Dünya Türk olsa markalar ve kavramlar nasıl adlandırılırdı?

SAVAŞ Ş. BARKÇİN
Abone Ol

Milliyetçilik dindarlıktan özenle ayrıştırılıp adına “ulusalcılık” denen laik bir milliyetçilik icat edildi. Bunların hepsi İngiltere, Amerika, İsrail gibi güç odaklarının emrinde olan ve devletin merkezini kontrol eden grupların işiydi.

Bundan bir yirmi-yirmi beş sene evvel Ankara’nın çeşitli yerlerindeki duvarlarda ilginç bir yazı vardı: “Dünya Türk olsun.“ Bu söz ne demeye geliyordu? Kimler yazıyordu? Bu bir temenni miydi, yoksa bir emir miydi? Bir süre bunu düşündüğümü hatırlıyorum. Duvarlara “Dünya Türk olsun” diye yazılan dönemde Sovyetler Birliği yıkılmış, “Türki cumhuriyetler” ortaya çıkmıştı. Gerçi bu cumhuriyetlerin başındakilerin çoğu Rusya güdümlü heriflerdi ama olsun, Türk asrının yolu açılmıştı. Devlet büyüklerimiz durmadan bunu müjdeliyorlardı.

Dünyayı Türk yapma işine aslında Tek Parti döneminde bayağı mesai sarfedilmişti. Mustafa Kemal Anadolu’ya geldikten sonra önce Bolşevik (1920-1923), sonra liberal (1923-1926) olmuştu. 1930’dan itibaren ise birden Türkçü kesilmişti. Hatta bütün insanların Türk ırkından geldiğini, bütün dünya dillerinin kaynağının da Türkçe olduğunu iddia eden tezleri yazdırmış, kendisi de bu tezlere katkı vermişti. Güneş Dil Teorisi denen bu muhteşem teorinin kıymeti ne yazık ki dünya tarafından yeterince bilinemedi. Belli ki daha zamanı gelmemişti. Ama elbette bir gün zamanı gelecek, bütün dünya Türk olacaktı.

Gerçekten dünya Türk olsa nasıl olurdu acaba? Hani biz Batı’ya değil de Batı bize öykünseydi neler değişirdi? Onlar da bize karşı komplekse girseler ortaya ne garabetler çıkardı? Şimdi biz nasıl üzerinde muhtelif İngilizce yazılar yazılı, markalar işli kıyafetler, ayakkabılar giyiyor, onların kavramlarını hükümet programlarımızda, ders kitaplarımızda, tabelalarda kullanıyorsak; Batı da aynı şeyi Türkçe ’den alarak yapsaydı... O zaman Batı’daki markalar, kurumlar, kavramlar nasıl adlandırılırdı? Gelin biraz hayal edelim. Masrafı yok nasılsa...

  • Dünya Türk olsa Amerikalının, Avrupalının elinde Elma (Apple) bilgisayarları, cep telefonları olurdu. Elma markasının defterlerinin (notebook) adı Alacaelma (Macintosh) olurdu. Acer Akçaağaç, Samsung Üçyıldız diye adlandırılırdı.

Türk asrında Londra’da, New York’ta, Paris’te, Milano’da şık ayakkabı mağazalarının tabelalarında Nike yerine Zafer, Skechers yerine Keşler, New Balance yerine Yeni Denge, Converse yerine Konuşsana yazardı. Bunlar bu kelimelerin Türkçe anlamı bu arada... Dünya Türk olduğunda Batılı bazı kıyafet markalarının adları da belki şöyle olurdu: Nuri Öztürk (Tom Hilfiger), Kemal Karakaş (Calvin Klein), Tatyos Ağa (Stradivarius), Mera (Prada), Borçka (Bershka), Börteçine (Hermes), Masum Dudu (Massimo Dutti), Kuzey Yanı (North Face). Nasıl ama?

Sinemanın başkenti Los Angeles’ın tepesinde dev harflerle Hollywood yerine “Kutluağaç” yazardı. Bazı meşhur Amerikalı artistlerin isimleri de şöyle olurdu: Remzi Kızılkaya (Robert Redford), Berat Bit (Brad Pitt), Cengiz Çayırdan (George Clooney), Can Ahmak (Johnny Depp). İnanın veya inanmayın heriflerin soyadları İngilizce ’de bu anlama geliyor çünkü.

