her boyutuyla kavranması gerekiyor. Bilmediğimiz bir şey hakkında doğru tavır geliştiremeyiz. 2) İstikrarlı ve şuurlu bir hayat seyrine sahip olmamız gerekiyor. Duygusal iniş-çıkışlarla bu iş olmaz. 3) İnsan yetiştirmeye odaklı bir ufuk geliştirmemiz gerekiyor. Bizde ne yazık ki “insan değirmeni” diyebileceğimiz yapılar ve kişiler çok fazla. Bilhassa gençlerin umutları ve heyecanları saçma sapan yerlerde heba olup gidiyor.

Dünya kamuoyunda Siyonizm karşıtı bir dalga oluşturulması, sizce devletlerin ve sivil toplumun hangi derece sorumluluğunda? Nihayetinde Siyonizm yalnızca Filistin topraklarında yaptığı zulümlerle değil temel olarak insan hak ve hürriyetlerine yönelik takındığı tavır ve tehditleriyle küresel bir düşman. Bu tavra yönelik karşıtlığı küresel boyuta taşımanın önemini hangi vurguyla anlatmak gerekir?

Siyonizm’in ve İsrail işgalinin “düşman” olarak algılanabilmesi için, ya ideolojik veya dinî açıdan meseleye taraf olmanız lazım, ya da konuya sizi birinci dereceden ilgilendirecek şekilde fiziksel yakınlık hissetmeniz gerek. Gerek İslâm dünyasında gerek dünya kamuoyunda, daha meselenin tanımından ve genel çerçevesinden başlayan bir karışıklık ve kaos var. İslâm ülkelerinin hepsinin Filistin tanımı farklı, herkesin önceliği başka bir konu. Ortak bir paydada ve asgarî müştereklerde buluşamayınca, elbette çözüme de gidilemiyor.

Türkiye’yi özellikle İslam coğrafyasında sahip olduğu imaj üzerinden düşündüğümüzde bu rolün hakkını verebildiğini ve aslında bu role uygun adımlar atabildiğini düşünüyor musunuz?

Türkiye, 1920’lerden 2000’lerin başına kadar Ortadoğu’ya ve İslâm dünyasına sırtını döndü. En kritik mevzularda ve en sıcak çatışmalarda, on yıllar boyunca Batı başkentlerinin ağzına baktık. Hâl böyle olunca, eğitim sistemimizden tarih yazımımıza, siyasetimizden istihbaratımıza ve hariciyemize kadar, “Arap alerjisi” kurumsallaştı ve kökleşti. 2000’lerin başından bu yana yaşadığımız yeni süreçte, suyu tersine akıtmaya çalışan bir enerji ve gayret var. Ama işimizin hiç de kolay olmadığını söylemem gerekiyor.

Erdoğan’ın Türkiye’nin garantörlük konusunda önemli bir açıklaması oldu. Türkiye, Filistin’de garantör ülke olma rolü üstlenebilir mi? Yarın biz İsrail’le karşı karşıya gelme ihtimalimiz olur mu? Politik ve askeri bir soruna yol açar mı veya açması nasıl engellenebilir?

Ben böylesi bir “garantör ülke” mefhumuna İsrail’den önce Mısır, Suudi Arabistan, Ürdün, Birleşik Arap Emirlikleri vs. gibi ülkelerin karşı çıkacağı kanaatindeyim. Maalesef İslâm dünyası içindeki çekişme, rekabet ve hatta düşmanlıklar İsrail işgalinin ömrünü uzatıyor ve Filistin davası üzerinde zayıflatıcı bir tesir bırakıyor.

İsrail'deki 'Rehineler ve Kayıp Aileler Forumu'nun Erdoğan’a yazdığı mektupta yer alan “Orta Doğu'da, Müslüman dünyasında ve ötesinde geniş nüfuza sahip, bölgenin büyük güçlerinden birinin lideri olarak, bize yardım edebilecek eşsiz bir konumda olduğunuza inanıyoruz.” ifadesi önemli bir mesaj veriyor. İsrail’in bulunduğu pozisyonun tam karşısında yer alan Türkiye, nasıl oluyor da İsraillilerin de umudu pozisyonunda görünüyor? Türkiye’nin öncü rolü hakkında ne düşünüyorsunuz?

Önceki soruda zikrettiğim ülkelerin çelişkileri, kaygıları ve meseleye yaklaşımlarındaki tutarsızlıklar, dışarıdan çok net biçimde görülüyor. Dolayısıyla, böylesine bir beklentinin odağına yerleşmemiz son derece doğal. Ama bahsedilen rolleri oynayabilmemiz bizim meseleyi gerçek anlamda sahiplenmemizle, her alanda ciddi yetişmiş elemanlarımızın olmasıyla ve son yıllarda geliştirdiğimiz bazı politikaların “hükümet politikası”ndan “devlet politikası”na intikalle mümkün olacak. Ben bu noktada hâlâ kat edilmesi gereken mesafelerin olduğunu gözlemliyorum.