Bugün gençlerin giydiği tişörtlerde veya svetşörtlerde İngilizce yazılar var. Ama bazıları üzerlerine giydikleri o yazıların anlamını bilmiyorlar, merak da etmiyorlar. Belki görmüşsünüzdür, sosyal medyada iki fotoğraf dolaşıyor. Birisinde gencin biri camide namaz kılıyor, tişörtünün arkasında “No God No Religion” (Tanrı yok, din yok) yazıyor. Ötekinde ise kahvede pişpirik oynayan bir yağız delikanlının tişörtünün üstünde “I love my husband” (Kocamı seviyorum) yazıyor. Benim de bu tür şaşkın tişörtlerle tecrübelerim oldu. Bir gün üniversitedeki dersime başörtülü bir kız girdi. Üstündeki svetşörtünde koskocaman harflerle İngilizce bir ibare vardı. Ama müstehcen imalı bir şey... Ders bittiğinde kızcağızı yanıma çağırdım, yazının anlamını sordum. Söyledi ama yanlış, alakası yok. Ben nahoş bir anlamı olduğunu söyledim, gitti. Bir keresinde de Fatih Malta’da yürürken önüme Suriyeli bir genç düştü. Başına giydiği şapkayı ters çevirmişti. Şapkanın üzerinde İngilizce “Ben hayatta paraya ve şuna tavım” mealinde bir yazı vardı. Benim “şuna” dediğime bakmayın, gerçekte çok ayıp bir kelimeydi. O önde ben arkada böyle giderken kendi içimde bir müddet mücadele ettim. “Durdurup söylesem mi, söylemesem mi?” diye. Neyse bir süre sonra gencin omzuna dokundum, bana doğru döndü. Ona yazının anlamını söyledim, mahcup oldu, anında şapkayı çıkardı, eline aldı ve gitti.

Gelmesi mukadder Türk asrında tişörte “temintan,”svetşörte “termintan” demek lâzım gelirdi. Batılıların bize öykünerek giydiği tişörtlerde veya svetşörtlerde Harvard yerine mesela Marmara Üniversitesi yazabilirdi. Şampuan isimleri de şöyle olurdu: Temiz (Clear), Tatlı (Suave), Kumru (Dove), Kafa ve Omuzlar (Head and Shoulders), Hâle (L’Oréal).

Dünya Türk olsa Amerikalının, Avrupalının elinde Elma (Apple) bilgisayarları, cep telefonları olurdu. Elma markasının defterlerinin (notebook) adı Alacaelma (Macintosh) olurdu. Acer Akçaağaç, Samsung Üçyıldız diye adlandırılırdı. Iphone yerine Bentelefon, Ipad yerine Bennotluk denirdi. Yazılım devi Microsoft’un adı Ufakyumuşak olurdu. Software’e “yumuyer,” “hardware”e “sertyer” denirdi.

Araba markaları da Türk damgası taşırdı: Halkarabası (Volkswagen), Sığlak (Ford), Merhamet (Mercedes), Kabaçayır (Bentley), Yuvarlanır (Volvo), Çağdaşlık (Hyundai), Zarar (Skoda) olurdu. Çünkü gerçekten kelime anlamları bu...

İşin şakası bir yana; millet de, milliyetçilik de nispeten yeni icatlardır. Millet ve milliyetçilik kavramlarının geçmişi, insanlığın binlerce yıllık serüvenine nazaran bir göz kırpma anı kadar kısadır. Aslında milliyetçilik ulus devletin dinidir. O yüzden devletler milliyetçiliği siyasetle, eğitimle, medyayla, kültürle sürekli pompalarlar. Milliyetçilik bir kavmin adını yüceltmeye dayanır. Fakat bugünkü anlamlarıyla “millet” ve “vatan” kavramları bizde Batılılaşma döneminde ortaya çıktı. Fransız devriminden sonra “millet” (nation) ve “vatan” (pâtrie) kavramları Fransızca’da yeni anlamlar kazanmıştı. Daha önceleri aynı kökten gelen insan topluluğuna “nation” derlerdi. Zaten bu kelimenin kök anlamı da “doğmuş olan” demektir. Bizde ise “millet,” “iman edenler kitlesi” yani “ümmet” demekti. Bizim “vatan” kavramımız ise Fransızca “pâtrie” kavramından tercümedir. “Pâtrie,” evvelden “atalar toprağı” anlamına gelirdi. Bizde de “vatan” Tanzimat dönemine kadar bir kişinin doğduğu ve yaşadığı yer anlamındaydı. Bir ulus devletin ilan ettiği sınırlar içinde kalan toprak parçası anlamında değildi.

Gördüğünüz gibi işin ucu hep gidip Fransa’ya dayanıyor. Çünkü bugün anladığımız anlamda Avrupa’da ilk merkezi devlet Fransa’da 1600’lerde kuruldu. Ulus devletin olduğu kadar laik devletin de ilk ortaya çıktığı yer orasıdır. Fransız devrimini fitilleyenlerden Roussseau devletin bir dini resmen benimsemesine karşı çıkarken daha “light” bir “sivil din” ihdas edilmesi gerektiğini söylemişti. Yani devletin kendini kutsallaştırmasını teklif etmişti. Hatta bugün Fransa’daki bazı kiliselerin giriş kapılarının üzerinde “République Française-Liberté, Egalité, Fraternité” yazar. Yani “Fransız Cumhuriyeti-Özgürlük, Eşitlik, Kardeşlik.”

Ulus devlet milletin değildir, millet ulus devletindir. Ulusa devlet değil devlete ulus lazımdı. Yani ulus devlet kendi milletini icat etmiştir. Bütün insanlar aynı kökene, aynı dine, aynı tarihe, aynı dile sahip olmamasına rağmen herkesi “millet” çuvalının içine doldurulmuştur. Ondan sonra bu çuvala uymayanlar birbirlerine düşerler. Devleti yöneten güçler bu şekilde “böl ve yönet” taktiğiyle toplumu kendine karşı güçsüz konuma getirirler. Bu millet tanımı özde sekülerdir ama alabildiğine kutsallaştırılan bir tanımdır. Hiçbir milliyetçilik ve bu arada Türk milliyetçiliği de dine yaslanmaz, ona dil ve tarih gibi birçok unsurdan birisi olarak değer ve yer verir. Âdet, örf, gelenek, kültür gibi bir renk olarak görür.

Müslümanlar dünyada milliyetçilik kervanına en son takıldılar. Çünkü Vâhid olan Allah’a bağlı olan; yere, zamana, kökene bakmaksızın dinine bağlı herkesi kardeş kabul eden bir müminin kendini öncelikli olarak bir devlete, bir ülkeye, bir vatandaşlığa göre tanımlaması düşünülemez. Müminin zihninde böyle bir muhayyile olmadığı için dilimize bu Fransızca kavramlar tercüme edilirken yanlışlar yapıldı. Elmalılı Hamdi Efendi merhum “Metâlib ve Mezâhib” tercümesinin başlangıcında bu kargaşaya değinir. 1860’larda “nation” kelimesine Türkçe karşılık ararken “ümmet” yerine “millet” kavramının benimsenmesini buna örnek olarak gösterir. Bugün biz hâlâ o yanlışı tekrar edip duruyoruz.

Bu yanlışın bir sonucu olarak milletini sevmekle milletini yüceltmek, vatanını sevmekle vatanını kutsallaştırmak birbirine karıştırıldı. Dindarlık devleti kutsayan bir muhafazakârlığa, “milliyetçi- mukaddesatçı” terkibinde olduğu gibi devleti merkez alan bir milliyetçiliğe evrildi. 1990’ların başından itibaren milliyetçilik dindarlıktan özenle ayrıştırılıp adına “ulusalcılık” denen laik bir milliyetçilik icat edildi. Bunların hepsi önce İngiltere, sonra Amerika, bir aralar İsrail gibi güç odaklarının emrinde olan ve devletin merkezini kontrol eden grupların işiydi. Devlet piyasa gibi bir kurum olmasına rağmen kutsallaştırıldı. Bizde bunun bir yansıması “devlet ayrı, hükümet ayrı” lâfıdır. Böylece insanların vergilerini ve yetkilerini kullanan siyasetçilerin parababaları ve dış güçler ile beraber kurdukları düzende yaptıkları her şey dokunulmaz hâle getirildi. Bizde muhafazakârlar devleti kutsama işini bir adım daha ileri götürüp halifelik kavramını da bu işte kullandılar. Böyle söylediğimize bakıp bunların hep fikir düzeyinde, felsefe düzeyinde şeyler olduğunu düşünmeyin. İşin esası gelir hep menfaate dayanır. Bugün eğer birileri hasbelkader üzerinde doğduğumuz toprağı, hasbelkader içinde yaratıldığımız kavmi ve zamanı yüceltiyorsa bu genellikle yanlış bir fikre saplandığı için değil, bu iş ona bir çıkar kazandıracağı içindir. Yemi yutmamak lâzım. Çünkü yemi yutan yem olur.

Dünya Türk olur mu, olmaz mı bilmem ama bizim acilen kendimize gelip adam olmamız lâzım.

Bu yazının başlığı yazardan bağımsız editoryal olarak hazırlanmıştır.